ALEV ÖZKAZANÇ
Türkiye’de karşı - hareketin gelişimi
Türkiye 2019 gibi biraz geç bir tarihten itibaren söz konusu küresel karşı-hareket ile açık bir rezonansa girdi. Elbette bu hareketin zemini çoktandır oluşmuştu. 2011 tarihi Türkiye için de bir kırılma dönemi olmuştu ve o zamandan itibaren birtakım eşitlik-karşıtı ve aileci politikalar gündeme gelmeye başlamıştı ama cinsiyet siyasetinde asıl sertleşme rejimin radikal biçimde otoriterliğe kaymasına paralel olarak 2013-2015 sonrasında gerçekleşti; yasal ve kurumsal kazanımlara dönük çeşitli ataklarla birlikte kadın hareketi ve LGBTİ hareketine yönelik baskılar da yoğunlaştı. 2019’a gelindiğinde ise, hükümet yanlısı bazı İslamcı yazarlar, karşı-hareketin başka ülkelerde (özellikle de İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlığın güçlü olduğu Doğu Avrupa ülkelerinde) kullandığı aynı retoriklerle konuşmaya ve cinsiyet eşitliği vizyonundan tamamen kurtulma taleplerini dile getirmeye başladılar.
Böylece cinsiyet siyasetinin yeni bir evresine girmiş olduk. İstanbul Sözleşmesi’nin hedefe konulmasıyla bir taşla iki kuş vuruldu. Hem LGBTİ düşmanlığı üzerinden küresel karşı-hareket ile rezonansa geçildi hem de birkaç yıldan beri güçlenen erkek mağduriyetleri söylemleri (6284 sayılı kanun, nafaka ve velayet gibi sorunlar üzerinden) vb) güçlendirilmiş oldu. Bu yeni evre ne yazık ki çok hızlı yol aldı ve 2020 yılındaki ilk salvo, kadın hareketinin direnciyle karşılaşıp geri çekilmiş olsa da dokuz ay sonra, 20 Mart 2021 tarihinde bir Cumhurbaşkanlığı Kararı ile Sözleşme’den aniden geri çekilme kararıyla sonuçlandı.
Bana göre küresel karşı-hareketin söylemlerinin ülkeye anlamlı bir gecikmeyle sirayet etmesinin ve sonrasında da ülkeye özgü farklı bir siyasi güçler alanında kendine yer açmaya çalışmasının getirdiği bazı özgünlükler söz konusu. Şimdi sırayla bunları açıklamak istiyorum.
Gecikmenin temel nedenlerinden birisi, Türkiye’nin hem Vatikan etkisinin hem de Rusya merkezli karşı-hareketlerin yörüngesi dışında kalmış olması. Bu yüzden Türkiye’de uzun bir süre eşitlik-karşıtı fikirler, sadece İslamcılık ve aileci muhafazakarlığın daha klasik tezleri üzerinden geliştirildi. Ancak 2019 sonrasında İstanbul Sözleşmesi gündemiyle birlikte bizdeki karşı-hareket sözcülerinin Avrupa’daki karşı-hareketin doğrudan etkisi altına girdiğini görüyoruz.
Gecikmenin daha esaslı bir nedeni daha var ki karşı-hareketin Avrupa ile Türkiye’de biraz farklı bir bağlama yerleşmesinin nedenine de işaret ediyor. Türkiye harici Avrupa ülkelerinin neredeyse tümünde karşı-hareketin temel gündemini belirleyen üç temel mesele var: eşcinsel evlilik ve evlat edinmenin yasallaşması etrafında dönen tartışmalar; üreme hakları (kürtajla ilgili yasalar ve yeni üreme teknolojileri) ve çocuklara okullarda verilen cinsel eğitimler (içinde LGBTİ temalar barındırdığı için). Bunlar sadece karşı-hareketin gündemi değil, Avrupa’daki cinsiyet siyasetinin en hararetli konuları olarak öne çıkıyorlar. Bu gündemin geri planında ise toplumsal cinsiyet eşitliği adına kapsamlı kurumsal ve yasal düzenlemeler getiren AB çerçevesi bulunuyor. Nitekim Doğu Avrupa ülkelerindeki karşı-hareket tam da kendi milli karakterlerine dışsal ve kötücül bir dayatma olarak gördükleri bu çerçeveye karşı çıkıyorlar.
Türkiye’de ise AB’nin benimsediği cinsiyet eşitliği çerçevesi 2000 başlarında kısmen etkili olsa da hiçbir zaman söz konusu üç meseleyi gündeme getirecek kadar ilerlemedi. Ülkemizde cinsiyet siyasetinin en hararetli tartışması, eşcinsel evlilik ya da cinsel eğitim değil, başından beri kadına yönelik erkek şiddeti sorunu oldu. Bu keyfiyet, ülkede cinsiyet siyasetine kendine özgü bir biçim veriyor ve farklı etkiler yaratıyor. Şöyle ki: Tam da bu nedenle Sözleşme’ye yönelik saldırılar, geri çekilme kararının öncesinde de sonrasında da kendi toplumsal meşruiyetini kurmakta zorlandılar, zorlanıyorlar. Kadına şiddetin yaygınlığı ve hükümetin sorumsuz tavrı yakıcı bir gerçek olarak ortada dururken önemli bir koruma sağlayan uluslararası bir aracın yok edilmiş olmasını meşrulaştırmak için, aşırı ve zorlamalı bir eşcinsel sapkınlık tehdidi propagandasına girişmeleri gerekti. Ama tam da ortada eşcinsel evlilik ya da cinsel eğitim gibi gündemler var olmadığı için bu resmi propagandanın ayakları havada kaldı, büyük bir kitleselleşme sağlayamadı.
