Dil insanların kendi aralarında ilişki kurmasına aracılık eden en önemli araçtır. Kurulan bu ilişkilerde insanların anlaşabilmeleri için de kavramlar devreye girer. Muhtelif kavramların insanlarda yarattığı anlamlar farklı ise kullanacağınız ortak dil bile anlaşmanızı sağlayamaz. Türkiye’de uzun zamandır yaşadığımız da tam budur. Aynı dille ifade ettiğimiz kavramların anlamları konusunda anlaşamıyoruz. Bu ayrım sadece mahalleler arası kamplarda bulunmuyor aynı mahalleler içinde de mevcut.
Osman gençlik dönemi arkadaşımdı. Rock tutkunuydu ve muhtelif müzik aletleri çalardı. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Kütüphanecilik okudu. Öğrenci iken hayatını boya badana yaparak kazanırdı. O dönemin hayata politik bakan bütün gençleri gibi sıkı bir okurdu. Bir gün boya yaptıkları eve onları ziyaret etmek için uğradım. Kapıdan girer girmez birlikte çalıştıkları ustalar hemen etrafımı çevirdiler ve “abi kurtar bizi ne olur Osman’ı al götür, işi biz bitiririz” dediler. Nedenini sordum, gariban ustalar yılgın bir biçimde yaşları bizden büyük olmasına karşın abi diyerek anlatmaya başladılar:
“Abi sabahtan beri gelip gelip bize ‘hiç nedir hiç?’ diye sorup gidiyor. Tekrar geliyor ‘düşündünüz mü hiçin ne olduğunu?’ diye soruyu durmadan tekrar ediyor.”
Günlük hayatta çok sık kullandığınız bir kavram böyle ters bir soru ya da olayla karşınıza çıkınca ne yapacağınızı doğal olarak şaşırıyorsunuz. İşte insanlığın, uzun zaman ve emek harcayarak ürettiği bazı disiplinler bu gibi durumlarda devreye giriyor. Bilimsel eğitimden kaçmak için ilk devreden çıkarılacak olan pozitif bilimlerin de temeli olan mantık, felsefe mesela. Kavramlar anlamını yitirdiği zaman size rehberlik edecek öğretidir bunlar. Bazıları için tehlikeli olmasının nedeni de budur. İnsanların beyinlerini kullanmalarını zorlayan alan çünkü burası. Şimdi söyleyin bakalım: “Hiç nedir?”
Sözlükteki tanıma göre “hiç” belirteç. Yani kendinden önce gelen fiilin anlamına etki ediyor. Olumsuz yargısı olan tümcedeki anlamı güçlendiriyor, soru cümlelerindeki belirsiz herhangi bir zamanı gösteriyor. Yani “hiç görmedim” ya da “hiç mi yemedin?” gibi. Sözlük böyle anlatıyor “hiç”i. Bununla yetinmiyoruz, bulunduğu yere anlam katıyor hiç ama kendisinin tek başına bir anlamı yok.
Değişim ve normalleşme
Uzmanı olmadığımız bir alana girdik o nedenle hemen çıkalım. Son dönemde biz de herkes tarafından farklı olarak anlamlandırılan 2 kavramı tartışıyoruz; Değişim ve normalleşme. Ortaya çıkan tablo, en çok da bugüne kadar içerik olarak bu tür tartışmaya tanıklık yapmayan bu 2 kavramı şaşırtmıştır.
İçinin halen boş kaldığını gördüğümüz değişim, CHP yönetimine göre yerel seçimlerin kazanılmasını sağladı. AKP’de de değişim beklentisi var. Bu değişimi de daha önceki değişimleri yapan AKP Genel Başkanı Erdoğan yapacak. Biraz zorlama ile “hiç”i anlamaya çalışırken değişim meselesi bizi çok yoracak gibi. İşte aynı anlamda buluşamadığımız bir kavram da değişim.
Bir başkası normalleşme. Her normalin belirteci bir anormaldir. Bir anormallikle karşılaşılmadığı zaman kimse, bunun normalinin ne olduğunu düşünmez. Normal denilen hal de tam da budur zaten. Hem ad hem de sıfat olarak kullanılan “normal”i sözlük, “alışılagelen, kurala uygun olan, şaşırılacak yönü bulunmayan, olağan, doğal” olarak tanımlıyor.
Türkiye uzun zamandır normalini kaybetmiş bir ülkedir. Ve genel kabul gören normallerin yerine yeni normaller yerleştirilmiştir. Şimdi “normalleşme” adı altında, bizzat Erdoğan tarafından kurgulanmış yeni normallerin herkes tarafından kabul edilmesi isteniyor. Bu normaller arasında; yargının bürokratik bir kurum olarak mutlak iktidara bağlı olması, ekonomideki deneme yanılma yöntemleri, dış ilişkilerdeki savrulma gibi pek çok konu yer alıyor.
