İstanbul Sözleşmesi’ne itirazlar: Türkiye ve Doğu Avrupa

Türkiye’de karşı-hareketin yaygın bir ahlaki panik ortamı yaratmaktaki başarısızlığının nedenleri üzerinde durmak gerek. Bence bunun temel nedeni cinsiyet siyasetinin hararetli tartışmalarında moral üstünlüğün seküler tarafta olması, ya da en azından bu alanda çok güçlü bir söylemsel çekişmesinin halen sürüyor olması.

Önceki yazılarımı takiben bu yazıda özellikle İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı bağlamında Türkiye ile Doğu Avrupa ülkeleri arasında bazı karşılaştırmalar yapmak istiyorum.

FEMO-NASYONALİZM NEDİR?

İlk olarak “femo-nasyonalizm” (feminist-milliyetçilik) kavramına dikkat çekmek gerekli. Avrupa’daki karşı-hareket örneklerinde gördüğümüz üzere bu kavram, bazı feminist temaların yabancı düşmanı, göçmen karşıtı ve milliyetçi söylemlere eklemlenmesine işaret ediyor. Burada kadın hakları (hatta bazı ülkelerdeki “homo-nasyonalizm” olgusunda olduğu üzere LGBTİ hakları) “işgalci” göçmenler ve onların “geri” kültürü tarafından tehdit edilen “milli kültürün” asli değerleri arasında sayılıyor. Özellikle Müslüman göçmenler, yerli kadınlara karşı saldırgan bir tehdit olarak hedef gösteriliyor. Kısacası, Avrupa ülkelerinin çoğunda “toplumsal cinsiyet ideolojisi” retoriğinin arkasında, ona güçlü biçimde eklemlenen femo-nasyonalizm var. Böylece kadın hakları söylemi de karşı-hareket tarafından araçsallaştırılıyor ve kadınların karşı-hareketin saflarına katılımı güçleniyor.

Ama sadece göçmen-karşıtlığı üzerinden değil, başka şekillerde de kadın haklarının ve özellikle “güçlü kadın” söyleminin karşı-hareketler tarafından etkili biçimde kullanıldığını söyleyebiliriz. Özellikle Doğu Avrupa’da kadınların, “kadın ve anne olma hakkına ya da tercihlerine saygı duyma”, bu geleneksel rollerin önemini toplumsal olarak tanıma ve yüceltme, “kadınları çalışma yükünden kurtarma” gibi temalar öne çıkıyor. Aile, asıl olarak kadının güçlü olacağı bir yer, yani “kadının kalesi” gibi sunuluyor. Burada öne çıkarılan şeyin, itaatkâr ve sessiz ev kadını imajı değil, aksine güçlü ve hâkim bir kadın figürü olduğunu belirtmekte fayda var. Böylece, kadınların, yükselen yeni tehditlere karşı aileyi ve çocuklarını korumaya çağırıldığı karşı-hareket içinde çok sayıda kadın daha aktif olarak yer almaya başlıyor. Buna bağlı olarak, geleneksel olarak hep erkek ağırlıklı olmuş olan aşırı-sağ hareketlerin bu özelliğinin son yıllarda biraz değiştiğini görüyoruz. Karşı-hareketlerin söylemlerinde temel antagonizma, “kadınlar vs erkekler” olarak da değil, kadın-erkek elele aileyi koruyan “yerli-milli kesimler” ile bunun karşısında duran “gayri-milli elitler”, feministler ve LGBTİ’ler olarak kuruluyor. Diğer bir ifadeyle “toplumsal cinsiyet ideolojisinin” aşırılıklarına karşı duran “sıradan” ve “sağduyulu” herkes olarak.

