TEZCAN DURNA[1]
Nisan ayının ilk günlerinde, seçim kararı alınmasının ardından AGİT’ten bir uzman daha önce dersime katılan bir öğrencimin aracılığıyla Türkiye medyası ve seçim güvenliği temalı bir görüşme yapmak istediğini iletmişti. Şimdi geriye dönüp baktığımda üç saatten fazla süren bu görüşmede sorulan sorular ve benim bu sorulara verdiğim yanıtların ne kadar hayati olduğunu daha iyi anlıyorum. Kuşkusuz sorulan soruların ve benim bunlara verdiğim yanıtların hepsi de bizlerin acı şekilde malumuydu. Sorular ağırlıklı olarak seçim güvenliği, propaganda sürecinde anaakım medyanın tavrı ve medyaya yönelik baskı, sansür uygulamaları ile ilgiliydi. Hatta ben bazı sorulara içten içe “bu sorunun yanıtına sahiden ihtiyacı var mı, hatta gerçekten bu sorunun sorulmasına ihtiyaç var mı?” diye düşünmüştüm. En çok da bu tür soruları yanıtlarken zorlanmıştım. Bazen insan en iyi bildiği konuyu anlatmakta en fazla güçlük çeker, tıpkı kendini anlatmakta güçlük çektiği gibi. İnsan yine bazen içinde bulunduğu durumun vahametini kendisine bu netlikte itiraf edemeyebilir, çünkü en son umut biter.
Lafı bu kadar dolandırmanın ne gereği var şimdi değil mi? Aslında yine sanırım içinde bulunduğumuz durumun vahametini net bir şekilde anlatmaktan çekindiğim için lafı dolandırıp duruyorum. Çekinmek derken korkudan dolayı çekinmekten bahsetmiyorum elbette, kendine itiraf etmekten ürkmek asıl kast ettiğim. Zira korkuyu çoktan aştık, tam da eskilerin deyimiyle “ölmüş eşek kurttan korkmaz” kıvamına gelmiş haldeyiz. Lafı daha fazla dolandırmayayım. Bir hayal kurduk: Ülkedeki bütün kötülerin, vicdansızların, sadece kendini düşünenlerin, özetle vasatın iktidarının bir seçimle yok olacağını, en azından tamamen güçten düşeceğini hayal ettik. Bütün kötülüklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların telafi edileceğini bütün bunların müsebbiplerinin cezasını çekeceğini düşledik. Kötü bir Yeşilçam filminde olduğu gibi “iyilerin kazandığı” bir sonla biteceğini düşündük kendi yaşamlarımızın sıradan figüranları haline getirildiğimiz avantür filmin. Buna iyisiyle kötüsüyle tüm toplumun ihtiyacı vardı belki. Ama toplumun bir kısmı bu hayalin peşinden giderken, bir kısmı bu hayali, gerçekten bir hayal olarak görmüş belli ki. Hayal kurmanın çocuklara, naif insanlara, güçsüzlere, duygusallara has bir davranış olduğu düşüncesinden hareketle toplumun bir kısmı somut, elle dokunabildiği “gerçekliğe”, daha doğrusu kıyıcı bir gücün öylesine uyduruverdiği hakikate meyilliymiş. Bu meylin sahiden bir gerçeğe tekabül edip etmediği tartışması bir yana, sonuç toplumun bir kısmı için kâbus gibi göründü.
Karşımıza çıkan manzara, uyuyup uyuyup her uyandığımızda bir kâbusa uyandığımız bir yakıcı gerçeklik. Uzun zamandır hissettiğimiz bir duygu belki de deneyimlediğimiz: Hepimiz Westworld[2] dizisindeki robotlar gibi, her gün ölüyoruz ve aynı şeyleri yaşamak-yaşatılmak için yeniden canlandırılıyoruz. Bu duygu çoğu zaman derin bir çaresizliğe düşürüyor. Ne var ki, bir hafızası, bilişsel bir muhakeme yeteneği olan ve birilerinin ve kendisinin çektiği acıdan mutsuz olabilme yeteneğini henüz kaybetmemiş kanlı canlı bir varlık olmak çaresizliğe teslim olmanın önüne geçiyor. Buna Spinoza Conatus diyordu. Özetle çaba, mücadele, azim, yaşama asılma ve pes etmeme, eskilerin deyimiyle mukavemet etme olarak tanımlayabiliriz bunu. Ancak bu kavramın bir anlamı da, kendi varlığımızın farkına başkalarını fark etmekle varmak. Yani birilerinin gerçek olarak algılayıp meylettiği hakikatin neden bizim de hakikatimiz olamadığını ayırt etmek bu açıdan baktığımız zaman hayati bir önem taşıyor. Yazdıklarımı geri dönüp okuduğumda hala lafı çevirmeye devam ettiğimi fark ettim. Belki de lafı çevirip dururken meramımı fark etmeden anlatabilmişimdir, kim bilir. Tekrar dönüyorum mevzuya.
