"Dünya tarihindeki en korkunç bombayı keşfettik."
Dönemin ABD Başkanı Harry Truman 16 Temmuz 1945’te ilk atom bombası testi Trinity’nin “başarılı” geçtiğini öğrendikten sonra günlüğüne bu satırları yazmıştı.
Dünya henüz atom bombasının ne mene bir şey olduğundan haberdar değilse de aralarında Truman’ın bulunduğu bir grup her şeyin farkındaydı. Bundan sebep Truman’ın (kendi tarafının) can kayıplarını azaltmak için İkinci Dünya Savaşı’nı daha çabuk sonlandırmak gerekçesiyle aldığı Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atma kararı, hiç de öyle sonuçlarının öngörülemediği bir karar değildi. Hatta bu karar o kadar planlı uygulandı ki; keşif uçakları her iki şehirde de insanların yoğun olarak sokağa çıktığı saatleri bile tespit etmişti.
Nitekim 6 Ağustos’ta yerel saatle 08.15’te Hiroşima, 9 Ağustos 11.02’de Nagazaki’ye atılan bu iki bomba, geride bıraktığı dümdüz olmuş iki hayalet şehir, yüz binlerce ölü ve yaralıyla daha ilk günlerde dahi Japonya’nın belini öyle bir büktü ki; 15 Ağustos’ta Japonya, kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti. Ve böylelikle İkinci Dünya Savaşı sona erdi.
ABD’nin Japonya semalarından gözünü kırpmadan iki atom bombası bırakmasından sekiz yıl sonra; 1953’te Amerika’nın çiçeği burnunda başkanı Eisenhower Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşuyordu. “İnsanının mucizevi yaratıcılığı”nı kullanarak “korkunç atom ikilemini” çözmekten söz ediyor; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD ile SSCB arasında başlayan soğuk savaşa ve artan nükleer yarışa referansla "Savaş için atom" konusundaki endişesini ve elbette ABD’nin nükleer gücünü anlatarak “Barış için atom” diyordu. Gökten zembille inmişti sanki o bombalar! Kendisinin dahli olmasa bile -hoş Truman’ın sorumluluğu bile görmezden gelinecekti ya- bu “insanlık suçu”nun bizzat ABD tarafından işlendiğinden elbette söz etmiyordu Eisenhower. Dün dündü, bugün bugündü belli ki.
TMI ile nükleer güvenlik sorgulandı
Bu kadar ölümcül bir icadın yaşamın yararına kullanılabileceğini göstermek için elden gelen arda konmadı. İlk elektrik üreten nükleer santral haberi ABD’den değil, 1954’te Sovyetler Birliği’nden gelse de nükleer dünya heveslilerinde büyük heyecan yarattı. Kollar sıvandı; herkes “ucuz ve sürekli enerji” vaadinin; ama gerçekte son derece pahalı nükleer santrallerin peşine düştü.
Öylesi bir çılgınlık hali. Beri yandan “Barış için Atom” programı kapsamında ABD’nin ilkini Türkiye ile 1955’te imzaladığı ikili anlaşmaların sayısı da giderek artıyordu. Aynı yıl aynı program kapsamında atom düğmesini çevirerek yemeklerimizi nükleer enerjiyle pişirmeyi vaat eden “Atomik Mutfak” haberleri, “Atom çağı” manşetleri, “Atom enerjisiyle evimizi ne zaman aydınlatabileceğiz?” başlıkları gazeteleri süslüyor, “Barış için Atom” propagandası her kanaldan dünya genelinde sürdürülüyordu. Bu algı, dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren 1962 Küba Füze Krizi’yle tarumar olsa ve paralelinde nükleer silah karşıtı sesler özellikle Amerika ve Avrupa’da sokakları doldursa da artık yavaş yavaş oluşmaya başlamış nükleer endüstri, karşıt sesleri hiç üzerine alınmayarak emin adımlarla ilerliyordu.
Özellikle 60’ların ikinci yarısında nükleer reaktör inşaatları birbirini kovalıyor ve Türkiye de dahil olmak üzere pek çok ülke nükleer enerjiye meylediyordu. Zira müreffeh toplum seviyesini artık nükleer güç belirliyordu. 1973’teki petrol krizi nükleer enerjinin yıldızını daha da parlatırken, ona mukabil nükleer silah karşıtı sesler de nükleer enerji karşıtı seslere dönüştü. Ancak dünya nükleer enerji karşıtlarının haklılığını, 1979’da ABD’deki Three Mile Island (TMI) nükleer santralindeki, 7 kademeli Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne (INES) göre 5 ile derecelendirilen kaza ile anlayarak nükleer güvenliği sorgulayacaktı. Ama asıl şok 1986’da Çernobil nükleer felaketiyle gelecekti.
