En ucuzundan siyaset olarak sığınmacı sorunu

Türkiye gibi homojen kimlik anlayışının yerleşik olduğu bir ülkede, sığınmacı kimliği kendisini dışa vurmadan, görünür kılmadan bir çok kesim bundan aynı anda hem faydalanmak hem de sorun çıkmasın, sayıları artmasın istiyor. Bu sorunun hazır reçete çözümü yok.

Türkiye, aslında çok daha önceleri, sakin, siyaseten araçsallaştırmadan yapması gereken göçmen/sığınmacı tartışmasını maalesef çok kötü bir şekilde yapıyor.

En başından söylemek gerekirse hem Suriye’deki savaşın gidişatı hem de bunun sonucu olarak yaşanan sığınmacı dalgasının baş sorumlusu AKP iktidarı. Bununla birlikte son dönemde ana muhalefetin sığınmacılar üzerinden bir hat açmaya çalışması, iktidarın gözden kaçırmaya çalıştığı devasa bir sorunu gözler önüne sermesi açısından kendi içinde başarılı bir hamle olsa da, soruna yaklaşım şekli açısından o da çok sorunlu.

Bu yazıda önce ırkçılık, yabancı düşmanlığı ilişkisi üzerinde durup, bunun Türkiye’deki sığınmacılar çerçevesinde aldığı biçime değineceğim. Ardından, göçmen/sığınmacı sorununun kendisini değil, bunun siyasal olarak araçsallaştırılmasını ele alıp, AKP’nin ertelediği, gündeme getirmeyerek yok saydığı sorunun, nasıl olup da seçimler yaklaşınca ayağına dolaşmaya başladığını ve hayatın her alanındaki başarısızlığına paralel bir şekilde bu sorunu da içinden çıkılmaz hale getirdiğini tartışacağım.

MİLLİYETÇİLİK, YABANCI DÜŞMANLIĞI, IRKÇILIK

Sığınmacı tartışması çok boyutludur. İşsizlik, kentlerin belli bölgelerinin çehresinin değişmesi, eğitim ve sağlıkta ücretsiz hizmet, demografik değişim gibi günlük hayata doğrudan dokunan tartışmaları içerir. Ama aynı zamanda sorunun milliyetçilik ve ırkçılık kayan yönleri de vardır. Son dönemde Türkiye’de de daha önce pek görülmeyen, ne denirse ırkçılık sayılıp sayılmayacağı, kime ırkçı deneceği konusu öne çıktı. Tartışmalar ırkçılığın bu coğrafyada bulunmayacağı, sığınmacı/göçmen karşıtlığının ırkçılık sayılmayacağı, her söyleme ırkçılık denmemesi gerektiği gibi dar bir alana sıkıştı.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, sığınmacı/göçmen yoğunluğu, uyum sorunları ve bunun yarattığı toplumsal sorunlardan bahsetmek ırkçılık değildir. Hatta, her şikayete ırkçılık ithamıyla karşılık vermek, tepkisel olarak ırkçılığı artırabilir de. Önümüzde, üzerine yeterince gidilmemiş, çözülmesi, olmadı hafifletilmesi için çaba sarf edilmemiş bir sorun var. Bu sorunun ilk ve en önemli muhatabı ve mağduru zaten sığınmacılar oluyor.

Sığınmacı ve göçmenlerden şikayetçi olmak, onların sınırlı haklarına itiraz etmek, ülkelerine gönderilmelerini istemek tek başına ırkçılık sayılmayabilir. Bu türden sıradan yabancı düşmanlığı (zenofobi) sık ve her yerde görülebiliyor.

Özellikle farklı kültüre sahip göçmen ve sığınmacının girdiği hatta girmeye çalıştığı toplumlarda bazen sayıdan bağımsız olarak (bknz. Macaristan) yabancı düşmanlığına rastlanabiliyor. Yabancı düşmanlığı örneğin artan göçmen nüfusuna, bazen göçmen görünürlüğünün günlük hayat içinde artmasına tepki olarak yükselebilir.

Yabancı düşmanlığıyla ilgili sorun, ırkçılıkla yakın akrabalığı ve çoğu ırkçının kendisini önce ve öncelikle daha geniş toplumsal rahatsızlık yaratan yabancı düşmanlığı üzerinden ifade etmesi. Diğer bir deyişle, sorun ülkelerdeki yabancıların gönderilmesiyle sınırlı kalmıyor. Yabancı düşmanlığı daha geniş bir paketin dışa vuran parçası oluyor.