Türkiye’deki karşı-hareketin söyleminde ise söz konusu göçmen karşıtlığı, anlaşılır nedenlerle, şimdiye kadar hiç etkili olmadı. Bu temadan belirgin bir güç devşiren bir “femo-nasyonalizm” olgusu da görülmedi. Bizde karşı-hareketin sözcüleri de kitlesi de söylemleri de kesin biçimde erkek merkezli, eril yapılar olarak beliriyor. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı kurulan ve tümüyle erkeklerden oluşan Platform bu açıdan çok etkileyici bir görsel imge sundu. Muhafazakâr-dindar kadınlar bu davaya henüz en yüksek seviyeden ya da kitlesel olarak eklemlenmiş değil. Nitekim İstanbul Sözleşmesi’den geri çekilme tartışmalarında KADEM gibi odakların nasıl yalpaladığını gördük. Emine Erdoğan bile yakın zamana kadar Sözleşme’yi savunuyordu.

Öte yandan “kadının güçlenmesi”, “kadın hakları” ya da “milli kadın gücü” gibi temalar resmi söylemde bir rol oynasa da bunların etkisi sınırlı kalıyor. Batı uygarlığının kadını metalaştırdığına, aileyi dağıtarak kadını daha fazla şiddete açık hale getirdiğine ve kadın haklarının en iyi dini-milli çevrede korunacağına dair uyarılar dinci çevreler dışında pek de popüler olamıyor. Benzer şekilde Sözleşme’den çekilmenin ardından verilen güvenceler; yani AKP’nin daima kadınları güçlendirmeye çalışmış olduğu ve bundan sonra da daha da kararlı biçimde yoluna devam edeceği türünden söylemler hiç ikna edici görünmüyor. Nitekim anketler, Sözleşme’den çekilmenin ne kadar az bir toplumsal destek bulduğunu, AKP-MHP’nin oy oranının da çok altında olduğunu ortaya çıkardı. Dahası da var: Son kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği üzere AKP’nin en güçlü oy desteği aldığı toplumsal kesim olan ev kadınları da nihayet partiden uzaklaşmaya başlamış görünüyorlar ki bunda şiddetle mücadeleye sekte vuran son gelişmelerin payının da olduğunu düşünmek mümkün.

Bunları söylemek, ülkede dinci gericiliğin karşı-hareketin oluşumdaki etkisini ve önemini küçümsemek anlamına gelmiyor elbette. Nitekim sonraki yazılarda bu kesimin uzun süredir nasıl bir hazırlık yaptıklarını anlatacağım. Ayrıca, son birkaç yılda güçlenen göçmen karşıtlığı üzerinden ve birkaç cinsel saldırı vakası etrafından şekillenen “bizim kadınlarımıza saldıran barbarlar” imgesinin ortaya çıktığını da not edelim. Son olarak, Vatan Partisi bağlantılı anti-feminist kadın kurtuluşu fantazilerine ya da Türk Feminist Hareketi gibi yeni oluşumlara da dikkat çekilebilir. Yani yakın gelecekte göçmen karşıtlığı, anti-feminizm, ama özellikle anti-LGBTİ üzerinden bir femo-nasyonalizm güçlenebilir.

AHLAKİ PANİK ORTAMI

Doğu Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasındaki farklardan biri de karşı-hareket tarafından oluşturulan ahlaki panik ortamıyla ilgili. “Ahlaki panik” kavramı, bazı kesim, kişi ya olayların hedef seçilerek onların varlığı ya da etkinliğinin toplumun temel değerlerine tehdit oluşturduğu söyleminin yarattığı histerik reaksiyon ve hareketlenme ortamına işaret ediyor. Karşı-hareketin kısmen aksettirdiği kısmen de yaratmaya çalıştığı paniğin, “toplumsal cinsiyet ideolojisi”nin yol açtığı “felaketlere” dikkat çekilerek ve özellikle de LGBTİ kesimlerin damgalanması yoluyla işlediğini söylemiştim. Bu açıdan bu Doğu Avrupa’da çok kesif bir panik ikliminin oluştuğunu gözlüyoruz. Bu panik söylemleri, ailenin dağılması, cinsiyetsizleştirme, genetik teknolojileri, üreme ve nüfus kontrolü gibi temalar üzerinden gelişiyor ve asıl olarak da çocuklar üzerinden kuruluyor. Çocuklar, hem geleceğe dair distopik korkuların (nüfusun azalması ve yok oluş senaryoları) hem de cinsiyetsizleştirme (LGBTİ “sapkınlıklar” tehdidi) endişelerinin yansıtıldığı fantezi sahnesinin baş aktörleri-kurbanları olarak beliriyorlar. Çocuklarla ilgili dile getirilen asıl kaygılar, okullarda verilen cinsel eğitimlerin çocukların kafasını karıştırıp “cinsiyetsizleştirmeye” yol açacağı şeklinde.

