Çetin Altan, “Batı'da düello vardır, Doğu'da pusu. Biz Doğu ile Batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” demişti. Biraz oryantalist bir bakış açısı da olsa içinde sosyolojik bir doğruluk taşıdığını inkar edemeyiz.
Basit birkaç örnekle anlatalım. Mesela ortaokul-lise çağlarında mahalledeki arkadaş grubunu toplayıp okul çıkışında rakip çocuğu tartaklamak, rakibin en güçsüz olduğu anda it kopukla birlikte mekân basmak, 1980 öncesinde olduğu gibi kahvehane kurşunlamak, Maraş’ta Alevi komşuyu boğazlamak, Sivas’ta bir otele sıkışmış insanları benzin döküp yakmak gibi pusu ve kalleşlikler şarklılığın alamet-i farikalarındandır.
Ahmed Arif 33 Kurşun şiirinde bu kalleşliği bıçak gibi anlatır.
Yiğitlik inkâr gelinmez
Tek’e – tek döğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Kuşkusuz bu kalleşlikler, Godfather (Baba) filminden de hatırlanacağı üzere profesyonel şekliyle Batı’daki mafya âleminde de emperyalist siyasi emeller içinde de ziyadesiyle vardır. Fakat bizde pusuculuk en cahilinden en bilgilisine kadar toplumun hemen her katmanına sızmış bir davranış şeklidir.
Düello geleneğine Doğu'da ve özellikle Türkler'de pek rastlanmaz. Ancak tarihte Batı’ya öykünen kimi kişiler Türkiye’de de zaman zaman rakiplerine düello teklif etmişler ama bunların hemen hiçbiri gerçekleşmemiştir.
Bu düello tekliflerinin bilinebilen en meşhuru, Kurtuluş Savaşı başında Heyet-i Temsiliye’nin TBMM’yi toplamak üzere Ankara’ya geldiği günlerde Mustafa Kemal’e yapılan bir düello teklifidir.
Kurtuluş Savaşı günleri...
Mustafa Kemal ve arkadaşları aylardır ilk defa doğru dürüst bir yemek yemeye hazırlanıyorlar.
Etli yemek yenildikten sonra sofrada Paşa’nın karşısında oturan Rüstem Alfred Bey bir sigara yakar.
Mustafa Kemal, Rüstem Beye “Acele etme Rüstem Bey, başka fevkalade yemeklerimiz var” der.
Rüstem Bey topluluk içinde uyarılmasına bozulmuştur. “Artık sizden müsaade alarak mı sigara içeceğiz?” manasına gelecek bir şeyler söyler. Mustafa Kemal uyarmadığını, iştahının kesileceğini söyler ve konuyu uzatmak istemez.
Rüstem Bey, bu cevapla yetinmez, hiddetle sofradan kalkıp gider.
Rüstem Bey aşırı gururlu bir insandır ve çok incinmiştir. Mustafa Kemal’e aracılarla haber salarak onu düelloya davet eder. Çevresindekiler “Mustafa Kemal’i öldürmek mi istiyorsun?” diye sakinleştirmeye çalışsa da bu fikrinden vazgeçmez. “Hayır, bilakis. Ben ona zarar vermeyeceğim. Ben öleceğim veya yaralanacağım. Bu suretle haysiyetim muhafaza edilmiş olacak” der.
Mustafa Kemal bu ani öfke patlamasının farkındadır. Konuyu şakaya vurup “Düello’da acaba hangi silahı tercih etsek? Bence modern bir silah olsun, mesela süpürge sopası" diyerek konuyu şakayla karışık kapatır.
Bu tartışmadan sonra da Rüstem Bey ve Mustafa Kemal’in arası bir daha düzelmez.
Rüstem Bey Ankara mebusu seçilmiştir ama istifa eder ve İstanbul üzerinden Avrupa'ya gider. Avrupa’da ömrünün sonuna kadar diplomat olarak Kurtuluş Savaşı’nı savunan yazılar yazar ama bir daha Türkiye’ye dönmez. Viyana’da kırgın bir şekilde vefat eder.
Rüstem Bey’in aklına çözüm olarak ilk düellonun gelmesi ve muhtemelen kendi kökleriyle ilgilidir. Rüstem Bey’in (Alfred Bilinsky) babası Polonyalı, annesi İngiliz kökenlidir. Sonradan kendi isteği ile Müslümanlığı seçerek ‘'Ahmed Rüstem’ adını almış bir yurtseverdir.
Ortaçağlarda düello, haklıyı haksızdan ayırt etmek için bir tür yargı yolu olarak benimsenmiştir. İngiltere'de I. William’ın 11. yüzyılda başlattığı yargısal düello geleneği ancak 1819 yılında yasaklanır.
İzin verilen Fransa'daki en son düello ise 1547’de gerçekleşir. Bu yöntemin çok yaygınlaşması üzerine 9. Charles 1566'da düello yapanların ölüm cezasına çarptırılacağını belirten bir yasa çıkarır.
Tuhaftır, Almanya’da Nazi iktidarı, 1936'da düelloyu bir kez daha yasal olarak yapılır duruma getirmiştir. İtalya'daki Mussollini faşizmi de düelloyu özendirici kimi kararlar almıştır. (Faşistlerin bir merakı var bu işe galiba.)
