Son günlerde hayat ve siyaset normal bir insanı yıpratacak hıza erişti. Yetişmek bir yana artık anlamak da güçleşiyor. Böyle zamanlarda kafayı dinlemek için benim çözümüm eskiye, çok eskiye dönmek, biraz o hikayeler içinde kaybolmaktır.
Perşembe - pazar videoları kadar heyecanlı olmasa da “Tam yerine denk geldi manzara koyduk” diyelim ve 29 Mayıs vesilesiyle biraz Mimar Sinan’ın hikayesinin içinde gezelim istedim.
Belki biraz ruhumuz dinlenir.
Mehmet Akif, Kanuni ve Sinan’ın ruhlarının vücut bulduğu Süleymaniye Camii’nin hikayesini şu kısacık şiirinde ne güzel anlatır.
"Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
iki kazma kürek, iki de ırgat gerek,
Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.”
Sinan sonradan silüetine imza atacağı İstanbul’un fethi ile aynı gün olan 29 Mayıs’ta Kayseri’nin Ağırnas köyünde Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Yıllar 1489’u göstermektedir.
Babasının adı Osmanlı döneminde devşirmelerin “baba adı” olarak verilen isimlerden Allah’ın bir kulu manasına gelen “Abdulmennan”dır. Babasının marangoz ve taş ustası olduğu rivayet edilir.
BİR PERGEL GİBİ
Yavuz Sultan döneminde ilk defa batı dışında Anadolu’dan da erkek çocuklar devşirilmeye başlanır. Bir devşirme olarak oldukça ileri bir yaş olan 20’li yaşlarda devşirilen Sinan kendi hikayesini Tezkiret-ül Bünyan kitabında şöyle anlatır:
"Bu değersiz kul, Sultan Selim Han'ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülger seçildim. Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbul’a dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.”
10 GÜNDE KURDUĞU KÖPRÜYLE BAŞ MİMAR
Sinan, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferine katılır. Ardından Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman’nın emrinde yeniçeri olarak Belgrad, Rodos, Mohaç meydan muharebelerinde bulunur. Gösterdiği yararlıklar sebebiyle başteknisyenliğe kadar yükselir.
1533 yılında Kanuni’nin İran Seferi sırasında Van Deryası’nda karşı sahile gitmek için iki haftada üç kadırga yapıp donatarak büyük bir itibar kazanır. 1538 yılında Karaboğdan Seferi’nde ordunun Prut Nehri’nin geçmesinde 10 gün içinde kurduğu köprü kaderini tamamen değiştirir ve 99 yıllık ömrünün 49 yılını geçireceği Baş Mimarlığa başlar.
Kanuni Sultan Süleyman, padişahlığının 30. yılında İstanbul’un yedi tepesinden üçüncü tepe olarak bilinen Beyazıt Tepesi’ne görkemli bir camii yapmaya karar verir. Yahya Kemal'in "En güzel mabedi olsun diye en son dinin / Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin" dizeleriyle anlattığı külliyenin yapımı elbette Baş Mimar Sinan’a emanet edilir.
Sinan, külliye üzerinde çalışmaya başladığında aklında, bilinçaltında hep Ayasofya’yı aşmak vardır. Kubbe yüksekliğinde Ayasofya’yı geçmek ister. Süleymaniye’de geçmese de Selimiye’de o yüksekliği geçecektir.
Süleymaniye adeta İstanbul’da Osmanlı’nın mührü olacaktır. Kubbeyi taşıyacak 4 fil ayağı İslam’ın dört halifesini temsil ederken İstanbul’un fethinden sonraki 4. padişah olan Kanuni 4 minare ile temsil edilmiştir. Şerefelerin sayısı ise Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana 10. padişah olduğunu sembolize eder.
İNŞAAT UZADIKÇA BAŞLAYAN DEDİKODULAR
1550 yazında cami için ilk kazma İstanbu’un kalbine vurulur. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde bu uzun ve meşakkatli süreci şöyle anlatır:
"Bütün Osmanlı ülkesinde ne kadar bin mükemmel üstad mimar yapı ustası işçiler ve taşçılar ve mermer işleyenler varsa hepsini toplayıp üç yıl bütün ayakları bağlı forsa temelini yerin altına indirdiler. Üç senede binanın temeli yeryüzüne yükselip bina meydana çıktı. Bir yıl o halde kaldı...”
