Yaşamları ve mekânları dümdüz eden Kahramanmaraş merkezli depremlerin üstünden bir yıl geçmişken, buna rağmen kazara hayatta kalanlar “ölmediklerine” pişman eden yaşam koşullarına mahkûm halde yaşarken, bu mahkûmiyetin öfkesi, acısı ve ıstırabı tüm tazeliğiyle gözümüzün önünde dururken bu yazıyı yazmak konusunda çok tereddüde düştüm. Yalnız şimdiye kadar neye mal olursa olsun içimden gelenleri söylemek ve yazmak konusunda kendimi tutamadığım gibi bu satırları yazmaktan da geri duramadım. Çünkü bu yazı biraz da iğneyi yöneticilere batırmayı ama asıl olarak çuvaldızı kendimize batırmayı önerecektir. Bunun için size birkaç örnek vereceğim ve bu örnekler hepimize çok şey söyleyecektir.
Depremler olduktan çok kısa bir süre sonra bir grup gencin davetiyle bir sivil toplum kuruluşuna deprem ve medya başlıklı bir sunum yapmaya gittim. Tabi ki sunumda medyanın depremleri haberleştirme konusundaki bildik tavrını anlatmaya, açıklamaya çalıştım. Temelde dikkat çekmeye çalıştığım ise medyada izlediğimiz felaket haberleri başta olmak üzere neredeyse bütün haberlerin bize ne yaptığı ve bizim ne yapmamızı salık verdiği konusuydu.
Bu makine bize şunu söyler: "Her haberin anlattığı olay ve olayın içindeki her özne sizden uzaktadır"
Bunu ise şöyle özetlemiştim:
“Haberlerin büyük çoğunluğu, en nihayetinde dünyanın dört bir yanında, tamamen farklı konumlarda bulunan ve bir takım şeyleri fena halde yanlış anlamış olan insanların öyküleri mahiyetindedir. Bu insanlar, duygularına hâkim olamamış, takıntılarını dizginleyememiş, doğruyla yanlışı ayırt edememiş ve halâ vakit varken makul bir tepki gösterememişlerdir. Onların başarısızlıklarını ziyan etmemeliyiz. Haberler tıpkı edebiyat ve tarih gibi, aygıtların en hayatisi, yani bir tür ‘hayat simülatörü’, genel olarak kendi hayatlarımızda baş etmek zorunda kaldığımız şeylerin çok ötesinde muhtelif senaryolara bizi sokup çıkaran ve bu sayede güvenle risk almamızı sağlayan, vereceğimiz tepkilerin en iyisini yavaş yavaş oluşturmamıza yardımcı olacak bir nevi makine gibi vazife görebilir…” 1
Biraz daha açacak olursak bu makine, aslında bize temelde şunu söyler: “İzlediğiniz, dinlediğiniz, okuduğunuz her haberin anlattığı olay ve olayın içindeki her özne sizden uzaktadır.” Siz tam da bunları izleyen konumunda olduğunuz için o olay sizin başınıza gelmemiştir. Bu haberi salonunuzdaki koltukta rahat bir şekilde izliyorsanız, ofisinizde sükûnetle cep telefonunuzdan takip ediyorsanız, radyodan ya da podcastten sakin sakin dinleyebiliyorsanız, emin olun bu gördükleriniz ve dinledikleriniz sizden uzaktadır. Zaten tam da haberin alametifarikası olan sıradışılık nedeniyle, bu tür olaylar müstesna olaylar olduğu için, sizin başınıza gelme ihtimali de çok düşüktür.
Felakete uğrayanların yaşadıkları acıyı haberin yansıtması mümkün değildir
Habere atfedilen sıradışılık, izleyende okuyanda, dinleyende empati kurma ihtimalini zaten büyük ölçüde yok eder. İşte bu nedenle felakete uğrayanların yaşadıkları acıyı haberin yansıtması doğalında mümkün değildir. İşin içine bir de sahiden acıyı derinden yaşayanların sesi taammüden kısılırsa empati ihtimali tümden yok olur. Depremlerden sonra bazı ana akım televizyon kanallarının canlı yayında, yardım ve kurtarma ekiplerinin uzun süre boyunca gelmediğini dile getirerek “nerede devlet?” diye haykıranları ekrandan uzaklaştırdığını da anımsarsak acıyı birebir ve yürekten hissedenlerin ne kadar ekranlara yansıyabildiğini de daha iyi anlayabiliriz.