Hayalle umudu birbirinden ayıran çok önemli iki unsur vardır: Aklıselim ve rasyonalite. Hayal kurarsınız; insan ulaşmayı amaçladığı yer, olmayı düşlediği şey, içinde yaşamayı istediği yaşam koşullarıyla ilgili önce hayal kurar kuşkusuz. Ama kurduğu hayallerin çok azı gerçekleşir. Umut etmek ise, ayakları yere bastığı sürece insanı yaşama bağlayan, kendisi dışındakilere güven duymayı pekiştiren bir eylemdir. Ancak umut etmekte tereddüt etmemekle birlikte hayale de uçarı bir şekilde kapılmamak gerekir. Bu ikilemin dengesini iyi tutturmak insanı tuhaf savrulmalara, derin karanlıklara, boşlukta salınmalara düşmekten alıkoyar. Terry Eaglaton İyimser Olmayan Umut başlıklı kitabında bu karmaşadan kurtulmak için umut etmenin sınırlarını şöyle tanımlamaya çalışıyor umudun akraba olduğu diğer erdemlerle bir arada düşünerek:
“İnanç, umut ve yardımseverlik: Teolojik olarak nitelendirilen bu üç erdem anlamından saparak yozlaşabilir. İnanç bönlüğe, yardımseverlik aşırı duygusallığa ve umut kendini kandırmaya kayar. Aslında, suya düşme ihtimalini düşünmeden ‘umut’ kelimesini zikretmek güçtür. Umut dendiğinde akla hemen ‘sönmüş’ ya da ‘boş’ gibi sıfatlar üşüşür… Modern zamanlarda umut en az, karşıtı olduğu söylenen nostalji kadar kötü bir intibaa sahiptir. Buna göre, umut dokunsan kırılacak bir kamış, uçan bir kale, arkadaşlığı hoşa giden kötü bir kılavuz, besin değeri düşük ama lezzetli bir sos gibidir. Çorak Ülke’de nisan en zalim aysa, bunun nedeni insanda yeniden doğuşa dair boş umutlar uyandırmasıdır”.[3]
Bizler bu ülkede barış içinde, huzurlu bir şekilde, hukukun önünde hakkımızın yenmeyeceğinden emin olarak, hakça bölüşümün mümkün olduğuna insanları inandırmaya çalışarak bön bir umuda mı kapıldık 14 Mayıs 2023’te yapılan ilk tur seçimde? Mevcut iktidar tüm karanlığıyla, baskısıyla, kıyıcılığıyla, korkusuyla, paniğiyle üstümüze çökmüşken başımızı bu çöküntünün altından çıkararak bas bas bağırmaya çalıştık. Umutlar sahiden de seçim sonuçlarına bakarak suya mı düştü? Beklenen bahar kara kışa mı döndü? Karalar mı bağlamalıyız bu saatten sonra? Ülkenin mayası bu mu? Bu soruları herkes birbirine soruyor son günlerde. Soruları sonsuzca çoğaltmak mümkün. Soruların yanıtlarını verirken bir de şöyle düşünmek mümkün: 14 Mayıs seçimine giderken, devletin bütün kuruluşlarını, bakanlıklarını, kolluk güçlerini, merkez bankasını, kasasını, uçaklarını, sanayi komplekslerini, enerji kaynaklarını, savunma sanayiini, diplomasisini, denetleyici ve düzenleyici kuruluşlarını seferber edip, yetinmeyip üstüne bütün özel ve kamu ana akım medya kuruluşlarını asker edip seçim kampanyası düzenleyen, bununla da yetinmeyip bütün yalan ve kurgu mekanizmalarının ürettiği yalanları halkın üstüne boca eden iktidar halkın yarısının desteğini bile alamamıştır. Bütün yalan ve baskıya direnen hala yüzde elliden fazla insan vardır bu ülkede ve dünyanın dört bir yanına dağılmış olarak. Dünyanın dört bir yanından bin bir zahmetle oy sandıklarına ulaşmaya çalışan, aslında “tuzu kuru” diyebileceğimiz insanlar, sırf bu ülke bu karanlıktan, bu yağma düzeninden kurtulsun ve uçuruma yuvarlanmasın diye oy kullanan insanlar var. Bu boşuna bir umut mudur? Sahiden de umut etmek için yeterli neden yok mudur?