Külliyenin yapımı uzadıkça önce saray çevresinde başlayan dedikodular sonra sınırları aşıp Acem ellerine kadar varmıştır. Vaktin İran Şahı Tahmaz, durumdan haberdar olunca acele olarak Kanuni’ye bir kutu mücevher ve bir mektup gönderir. Şah'ın övgülerle başlayan mektubu, "İşittik ki, camii tamamlamaya kudretiniz kalmamış. Size mücevherat gönderiyoruz. Bu cevherleri satıp ve camii bitirmeye gayret ediniz ki, bu hayırlı işinizde bizim de hissemiz ola..." diye biter.
“CEVAHİR MİNARESİ”
Kanuni’yi küçük düşürmek isteyen İran Şahı'nın bu alaylı üslubuna öfkelenen Kanûnî Sultan Süleymân kutu içindeki mücevherleri elçinin huzurunda Mimar Sinan'a vererek, "Bu kıymetli diye gönderilen taşlar, caminin taşları yanında kıymetsizdir. Şimdi altın ve mücevherleri cami inşaatına götürüp harcın içine döküp, iyice karıştır. O kadar iyi karıştır ki, hiçbir altın ve mücevher harç içinde görünmesin" der.
İşte bu karışım, Süleymâniye Camii'nin üç şerefeli sol minarenin yapımında kullanılır, bu nedenle Üsküdar’da doğup Edirnekapı’da batan güneşin parlattığı rivayet edilen bu minareye "Cevahir Minâresi" denir.
NARGİLE, İS ODASI, TURŞU KÜPLERİ
Tüm bu hadiseler içinde camii inşaatı 7. yılına girmiştir ve sabırlar taşmıştır. Caminin inşası devam ederken, halk arasında, Mimar Sinan’ın cami mihrabında nargile içtiği söylentisi yayılır. Kanuni Sultan Süleyman buna pek ihtimal vermese de beklenmedik bir zamanda camiye ani bir baskın yapar. Gerçekten de Mimar Sinan mihrapta nargile fokurdatmaktadır.
Kanuni’nin davudi gür sesi cami inşaatında yankılanır “Mimarbaşı, camide nargile içildiği görülmüş şey midir? Sen böyle bir iş etmezdin, nedir bu işin hikmeti?” diye öfkeyle seslenir. Sinan elinde nargile şişesiyle başı önde saygıyla “Padişahım, eğer dikkat buyurursanız nargilemde ne tömbeki ne de tütün bulunur. Ben yalnızca suyun fokurdamasının oluşturduğu sesin cami içinde nasıl yayıldığına bakıyorum. Eğer suyun sesi caminin her köşesine eşit olarak yayılıyorsa, cami tamamlandığında Kuran okuyacak hocanın sesini 60-70 metre ötedeki cemaat bile rahatça duyacaktır.” der.
Ve heyecanla anlatmaya devam eder.
“Bir de ‘İs odası’ inşaa gayretim var Hünkarım. Mebzul miktarda kandil ve mihrabın iki yanındaki devasa mumlar ile aydınlattık mekanı. Mumlar yandığında çıkan isin cami duvarları ve süslemelerine zarar vermemesi için orta kapının üstünde is odası yaptım. Kandillerden çıkan is, mihrabın aksi yönünde ilerleyerek ana kapının üzerindeki is odasında toplanacak. Elde ettiğimiz isle mürekkep elde edeceğiz. Bunlarla kulunuz Hattat Başı Ahmet Karahisari camii için lüzum gelen hatları tatbik edecek. Hünkarım bunlardan gayrı kubbeye yerleştirdiğim 300 kadar devekuşu yumurtası var. İnsan burnunun duymadığı lakin hafif bir koku yayarak örümcek ve akrepler gibi haşaranın camiiden uzak durmasını sağlayacak” der…”
Baştaki öfkesi hafifleyen Kanuni caminin orta yerinde duran onlarca turşu küpünü göstererek Sinan’a “Peki bunlar nedir? Bu küpler ne hacetle buradadır?” diye sorar.