Kuşkusuz kendi hayatlarımız söz konusu olduğunda güzel haberlerin insana iyi geldiği aşikâr olsa da, belli ki bu başkalarının hayatlarıyla ilgili haberleri dinlerken geçerli değildir. Çoğunlukla tanımadığımız insanların çektiği acıları öğrenmenin, tuhaf fakat yadsınamaz faydası vardır. Ancak mevcut ekonomi politik koşullar altında yapılanmış medyanın verdiği felaket haberlerinde bunun faydadan çok yabancılaşma etkisi yarattığı ortadadır. Çünkü haber izleyeni habere konu olan olaya yakınlaştırmak yerine bir anlamda ondan uzaklaştırır. Tekrar altını çizmek gerekirse o olayı siz izliyorsanız o olay sizden uzaktadır. Bu içinden çıkılmaz paradoksu aşabilmek için mümkün olduğunca olayın mağdurlarına kulak vermekten ve herkesten çok onların sesinin çıkmasına fırsat tanımaktan başka bir yol yoktur. Çünkü onlar dışında konuşan herkes sadece hariçten gazel okur. Boşuna denilmemiştir: Ateş düştüğü yeri yakar.
Neyse söz konusu sunumu uzun uzun anlatmanın anlamı yok şimdi. Asıl ne demek istediğime geleyim. Ben sunumun sonuna doğru, biraz da olsa şeytanın avukatlığını yapmak için, deprem bölgesindeki kentlerde deprem yönetmeliğine uygun olmayan binaların yapılması, imar aflarından yararlanma eğilimi ve insanların bu türde binalara sahip olma, buralarda oturma hevesinin de bu yıkımı derinleştirmiş olabileceğinden bahsettim çekingen bir şekilde.
Haliyle acılar çok yeni, öfke büyük, bütün kabahat baştaki yöneticilerde kuşkusuz, önlemler alınmalıydı, deprem bölgesinde deprem yönetmeliğine uygun zeminlerin seçimi, bu yönetmeliğe uygun binaların yapımının sağlanması en başta yönetimde olan yetki sahibi kişilerin sorumluluğundadır. Bu sorumluluk yadsınamaz ve bunun hesabının sorulması muhakkak gerekli. Elbette ülkenin içinde bulunduğu hukuksuzluk ortamında ne kadar mümkün olursa! Ancak nihayetinde o yöneticileri seçen, o yöneticilerin getirdiği usulsüzlüklerden yararlanarak mal mülk sahibi olmak isteyen de bir kitle var. Amiyane tabirle at da binicisine göre hareket etmez mi? Bu tür politikaların alıcısı var ki satıcı makbul oluyor. Ben bütün bunları biraz da çekinerek dile getirdim. Neyse ki salonda Malatya’dan gelmiş emekli bir öğretmen söz alarak söylediklerimi destekler nitelikte tespitler yaptı. Kendisi de bir depremzede olan emekli öğretmen bu söylediklerime kendinden örnek vererek şöyle söyledi: “Malatya’da o kadar çok kayısı bahçesi imara açılıp içine deprem yönetmeliğine uygun olmayan şekilde yeni ve modern site yapıldı ki, inanamazsınız. Hepimiz de oturduğumuz evlerden çıkıp bu yeni, modern, lüks sitelerden evler aldık. Hâlbuki oturduğumuz eski evlerimiz belki daha sağlamdı. Aynı zamanda o kadar tarım arazimiz inşaat uğruna heba oldu gitti”.
Konu hassas, acılar taze ve öfke hala yakıcı olduğu için mevzuyu daha fazla uzatmadan deprem bölgesi haricinde başka yerlerden örnek vererek ne demek istediğimi daha iyi anlatabilirim sanırım. Geçtiğimiz yaz ilk defa gittiğim Çanakkale’nin şirin bir ilçesi Ayvacık’tan bahsedeyim. Çanakkale’nin diğer ilçelerine nazaran burası nispeten denize uzak ve tam da bu nedenle yazlık evlerle henüz dolup taşmamış. Ancak anladığım, çok kısa kalış süresi içinde bazı esnafla yaptığım kısa sohbetlerden çıkarsadığım ve tabi ki kasabanın tümüne yayılmış şantiye görüntüsünden görebildiğim kadarıyla büyük bir imar hareketi söz konusu. Küçük ve iki üç katlı binalar sırayla yıkılıp, büyük kentlerin çeperine kurulmuş binalara benzer biçimde çok katlı binalardan oluşan küçük küçük sitelerden ve apartmanlar kasabayı işgale hazırlanıyor. Yollar kazılmış, doğalgaz hizmeti sunulmuş, kasabanın içiyle birlikte dışına doğru taşmış modern apartmanlar bir heves ekonomisinin tüm işaretlerini veriyordu bize.