Bir dönemin en anormal fikri dünyanın hareket ettiğini söylemekti ve bu söylendi. Bu o dönemin normallerine aykırıydı. Galileo’nun o dönemin normali olmayan bu gerçeği söylediği için başına gelmeyen de kalmadı. Demek ki normal, kişiye ve zamana hatta toplumlara göre değişebiliyor. Aynı değişim gibi, nereye evrileceği ve ne içerdiği belli olmayan normalleşme çabalarına politik olarak nasıl olumlu bakılabilir? Mesele de burada başlıyor.
Erdoğan başbakan olduktan sonra yani 2003 yılında, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile sık sık bir araya geldi. 4 yıl önce partisi baraj altı kalan Baykal ana muhalefette olma halinden memnun, Erdoğan’la sürekli görüşmekten de mutluydu. Hatta iktidara yön verdiklerini, seçmenin AKP ile birlikte CHP’ye de devleti yönetme görevi verdiğini anlatıyordu. 1 Mart Tezkeresi döneminde de Baykal ile Erdoğan bir araya gelmişti. Baykal dönemin Başbakanı Erdoğan ile arasındaki bu görüşmeyi o kadar önemsemişti ki içeriğini diyalog şeklinde de aktarmıştı:
- Baykal: Ne kadar ABD askeri Türkiye’de konuşlanacak?
- Erdoğan: Binlerce, on binlerce.
- Baykal: Ne zaman çıkacaklar?
- Erdoğan: Bunu ben de bilmiyorum.
Baykal 1 Mart Tezkeresi’nin kabul edilmemesi gerektiğini uzun uzun anlattı. (Kapalı yapılan TBMM Genel Kurulu’nda Baykal konuşmasıyla pek çok AKP’liyi tezkere konusunda ikna etmiştir) Ama Erdoğan bugün bile tezkerenin geçmesini halen savunmakta. Doğal olarak Baykal da o dönem, AKP’yi kurmak için birlikte yola çıktığı arkadaşları gibi, Erdoğan’ı ve onun siyasetini bilmiyordu. Baykal 1 yıl sonra, Erdoğan’ın arkadaşları ise birkaç yıl sonra hem kendisiyle hem de siyaset yapma yöntemi ve amaçlarıyla tanıştılar.
Bugün yapılan o görüşmeler 20 yıl önce de Baykal ile yapıldı. O zaman Erdoğan tanınmıyordu, şimdi ziyadesiyle tanınıyor. Yani bu normalleşme değil, bir politik zaman kazanma yöntemi.
Erdoğan’ın normallerinden birisi de medya ile kurduğu ilişki. Medya kurumlarının sermaye yapısını geçelim, mesele uzamasın. AKP öncesinde akreditasyon sadece Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Zaman, Yeni Asya ve Millî Gazete için uygulanırdı. Bu 3 gazete de geri kalan tüm kamu kurumlarındaki ve başta iktidar partisi tüm siyasi partilerdeki faaliyetleri sorunsuz izlerdi. Başbakanlara, bakanlara, cumhurbaşkanlarına rahatça soru sorabilirlerdi. Şimdi, iktidar yanında konumlanarak onlar adına “gazetecilik” yapmayan kurumlara, ağır bir akreditasyon uygulanıyor. Bu nedenle, Özgür Özel’in ziyaretinden daha çok, muhalif olarak tanımlanan bu medya organlarının, bugüne kadar gelemedikleri AKP Genel Merkezi’nin önüne kadar gelebilmeleri görüşmeden daha çok haber değeri taşıdı.
Erdoğan’ın “normalindeki” bir gazetecinin uçaktaki sorusu:
“Enflasyonla ilgili uygulanan politikalarda hedefe doğru yaklaşıldığı görülüyor. Tam rahatlama için hedef nedir?”
Bu soru gazetecinin sorusu bile değil, eline verilen metinden soruyu okuyor. Cevap için de beklemeleri gerekecek, çünkü o da bir denetimden geçtikten sonra ancak yayınlanabilir. Şimdi normalleşerek bu “gazeteciliği” meşru hale mi getireceğiz? Bu mümkün mü? Yanlışta ısrar edilerek uygulanan ekonomi politikaları nedeniyle ülkedeki enflasyon yüzde 70’lerde ve bunun politik sorumlusu yok. Buna ilişkin soru da yok. Soru yoksa gazetecilik de yoktur. Bu gazetecilik açısından normal değil yani.
Memleketi yeni ve kendileri tarafından üretilen normallerle kuşatanların normalleşme talebinin ne olduğunu gerçekten bilmiyoruz. Dillendirilen sadece bir kavram olarak normalleşme. Aynı değişim hikayesi gibi.
Şimdi sorumuza geri dönelim, “hiç nedir hiç?”. Yanıtını verelim: Hiç, son dönemin moda kavramları değişimdir, normalleşmedir…