Sinan ; “Padişahım onlar da ses için, akis için Kapadokya için civarından tedarik edildi. Kubbe içine yerleştirip arz ettiğim gibi müezzinin sesini tüm cemaate ulaştırmak gayretim var. Yaptığım hesaplamalara göre sesi mimberden, kubbeye, oradan cemaatin en sonuna ulaştırabileceğim. Bir hata yapmıyorsam sesin aksini 3 saniye kadar caminin içinde gezdireceğim” dediğinde Kanuni ikna olmuştur ama ikazını yaparak maiyeti ile camiden ayrılırken dönüp Sinan’a “Mimar Başı gayretine ve titizliğine itimat ediyorum lakin birkaç seneye daha tahammülümüz kalmamıştır” der. Sesi şefkatli ama hükmedici bir kararlılıktadır.
“KALFALIK ESERİM”
Bu hadiseden bir yıl sonra sene 1557’yi gösterdiğinde camii bir cuma günü açılır. Kanuni, ‘Koca Sinan inşaadaki gayretin ve çektiğin meşakkat sebebiyle camiyi senin açman evladır” diyerek camiyi Mimar Sinan’a açtırmak ister. Sinan, “Hünkarım Hattat Karahisari bu camii hatları tezyin ederken gözlerinden rahatsızlandı. Bu şerefi ona bahşedelim” der. Bunun üzerine Süleymaniye’nin açılışı Hattat Karahisari’ye yaptırılır.
Sinan, Süleymaniye’yi bitirdiğinde 60 yaşındadır. Buna rağmen “kalfalık eserim” diyecek kadar tevazu sahibi ve ileride “ustalık eserim” diyeceği Selimiye Camii gibi bir şaheseri yapacağını tahmin edecek kadar öngörü sahibidir.
Kanuni’nin Süleymaniye Külliyesi’ne “Kalbim” demesinden etkilenen ve ona büyük bir tutkuyla bağlı olan eşi Hürrem Sultan “Beni kalbinize gömün” diye vasiyet eder. Ve bugün Kanuni ile birlikte yan yana Süleymaniye camii bahçesinde uyumaktadır.
SUSUZ BİR EVDE ÖLÜR
“40 Çeşmeler” eseriyle İstanbul’un su sorununu bitiren, Kanuni’nin sözlü emriyle evinde ilk su tesisatı yapma izni verilen kişidir Sinan. Emir, ferman olarak kayıtlarda olmadığı için 98 yaşında evinin suyu kesilir ve 99 yaşında susuz bir evde hayata gözlerini yumar.
Tüm dünyada olduğu gibi ırkçılığın yükseldiği 1930’ların ortasında Türk olduğunu ispat etmek için kafatası türbesinden çıkartılıp, ölçülmek üzere Ankara Dil Tarih Coğrafya fakültesine götürülür ve orada kaybedilir. 1960’ta sandukası açıldığında Mimar Başı Sinan’nın başsız bedeniyle karşılaşılır.
Kanuni’nin ısrarına rağmen türbesini camii bahçesinde yapılmasını vasiyet etmez. “Padişah’ım bir köşede kıvrılırım” der. Şimdi eşsiz eseri Süleymaniye’nin herhangi bir minaresine çıktığınızda türbesi bir ressamın imzası gibi bahçe dışında alt köşede durmaktadır.
Şairin dediği gibi
Âbidesi hesaplardan taşarken
Mîmârı, kendini çekmiş ortadan…
Başarı burdadır, tevâzû burda;
Bakıp, bize örnek olsunlar diye
Görkemin tevazu değil zorbalık olarak anlaşıldığı bu günlerde şu sözü hiç unutmayalım:
Kainatta her şeyin bir hesabı vardır…Hesabın da en ustası bu cihanda Koca Sinan’dır.