Demek ki sadece deprem yıkıp dümdüz etmiyor, heves de yıkıp dümdüz ediyor
Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki’nin CNN Televizyonuna çıkarak depremzedelerle arasında geçen diyaloğunu anlatmasını bahsettiğim kasabadaki imar faaliyeti gözümün önüne gelerek izledim. Aynı manzara doğup büyüdüğüm, sokaklarında koştuğum Antalya’nın Elmalı ilçesinde de hâkimdi. Uzun yıllar ilçeye hizmet etmiş kentin içindeki otobüs terminali yıkılmış, üstüne belki büyük kentlerde bile göremeyeceğiniz içinde milyonluk rezidansların bulunduğu yüksek binalar yapılmıştı. O terminalin içinde geçirdiğimiz zamanlar, anılar yıkılan ve dümdüz edilen ve yerine kondurulan heyula gibi binalarla birlikte yok olup gitmişti. Her gittiğimde ve geçtiğimde kelimenin tam anlamıyla içim cız ediyor. Demek ki sadece deprem yıkıp dümdüz etmiyor, heves de yıkıp dümdüz ediyor. Ne diyordu Özhaseki: "Ev sahipleri, eğer ölüleri de yoksa 'valla yıkıldığı iyi olmuş bize villa verdiniz' diyor."2 Bu sözde utanmazlık, vicdansızlık, hadsizlik olmakla birlikte bir haklılık payı da yok mu acaba?
Bakanın bu cümlesinde billurlaşan ve AKP iktidarını da içine alan ve yıllara sâri inşaata dayalı heves ekonomisini anlamak için mekânı aşıp tüm ülkeye sirayet eden taşra zihniyeti ile kent arasındaki ilişkiye bakmak gerekir belki de. Aslında taşrayı tanımlamak da taşraya nüfuz etmek de kolay değildir. Taşra Argın’ın da işaret ettiği gibi, “bakışa göre poz veren” bir sözcüktür.3 Sözcüğün kendisi kadar taşralı da aslında bakışa göre “poz” verir. Gerçek bakışını, duruşunu, düşüncesini kolay ele geçiremezsiniz taşra insanının. Tıpkı “taşra” sözcüğünü kolay tanımlayamadığınız gibi. Aslında her taşra olmayan, bir başka taşra olmayana göre taşradır. Bu ayrı bir tartışma konusu.
Ayrıca taşra sadece bir toprak parçasını, bir uzamı ifade etmek için kullanılmaz, aynı zamanda bir beden dilini, bir kültürü, bir davranış biçimini, duyuş biçimini de ifade eder. Taşra/taşralılık genellikle muhayyel ve baskın bir merkezin karşısında takınılan ya da kabul edilen tavrın bir tezahürüdür. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından, çevrenin merkezi kuşattığı varsayılan yetmişli-seksenli yıllara kadar taşra dediğimiz kavram, bizatihi modernleştirici kurucu zihniyetin merkez diye aldığı Batı’nın karşısında içselleştirdiği taşralılık halini, kendi çevresine kabul ettirme çabasının bir ürünüdür. Bu pratik, yerine göre taşra güzellemesi yapılarak, yerine göre taşralıya “şark kurnazı” yakıştırması yapılarak, yerine göre de, taşralının saflığı, kentlinin bozulmuşluğu karşısına konularak yapılır. Her halükarda taşra “bir merkezin ya da dışarlıklı olduğu farz edilenin belirleyiciliğinde tanımlanır.” Böylece taşranın kendini taşra olarak kabul etmesi de ancak merkezin dilini ve söylemini içselleştirmesiyle mümkün olabilir.4 Nitekim AKP iktidarının yirmi yıllık iktidarı taşranın merkezin dilini ve söylemini içselleştirme ve hatta çevrenin merkez olma hevesinin tarihidir.