Örneğin, yabancıların işlerini elinden aldığını, her yeri kapladığını, hızlı çoğaldığını, kendi ülkelerine geri gönderilmeleri gerektiğini savunanlar aynı zamanda İslamofobik, yerine göre Yahudi düşmanı, diğer ulusların geriliği gibi inançlara da sahip oluyorlar. Irkçılık ile yabancı düşmanlığı arasındaki geçişkenlik çok kolay. Her durumda ırkçı olanlar aynı zamanda yabancı düşmanı da oluyorlar.

“DOĞU’DA” IRKÇILIK OLMAZ MI?

Irkçılık fikrinin çıkış yeri Batı. Tarihsel olarak ticari kapitalizminden sanayi kapitalizme geçiş ve emperyalist yayılma dönemine denk düşen, kökenini sosyal Darwinizm’den alan ve Batılı beyaz adamın üstünlüğüne dayanan ırkçılığın kaynağı Batı dünyası. Bu beraberinde sermaye birikimini sağlayan köle ticaretini, deniz aşırı toprakların ve halkların yönetilmesini getiren kolonyalizm ve emperyalizmi, içeride de bazı durumlarda Yahudiler gibi grupların tasfiyesini içerir.

Batı tipi ırkçılıkta bir tarihsel hesaplaşma, örneğin İngiltere’nin Hint alt kıtasıyla bir alıp veremediği yoktur. İngilizler Hindistan’ı, Kenya’yı, Fransızlar Cezayir’i, Togo’yu onlar daha önce bir zarar verdiği için değil, Batılı beyaz adam daha üstün olduğu için yönetirler. Bu haliyle Batı tipi ırkçılık, emperyalizmin ideolojik üst yapısı olarak işlev görmüştür. Fikri temelleri oluşturulmuş, felsefe, edebiyat, sanatta savunucuları ortaya çıkmıştır.

Hem yönettiği koloniye, neden bir İngilizin Hindistan’da genel vali olduğunu ve bunun tersinin doğru olmadığını anlatacak bir söyleme, ikna edici bir fikre ihtiyaç duyar, hem de kendi metropol halkına, kolonilerde yaptığı kötülüğü, üstünlük duygusu vererek meşrulaştırır. Dünyada bu deneyimi yaşayan başka bir coğrafi merkez olmamıştır ve bu anlamda Batı ırkçılığı dünya tarihinde tekildir.

Ama bunun dışında da 20. Yüzyılda ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ırkçılık farklı coğrafya, toplum ve dönemlerde kendisini farklı şekillerde göstermiştir. Irkçılık artık kapitalizm, emperyalizm, sermaye birikimi dinamikleriyle açıklanamayacak bir aşamaya geçmiştir.

Başka toplumlar aynı tarihsel süreçten geçmeden de ırkçılığı öğrenmeye, uygulamaya, kendi tarihsel, deneyimi, toplumsal, demografik yapısı doğrultusunda ırkçılığı bir şekilde içselleştirmeye başlamışlardır. Bu ırkçılık bazı durumlarda ötekine duyulan nefretin yok etmeyle sonuçlandığı katliam, soykırımlarına kadar varmıştır.

1992-95 Bosna, 1994 Ruanda’da yaşananlar o bölgeye ait kapitalizmin dinamikleriyle, olmayan burjuvazinin ihtiyaçlarıyla vs açıklanamaz. Emperyalizmin rolünden söz edilebilirse de, en son noktada toplumları saran, yok edici bir nefreti dışarıdan inşa etmek mümkün değildir. O yüzden, İslamcı medyada yer alan “ırkçılık Batı’ya aittir, bizde ırkçılık olmaz” sözünün bir geçerliliği yoktur. Her toplum kendi ırkçılığını geliştirebilir, kendi ötekisini bulur, yoksa inşa eder.

Batı tipi ırkçılığı bire bir kopyalamak zorunda değildir. Kendi ulusunu yüceltip, başka ulusları aşağılayan her konuşma ırkçılık alanına girmeye başlamış demektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık ile sermayenin ihtiyaçları arasında mutlak ve zorunlu bir ilişki yoktur.