Çernobil’den sonra hastalıklarda kartopu etkisiyle artış
Taraflı bir yapım olsa dahi HBO’nun 2019 yapımı mini dizisi “Chernobyl”, bir nükleer felaketin kısa vadede nelere yol açabildiğini tüm dünyanın gözleri önüne sermekle kalmadı, nükleer felaketin kontrol altına alınmasının neredeyse imkansızlığını herkesin tasavvur edebilmesine de vesile oldu. Bu anlamda dizi başarılıydı. Ancak maalesef felaketin sınırları dizinin 5 bölümüne sığacak cinsten değildi.
Öyle ki Çernobil’den sonraki 10 yılda bütün hastalıklarda kartopu etkisiyle artış gözlendi. Belarus’ta ortalama yaşam süresi 74’ten 58’e indi. Belarus hükümeti kazanın ülkesinde yarattığı yıkımın 1986-2005 yılları arasındaki toplam maliyetini 235 milyar dolar olarak öngörmüştü ki, bu rakam 1991 yılında Belarus bütçesinin tam 21 katıydı. Ve kuvvetle muhtemel Belarus, öngördüğü bu miktarın daha fazlasını harcadı.
Çernobil döneminin SSCB lideri Mihail Gorbaçov çok daha sonra yazdığı “Yerküre Manifestom” kitabında -olduğu gibi alıntılıyorum- “Otuz sene boyunca, bizlere, bilim adamı A. Aleksandrov’un ifadesi olan, ‘barışçıl atomun sıradan bir semaverden tehlikeli olmadığı’ telkin edilmiş ve hatta Kızıl Meydan’a bile bir nükleer santral kurmanın hiç bir sakıncasının olmadığı söylenmişti” diyerek hayal kırıklığını anlatacaktı.
Felaket halen kontrol altına alınamadı
Lakin nükleer endüstri durmuyordu. Çernobil’in sorumluluğu kah sosyalizme, kah köhneleşmiş bürokrasiye, kah Sovyetlerin teknolojisine, kah votkayı kaçırmış bir teknikere bağlanmıştı çoktan. Zaman nükleer pazara da ilaç olmuştu. Santraller çalışıyor, ufak tefek kazalar gündem dahi olmuyordu. Ve 2000’lerin başında “Nükleer Rönesans” kavramı ortaya atıldı. Nükleer endüstri güvenliklerini öve öve bitiremediği yeni nesil reaktörlerle şahlanmayı planlıyordu belli ki. Yeniden nükleer enerjiye övgüler düzülmeye başlandı gazetelerde. İşin şirazesi o kadar kaçtı ki; nükleer enerji “çevreci” olarak tanımlandı ve iklim değişikliğinin müsebbibi kömüre alternatif olarak sunuldu. Ta ki 11 Mart 2011’e kadar. Deprem ve depremin tetiklediği tsunami, Japonya’nın Fukuşima kentinde tıpkı Çernobil gibi INES göre en üst seviyeyle (7) tarif edilen bir nükleer felakete neden oldu ve aradan geçen 10 yıla rağmen felaket kontrol altına alınamadı. O kadar ki; hala radyoaktif sular biriktikçe birikiyor, toprak kirleniyor, radyasyon sızıntısının miktarı dahi belirlenemiyor. Temizlik için kullanılan robotlar yüksek radyoaktivite yüzünden kısa sürede bozuluyor ve Fukuşima kaynaklı radyasyon Amerika kıyılarına vurdukça vuruyor. Ve hala nükleer santraldan havaya, suya, toprağa; yaşama radyasyon sızıyor.
Peki, iki nükleer bombanın her iki kentte tüm yaşama kastetmesi, o tarihten bu yana dünyada yapılan 2 binin üstündeki nükleer silah testinin sinsice yaşamı tehdit etmesi, hadi diğer kazaları geçelim, nükleer santrallerin dünya çapında iki felakete yol açması tesadüf mü? Asla. Bazı devletler bu felaketlerin müsebbibi nükleer ısrarlarından bir türlü vaz geçmiyorlar, olan bu. Tekerrür eden tarih değil, iktidar odaklarının hırsları. Aynı hataları yapıp farklı sonuçlar beklemenin dayanılmaz hafifliği içindeler. Lakin dünya daha fazla hatayı kaldıramayacak belli ki. Kendisi beni affetsin, ama Eisenhower’ın iddiası çoktan yanlışlandı. Böylesi ölümcül bir icat, nükleer santral ya da nükleer silah formlarından hangisinde olursa olsun ne barışın, ne de yaşamın yararına kullanılabiliyor işte. Dünyevi tecrübeyle sabit.