KOMPLO TEORİLERİ

Bu panik ortamı, tipik olarak akıl almaz komplo teorileri ile besleniyor. Bu eğilimin nereye kadar varabildiğine bir örnek olarak Çek Cumhuriyeti’nde çok popüler bir papazın 2018 yılında verdiği vaaza bakalım. Bu vaazında Papaz, İstanbul Sözleşmesi nedeniyle, yani “toplumsal cinsiyet lobisi” ve “homo-lobiciler” yüzünden özgürlüğün ve ailenin ortadan kalkacağını söylüyor ve ayrıca çocuklarına “oğlan” ve “kız” gibi geleneksel hitaplarla seslenen ebeveynlerin toplama kamplarına gönderilecekleri, çocukların kaçırılıp satılacağı uyasında bulunuyordu. Başka bir komplo kuramı, sosyal hizmetler tarafından ailelerden alınan çocukların koruyucu ailelere verilmek yerine zengin insanların kullanımı için kan ve organ olarak satılacaklarını ileri sürüyor. “Annelerin soykırımı”, “çocukların soykırımı” gibi laflar ortamda bolca dolanıyor.

Özellikle Doğu Avrupa’da bu düzeyde bir panik ortamının oluşması, sadece geleceğe yansıtılmış olan güncel endişelerin gücüne değil, geçmişte yaşanan totaliter tecrübelerin hafızasının harekete geçirilmesine de bağlı. Yani, bu ülkelerin totaliter geçmişleri ve yaşadıkları Nazi işgaliyle de ilgili. Bu ülkelerdeki karşı-hareketin söylemlerinde “toplumsal cinsiyet ideolojisi” tam da bu yüzden daha önce deneyimlenenler gibi bir “aşırılık ideolojisi” olarak kodlanıyor. Hatta Polonya’nın en tanınmış piskoposunun ifadesiyle söylersek “toplumsal cinsiyet ideolojisi Marksizm ve Nazizmin toplamından daha beter”.

TÜRKİYE’DE AHLAKİ PANİK ORTAMI VAR MI?

Türkiye’de baş gösteren karşı-harekete bakarsak bu düzeyde bir ahlaki panik ortamının oluştuğunu söyleyemeyiz. Bunun nedeni, tam da eşcinsel evlilik ve cinsellik eğitimi gibi gündemlerin ortada olmaması elbette. Ayrıca, “toplumsal cinsiyeti” bir aşırılık ideolojisi olarak kodlamanın dürtüklediği totaliter geçmişe dair korkular da mevcut değil. Gerçi feministler ve LGBTİ aktivizminin ve bizzat LGBTİ’lerin varlığının toplumun temellerini sarstığına dair nefret söylemleri, özellikle 2015 yılından itibaren iktidar sözcüleri tarafından dolaşıma bolca sokuldu elbette. Dahası, yakın zamanlarda LGBTİ nefretiyle beslenen bazı distopik fantaziler de zuhur etti. Sapkın ideolojiler, yeni üreme teknolojileri ve genetik teknolojiler sayesinde insanın doğal ve tanrısal fıtratının bozulacağı, hayvan-insan melezlerinin üretileceği, insanların klonlanacağı cinsiyetsiz ve trans-human bir kıyamete doğru yaklaştığımıza dair distopik korkular bir süredir A. Dilipak başta olmak üzere birkaç yazar tarafından dile getiriliyor ama bunlar da oldukça soyut düzeyde kalıyor ve henüz hiçbir ciddi toplumsal karşılığı yok. Benzer şekilde boşanmaların artması, aile değerlerinin gerilemesi, ailenin dağılması, nüfusun azalması ve yaşlanmasıyla ilgili söylemler son on yıldır hükümet politikalarına yön veriyor. Ancak bunların da daha ziyade hep resmi düzlemde takılı kaldığı söylenebilir. Hatta daha ileri giderek son beş yılda artan LGBTİ’lere dönük nefret söylemlerinin (ki Sözleşmeden geri çekilmenin ana nedeni olarak eşcinsellik gösterildi) bile kitlesel bir paranoyaya yol açmayı başaramadığını da gözleyebiliriz.