Örneğin, Almanya’da sermaye 1960’lardan sonra yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yapamazdı, yabancı iş göçüne ihtiyaç duyuyordu. Hatta, Türkiye’de bile günümüzde sermayenin en azından bir kanadı vasıfsız Suriyeli işçiye ihtiyaç duymakta, büyük sermaye ise işgücü ücretlerinin baskılanmasından memnuniyet duymaktadır.

AKP’NİN EN BÜYÜK GÜNAHI

Yabancı düşmanlığı, ırkçılığın bir türüdür. Yabancılar gitmelidir çünkü tembeldir, korkaktır, sinsidir vs. Yabancı düşmanlığı göçmen/sığınmacı sorununun nedenini bu insanlarda görmektir, toplumsal, ekonomik sorunların sorumluluğunu bu insanlara yüklemektir.

Türkiye’de son dönemde yaşadığımız budur. “Suriyeliler Türkiye’yi istila edecek” diyenlerle, “kızdırmasınlar Atina’yı üç günde alırız,” Musul bizim,” “Araplar arkadan vurdu” diyenler aynı insanlar.

İşlerin bu noktaya gelmesinde AKP’nin tarihsel sorumluluğu var. İlk sorumluluğu Suriye’nin bu hale gelmesinde, ki bu kısmı çok yazıldı.

İkincisi, öngörüsüzlüğü. Suriye’yi bu kadar karıştırıp, rejim değiştirmeye çalıştığında en büyük kara sınırı, Batı’ya açılan kapısı olan Türkiye’ye yalnızca 100 binler civarında sığınmacı geleceğini zannetmek büyük gafletti.

Üçüncüsü, gelenlere dair bilinçli bir politikasızlık izlenmesi. Bunun altında ensar, ümmet gibi söylemlerle siyasal kaygılara dayalı bir vatandaşlık politikası yatıyor, böylelikle yeni seçmen yaratılmaya çalışılıyorsa, bu korkunç bir kötülük olur. AKP bunu düşündüyse bile kendi seçmeninden gelen tepki yüzünden bu yola başvuramamış olmalı.

Sonuç olarak AKP hükümetleri sayısı nüfusun en az yüzde 5’ine ulaşan bu sığınmacı/göçmen kitlesiyle ilgili ne yapacağını hiçbir zaman kamuoyuyla paylaşmadı. Dönüş teşvik mi edilecek, hepsi burada bir uyum programı çerçevesinde entegre mi edilecek, zaman içinde vatandaşlık mı verilecek, buna dair hiçbir şey söylenmedi. Bu insanlara dair bir yerleşim, belli şehirlere dağıtma vs gibi bir düzenleme getirilmedi.

Dördüncüsü, AKP iktidarları bu insanları İslami kavramları kullanarak araçsallaştırmaktan kaçınmadı. Batı’nın iki yüzlülüğünden söz edenlerin, AKP’nin bu konudaki oportünizmine ve acımasızlığına hiçbir şey söylemediler.

AKP sığınmacıları iç ve dış politikada birçok konuda araçsallaştırmaktan çekinmedi. Bu insanları kendisi değersizleştirdi, onlara gerektiğinde Batı’ya şantaj yapılacak, otobüslerle sınıra yığılacak, gözden çıkarılmış insanlar muamelesi yaptı.

Gerektiğinde sanayiyi ayakta tutan, lazım olduğunda PYD’nin boşalttığı yerlerde nüfus kompozisyonunu değiştirmeye yarayan, ne istediği, nerde nasıl yaşamak istediği, bir sorunu olup olmadığı sorulmayan, nereye bıraksan oraya sorun olacak bir insan topluluğu fikrini topluma yerleştirdi.

MUHALEFETİN PAYINA DÜŞEN

Toplumda sığınmacı/göçmen karşıtlığı alttan alta işliyordu. Bütün kamuoyu yoklamaları, göç uzmanlarının çalışmaları, AKP seçmeninde bile rahatsızlığı gösteriyordu. Ne var ki, hem AKP, hem de küçük ortağı MHP siyaset katında sığınmacı/göçmen karşıtlığını baskı altında tutuyorlar, muhalefet de bu konuyu gündeme getirmeyince, toplumsal rahatsızlık dışa vurulmamış oluyordu. Ama bir noktada Bolu Belediye Başkanının sığınmacılara karşı yabancı düşmanı/ırkçı çıkışı, CHP’yi zor durumda bırakırken bir bakıma pandoranın kutusunu da açtı.