Bu coğrafyada insanca yaşamak, hakça paylaşmak, hukukun karşısında eşit olabilmek kolay değil. Kimse elde ettiği konforu ve refahı kaybetmek istemiyor. Bu kayıplara katlanmamak için, despotların ve despotçukların hamasetlerine, yalanlarına, yaydıkları korkulara kolayca tamah edebiliyorlar. Ama şunu kaçırıyor böyle düşünen insanlar: Aslında hepimiz birbirimize bağlı-bağımlıyız. Tıpkı bir ormandaki ağaçların köklerinin birbirine karışması gibi birbirimize karışmış durumdayız. Birimizin kazandığı fazladan kazanç diğerinin yoksullaşması anlamına geliyor. Birimizin cebinden çıkan fazladan para birilerinin hamaset dolu nutuklarının yarattığı örtü altında başkalarının cebine giriyor. Ama istediğiniz kadar güvenlikli evlerde oturun, istediğiniz kadar zırhlı araçlarla seyahat edin, halkın öfkesinden kimse sizi koruyamaz. Şu ana kadar öfkeyi kendinden uzak tutmak için sahte öfke hedefleri işaret etme konusunda maharet göstermiş olabilir despot ve despotçuklar. Ancak yolun sonuna geldik. Öfke sel olup akacak yer arıyor. Ancak bu öfkeyi öncelikle sandığa yönlendirmek ve bu işi barış içinde halletmek gerekiyor. Belki de bu son şansımız.
14 Mayıs’tan önce toplumun büyük bir çoğunluğu, artık sürekli terörist diye işaret edilmeyen, azarlanmayan, birilerinin öfke, korku ve hınçlarının başkalarının üzerine yönlendirilmediği, huzurlu ve barış içinde bir toplumun yeniden kurulabileceğine inandı. Bu inancın temelinde hiç de ayakları yere basmayan bir umut yoktu. Gayet makul, gayet ayakları yere basan, somut gerçeklere dayanan bir umuttu beslenen. Bu umut suya düşmedi, hala dipdiri orada duruyor. Böyle bir toplumun kurulacağına olan inanç seçimin sonuçlarına rağmen hala boş değil. Yine bu noktada Eaglaton’a kulak verelim:
“İnanç bir güven meselesidir, dolayısıyla bir tür yardımseverlik veya fedakârlık gerektirir. Ötekinin, parmaklarının arasından kayıp gitmenize izin vermeyeceğine duyduğunuz sarsılmaz inançtır ve umudun temelini, ötekinden vazgeçmeyeceğinize duyduğunuz güven oluşturur… Bu bakımdan, umut arzuyu, dolayısıyla kelimenin geniş anlamında sevgiyi içerir. Kişinin neyi hakkıyla umabileceğini gösterense inançtır ve bu iki erdem kaynağını en nihayet yardımseverlikten alır…”[4]
Bu seçim gerçekten de artık bir inanç meselesi haline gelmiştir. Bu, kutuplaştırılmış ve ortasından ikiye bölünmüş bir toplumun yarısının diğer yarısına karşı inancının tazelenmesi seçimidir. Bütün toplumun içine ekilen nefret tohumlarının ayıklanarak, inanç, umut ve yardımseverlik duygularının beslediği sevgi tohumlarının yeniden ekilmesinin seçimidir önümüzdeki seçim. Bu toplum nefretten, kinden, birbirinden kuşkulanmaktan yoruldu. Bu yorgunlukla güvenli bir yola çıkacak takati kalmadı belki. Belki bu yola birbirimize el vererek son bir gayretle çıkabiliriz. 28 Mayıs’ta aslında her şeyin bitmediğini, en son umudun öldüğünü göstermenin zamanıdır.