Yukarıda yaptığım tüm bu malumatfuruşluğun amacı konuyu geçen hafta cereyan eden Ümit Özdağ’ın Süleyman Soylu’ya yaptığı düello benzeri çıkışa getirmekti elbette.
Ümit Özdağ düello yerine gittiğinde beklendiği gibi Süleyman Soylu orada yoktu ama polisin 'Hayvan İzleme Aracı' (HAYDİ) İçişleri Bakanlığı’nın önüne çekilmişti.
Tahrik devam ediyordu…
Ümit Özdağ bir süre bekledikten sonra basın mensuplarına kısa bir konuşma yaparak “Bu görevin bittiği zaman tutuklanacaksın, farkındasın. Hadi, el mi yaman bey mi yaman? Bu iş ikimizden birisi ölene kadar devam edecek. Ya sen özür dilersin ya da bu kavga sonuna kadar devam eder. Süleyman Soylu'nun bir korkak olduğunu tüm dünya gördü" dedi ve gitti.
Televizyonlarının başında veya elde telefon o anı çekirdek çitleyerek izleyen adrenalin müptelası halkımız acaba akıllarından ne gibi sorular geçirdiler.
Süleyman Soylu’nun TGRT ekranlarında Ümit Özdağ için sarf ettiği sözler mesela: 'Hiç adam yerine koymam. Ben bu adamı adam yerine ve insan yerine koymam. Bu hayvandan aşağı bir adamdır. Bu kadar basit. Kendisi adam yerine girmeye çalışıyor. Soros çocuğudur ve operasyon çocuğudur. İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir.’
Böylesine ağır sözleri sıradan bir vatandaş değil Soylu’ya söylemek yürek yiyip herhangi bir AKP ilçe başkanına söylese hali nice olurdu? Muhtemelen henüz geçmediğimiz 5G hızında evinden alınır Silivri’ye ışınlanırdı
Peki racon kesen Ümit Özdağ‘ın “Bu iş ikimizden birisi ölene kadar devam edecek” sözünü bir HDP’li vekil söylese ne olurdu?
Hapisteki binlerce HDP’li bu konuda bir fikir veriyordur hepimize.
Çetin Altan’ın oryantalizm kokan tespiti biraz sorunlu da olsa içinde gerçeklik payı çok.
Zira bizim kültürümüzde taraf tutmak bazen akıl tutulmasına yol açmıyor mu? Arkadaşımız veya tarafında olduğumuz şahıs külliyen hatalı bile olsa taraf tutarız, kavgaya dâhil oluruz. Hatta bunun devamında gelen linç kültürü 6-7 Eylül gibi tarihsel travmalarımızın ana sebebidir.
Bu coğrafyanın kültüründe herhangi bir davayı kaybettiğini kabul etmekten çok meseleleri uzattıkça uzatmak ve hiç yüzleşmemek işin özüdür.
Atatürk ile kırgınlık yaşayan Rüstem Bey’in çekip gitmesi bile bir çözümdür ama biz kalıp yüzleşmeden o kangren olmuş sorunla yaşamayı seçeriz. Yüzleşilmeyen travmaların coğrafyasıdır burası.
Atatürk ve Rüstem Bey muhtemelen dünya görüşleri benzer kişilerdi ama yaşadıkları kişisel sorun Rüstem Bey’i düello noktasına kadar getirdi.
Soylu ile Özdağ da muhtemelen hangisi daha radikal sağcı diye karar veremeyeceğimiz iki siyasi figür.
“Konu siyasi değil, tamamen şahsi” denemez ama belli ki kim daha sağcı yarışını izliyoruz millet olarak.
Özellikle son 10 yılda ilmek ilmek dokunan siyasal İslamcı ve nasyonalist fikirler bu iklimi yarattı.
AKP sonrası motorları maviliklere sürmeyi beklerken yükselen bu “kim daha sağcı” kavgasında kendimizi 1940’ların Almanya’sında bulmayalım, kâfi.
Zira bu iki radikal sağcı arasındaki son maç çok seyirci yaptı.
Birçok insan genlerimizden gelen alışkanlıkla hemen tarafını seçti.
NATO’ya göbekten bağı olan Türk sağının önemli temsilcilerinden Ümit Özdağ, Halk TV’de katıldığı programda kendisine soru soran Türkiye solunun önemli gazetelerinden Birgün’den İbrahim Varlı'nın sorusuna cevap vermek yerine “Birgün emperyalizmin aparatıdır” diyerek meşrebine uygun davrandı.
Ama bizlik bir şey yok bu kayıkçı kavgasında. Yesinler birbirlerini.
Sonuç olarak muhteşem ve hep doğru çıkan bir anne-baba öğüdü ile bitirelim:
“Sen karışma evladım onlar barışır, yine sen kötü olursun.”
Memleketin güzel günlere varmasını isteyenlerin bu kavgada bir taraf olmasına gerek yok.
Vizontele’deki dayının dediği gibi “Olaylara karışmayın.”
Çayı, çekirdeği hep hazırda tutun, yeter.
Bu Hacivat-Karagöz kavgası daha çok sürer seçimlere kadar. Sonra yine can ciğer kuzu sarması olurlar.
Bu topraklarda düello olmaz, pusu olur, siyasi komplo olur, ağız dalaşı olur.