Ekonomi, siyaset, dış politika gibi konularda seçmeni ikna etme konusunda zorlanan, AKP oy kaybederken oyu yeterince artmayan muhalefet, daha kestirme bir yola başvurarak iktidara geldiğinde sığınmacıları iki yıl içinde törenle geri gönderme sözü verdi.

Maalesef muhalefet bu politikasında başarılı oldu ve AKP’yi de pozisyon değiştirmeye zorladı. Ardından Ümit Özdağ’ın, ana muhalefetin çekinerek dillendirdiği söylemi, daha doğrudan toplumsal hassasiyetlere oynayan hamlesi geldi. Yabancı düşmanlığı/ırkçılık el yükseltmesi en kolay konudur, ucu açıktır, bu söylemin karşılığında kendisini savunabilecek bir sığınmacı söylemi yoktur, onun yerine endişe içinde bekleyen insanlar vardır.

Bir gün herkes sığınmacı/göçmen olabilir. Muhtemelen Şubat 2022 öncesinde Ukraynalılar Suriyeli sığınmacıların, geçtiğimiz Kasım 2022’de Irak’tan gelerek Belarus üzerinden Polonya’ya gitmeye çalışan insanları televizyondan izleyip, kendi başlarına gelecek olandan habersiz onların durumuna üzülüyorlardı. Kaçak yoldan Almanya, Avusturya, Fransa’ya kapağı atmaya çalışanlar, FETÖ darbesi başarılı olsa, Yunanistan üzerinden Batı’ya kaçıp orada göçmen, sığınmacı olmaya çalışacak olanlar bugün Suriyeli, Afgan’lardan şikayet edebiliyorlar.

Sığınmacı/göçmen konumu insanın en kırılgan hallerinden birini oluşturuyor. İnsan kaçakçılarından, ırkçı, popülist siyasetçilere, ucuz emek peşinde koşan işadamlarına, uygun ücretle evlerde bakıcı tutmak isteyenlere birçok kesim için kötüye kullanma, faydalanma, sömürme imkanı sunuyor. Türkiye gibi homojen kimlik anlayışının yerleşik olduğu bir ülkede, sığınmacı kimliği kendisini dışa vurmadan, görünür kılmadan bir çok kesim bundan aynı anda hem faydalanmak hem de sorun çıkmasın, sayıları artmasın istiyor.

Bu sorunun hazır reçete çözümü yok. Ama bütün tartışmanın bu kadar insanın gerçekçi olmayan bir biçimde yalnızca geri gönderilmesine odaklanması çok sakıncalı. Özellikle Suriyeli sığınmacı konusunun bu şekilde ele alınması yabancı düşmanlığı/ırkçılığın ama sonuçta CHP gibi bir partiye değil sağ siyasetin işine yarar.

Bu süreçte AKP ise sığınmacıları elindeki bir araç olarak kullanmak isterken, kontrol elinden kaçtı ve kendi seçmeniyle ters düştü, muhalefetin hamlesi karşısıda bocaladı. Ensar ve ümmetçiliğe dayalı Müslüman kardeşliği ile giderek artan sığınmacı karşıtlığı arasında sıkıştı ve eski söylemini hızla terkederek ibreyi geri gönderme söylemine çevirdi. Üzerindeki baskıyı hafifletebilmek için bir milyon Suriyelinin geri gönderileceğine dair tek taraflı, seçmeni seçime kadar oyalayacak, Suriye’nin egemenliğine aykırı planlar yapmaya çalıştı.

Bu sorunu tam olarak hiçbir iktidar çözemez. Dış politikada birkaç diplomatik hamleyle bazı sorunlar halledilebilir ama yıllardır buraya yerleşmiş, çocuğunu okula gönderen, işte çalışan insanların bir belirsizliğe, hem de zorla gönderilmesinin imkanı yok. Ama hem iktidara hem muhalefete seçime kadar etkili bir araç lazım. En kolayı, en az maliyetlisi şimdilik bu.

Köşe Yazıları Haberleri