Taşranın farksızlığı, kapitalizmin üretim ilişkileri olarak oraya sızmış olmasından kaynaklanır
Kapitalizmin globalleştirici ve girdiği her mekânı düzleştirici etkisi göz önünde bulundurulursa, taşra ile kent arasında pek de bir fark kalmadığını söyleyebiliriz. Aslında taşranın farksızlığı, kapitalizmin hem simgesel düzeyde, hem de somut üretim ilişkileri olarak oraya da sızmış olmasından kaynaklanır. Harvey’in de belirttiği gibi, taşra kapitalizmin mekânsal çözümünün, mekânsal belirleme, yerleştirme, tamir etme ve düzeltme/düzleştirme faaliyetlerinin bir ürünüdür.5 Tam da bu nedenle taşra, kenarda, köşede eşrafı, küçük burjuvazisi ve tabi ki köylüsü/işçisiyle hem sınıf atlamayı, refahı, zenginleşmeyi, dönüşmeyi ister hem de büyük kentler gibi olmayı, onlar gibi ışıklı, temiz ve her şeyin bir arada olduğu alışveriş merkezleri olsun ister ve bu isteğe ulaşmak için de büyük kentleri taklit eder.6 Bu istek doğrultusunda hareket eden her taşra kasabasının birer büyük kent replikası haline geldiğini dehşetle görürüz her gittiğimiz yerde.7
Büyük metropol kentleri dışındaki her Anadolu kenti ve kasabasının giderek tektipleşmeye ve birbirine benzemeye başladığını görürüz. Tüm kent ve kasabaların kendine has özgünlükleri ortadan kalkmakla birlikte, taşralı/metropole ait olmayan kasabalı, ironik bir biçimde aynı zamanda “bağrında barındırdığı ve hiç değişmemiş sandığı, otantik farz ettiği küçük burjuva gidişatını da kutsar.” Bu tektipleşme ve otantiklik yanılsamasının nasıl olup da bir arada bulunabildiği ilk bakışta şaşırtabilir. Ancak serbest piyasa liberalizminin dinamikleri doğrultusunda toplumu ve gündelik hayat pratiklerini önemli ölçüde dönüştüren yeni iletişim teknolojileri, bir taraftan sınırsız iletişim ve ilişki kurma olanağı tanırken, diğer taraftan tuhaf bir içe kapanma ve kendine benzeyenle ilişkilenme halini de beraberinde getirir. Böylece taşra hem kente öykünüp hem de muhayyel geçmişe sözde bağlı kalarak otantikliğini koruduğu zannıyla mutlu mesut yaşamaya devam eder.
Bakmayın siz iktidarın 'yerlilik, millilik' dediğine
Bu koşullar altında AKP iktidarı, heves ekonomisi üzerinden tüm ülke sathını geçmişini silip dümdüz eden bir imar hareketi ve sınır tanımayan bir taşra zihniyetine mahkûm etmiştir. Bu heves ekonomisine kıyısından köşesinde ilişen herkes, önce geçmişle mekânsal sonra da kültürel bağını koparıyor. Bakmayın siz iktidarın “yerlilik, millilik, geleneklerimiz, ananelerimiz, dinimiz-diyanetimiz” dediğine. AKP iktidarının muktedirleri de pekâlâ biliyorlar ki, heves ekonomisinin motoru zihinleri ve mekânı dümdüz etmekten geçer. Zira siz yaşadığınız mekânla kıymetli ve sizi siz yapan bir geçmiş üzerinden bağ kurarsanız mekânı dümdüz eden imar hareketinin getirdiği ranta tevessül etmezsiniz. AKP iktidarının ekonomik, politik, kültürel, sosyolojik tasavvurunun temelinde zihinleri geçmişten koparan bir heves ekonomisi yatar. Bu kopuşu telafi edebilmek için yaşlandıkça iktidarını kaybeden adamın cinselliğe yaptığı vurgunun artmasına benzer bir biçimde değerlere ahlaka, geçmişe, geleneklere olan vurgusu artar. Bu nedenle depremin bu derece yıkıcı olmasını ve olacak başka depremlerin de yine bu derece yıkıcı olacak olmasını bu heves ekonomisi üzerinden değerlendirmek gerekir.
1 Alain de Botton (2015). Haberler: Bir Kullanma Klavuzu, (Çev. Zeynep Baransel), İstanbul: Sel Yayıncılık, s. 205-206
https://www.youtube.com/watch?v=GQI3fDnhvg0 (Erişim tarihi: 09/02/2024).
2 Argın, Ş. (2006). Taşraya içeriden bakmak mümkün müdür? içinde T. Bora (Der.),
3- Taşraya bakmak. İstanbul: İletişim Yayınları. s. 271-296
4- Çelik, B. (2010). Teknolojinin taşrası, taşranın teknolojisi: Osmanlı’dan Türkiye’ye teknolojik deneyimler ve gerilimler. içinde Z. T. Akbal Süalp ve A. Güneş (Ed.), Taşrada var bir zaman. İstanbul: Çitlembik Yayınları. s. 191.
5- Harvey, D. (2008). Umut mekânları. Z. Gambetti (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
6- Akbal Süalp, Z. T. (2010). Taşrada saklı zaman-geri dönülemeyen. içinde Z. T. Akbal Süalp ve A. Güneş (Ed.), Taşrada var bir zaman. İstanbul: Çitlembik Yayınları. s. 87.
7- Bora, T. (2006). Taşralaşan ve taşrasını kaybeden Türkiye. içinde T. Bora (Der.), Taşraya bakmak. İstanbul: İletişim Yayınları. s. 37-66.