Tüm bu değerlendirmelere dayalı olarak ben şunu gözlemliyorum: Türkiye’de 2019 sonrasında başlatılan ve İstanbul Sözleşmesinden geri çekilişle sonuçlanan kampanyanın tabanda kısmi de olsa destek bulmasının temel aracı, çocuklara dair dile getirilen kaygıların ya da yok oluş vb fantezilerinin yarattığı bir ahlaki panik iklimi değil de daha ziyade kadınlara yönelik eril reaksiyonlar oldu. 6284 sayılı kanun, nafaka ve velayet gibi konuların politikleştirilmesi yoluyla türetilen erkek mağduriyeti anlatıları, çoğu erkeğin gündelik zihniyetlerine nüfuz edilmesini sağladı ve bu hoşnutsuzluk, Sözleşme karşıtlığına başarılı şekilde aktarıldı. Her şeye rağmen kamuoyu araştırmalarının da gösterdiği üzere Sözleşme karşıtlığının toplumsal desteği çekilme kararı öncesinde de sonrasında da çok zayıf kaldı. Bunun dışında hiç kuşkusuz radikal dinci kesimlerin öteden beri gelen kadın düşmanı gündemleri, şeriat istekleri, evlilik ve rıza yaşını düşürme vb zorlamaları karşı-hareketin geri planında işlemeyi sürdüren en etkili bir faktör oldu. Şimdilerde bu kesimler ile siyasi iktidar arasındaki etkileşimin arttığını da görüyoruz.

MORAL ÜSTÜNLÜK SEKÜLER KESİMLERDE

Son olarak, Türkiye’de karşı-hareketin yaygın bir ahlaki panik ortamı yaratmaktaki başarısızlığının nedenleri üzerinde durmak gerek. Bence bunun temel nedeni cinsiyet siyasetinin hararetli tartışmalarında moral üstünlüğün seküler tarafta olması, ya da en azından bu alanda çok güçlü bir söylemsel çekişmesinin halen sürüyor olması. İlginçtir, ülkemizde de çocuklara dair dile getirilen bazı kaygıların güçlü bir tema olarak öne çıktığını görüyoruz ama bunlar karşı-hareketler tarafından dile getirilenlerden çok farklı türden kaygılar ve seküler kesimler tarafından ifade ediliyorlar. Söz konusu kaygılar, muhayyel bir LGBTİ güç tarafından “cinsiyetsizleştirilen” veya “aşırı cinselleştirilen” çocuk imgesi etrafında değil, aile içinde ve dışında (özellikle de dini eğitim kurumlarında) cinsel istismara uğrayan veya erken yaşta evliliğe zorlanan çocuklarla ilgili. Dolayısıyla Avrupa’daki karşı-hareketin diline doladığı “çocukların cinselleştirilmesi” tehdidi, bizde başka bir anlamda reel bir sorun olarak gündeme geliyor ve kadın hareketi ve seküler kamuoyu başarılı bir biçimde bunun baş sorumlusu olarak siyasi iktidara işaret ediyor.

Haftaya karşı-hareketin söylemindeki anti-emperyalist-milliyetçi öğeler ve toplumsal cinsiyet kavramına karşı hukuksal alandaki itirazlar ve anayasal hamlelerle devam edeceğim.

Köşe Yazıları Haberleri