Türkiye ile Doğu Avrupa arasındaki temel farklardan birisi de şu: Bu ülkelerde toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler geniş bir sağ koalisyon oluşturuyorlar. Yani sadece dinci değil seküler kesimleri de içeren, kilise adamlarından aşırı sağcılara, “kaygılı” ebeveynlerden baba hakları hareketine kadar farklı aktörleri bir araya getiren bu koalisyon, “toplumsal cinsiyetin sembolik bir yapıştırıcı” olarak işlev görmesiyle bir arada duruyor. Aynı zamanda bu koalisyon, Polonya ve Macaristan’daki otoriter rejimlerin de toplumsal destek zeminini oluşturuyor. Ayrıca sağ popülist söylem içinde küreselleşmeye, neo-liberalizme ve liberal demokrasiye karşı itirazlar ile karşı-hareketin anti-feminist ve homofobik temaları da güçlü biçimde birbirine eklemleniyor.
Ülkemizde ise bu durum biraz farklı işliyor. Bizde bu tür bir geniş iktidar koalisyonu (AKP- MHP koalisyonu şeklinde) 2015 sonrasında oluştu ama toplumsal cinsiyet üzerinden değil, asıl olarak milliyetçi refleksler üzerinden kuruldu. Her tür aşırılık ve terör söyleminin ve devletin bekası feveranının üzerinden işleyeceği çok daha sert bir zemin zaten mevcuttu. 2015-2019 arasında tüm insan hakları örgütleriyle birlikte, kadın hakları savunucularının ve özellikle Kürt kadın hareketinin “terörle iltisaklı” gösterilmesi ve baskılanması süreci yaşandı ama burada esas olan hep “terör” söylemiydi. Kadın ve LGBTİ aktivizminin “başlı başına” bir devlet güvenliği sorunu ve terör problemi olarak kodlanması için 2019 sonrasını beklemek gerekti. Son yılda ise feministlerin, LGBTİ örgütlerinin doğrudan devlet güvenliği için tehdit olarak gösterilmesine tanık olduk.
Ama bunlar, ülkede toplumsal cinsiyet karşıtlığının dini ve milli kesimleri birleştiren ve geniş bir koalisyon oluşturan bir “sembolik yapıştırıcı” olarak iş gördüğü anlamına gelmiyor. Çünkü bunlar büyük ölçüde devletin baskı söylemleri düzeyinde kalıyor ve toplumsal tabanda karşılık bulmuyor. Öte yandan 2019 sonrasında karşı-hareketin İslam dışı diğer söylemsel öğeleri de işin içine kattığı ve birtakım milliyetçi güçleri (Vatan Partisi ve TGB gibi) ve mağdur erkekler hareketini de dürtüklediği söylenebilir. Herşeye rağmen, tabanda etkili olan karşı-hareketin ağırlıklı olarak dinci bir söyleme dayalı olarak hareket ettiğini ve dinci örgütlerin başını çektiğini gözlemliyoruz.
Türkiye’nin durumunu AB ülkelerinden farklılaştıran ve cinsiyet politikasına damga vuran temel farklılık ise AKP iktidarının mahiyetiyle ilgili. Bu ülkelerde karşı-hareket, ya iktidardaki liberal-demokrat rejimlere (ve uygulanan cinsiyet eşitliği politikalarına) karşı tabandan gelen bir hareket olarak yükseliyor ya da 2010 civarında iktidara gelen milliyetçi popülist partiler eliyle yürütülüyor. Türkiye’de ise tüm bu dönüşümler neredeyse 20 yıldır iktidarda olan AKP hakimiyetinde gerçekleştiği için, devlet-rejim rasyonalitesinin mutlak hakimiyetine ve değişen politik önceliklerine bağlı olarak işledi yakın zamana kadar. Dolayısıyla toplumsal hareket mantığı hep geride kaldı. AKP, 2013’e kadar azala azala gelse de birtakım cinsiyet eşitliği reformlarını gerçekleştirmiş ve genel olarak olumlu bir ortam oluşturmuştu. 2011’de imzalanan Sözleşmenin en yüksek düzeyden kutlanarak benimsenmesi de o dönemin atmosferini yansıtıyordu. Sonraki on yılda çok şey değişti, özellikle son beş yılda rejimin niteliği tamamen farklılaştı ama cinsiyet politikasına yön veren şey, yakın zamana kadar sadece siyasi iktidarın beka kaygısı oldu. 2019 sonrasında ise farklı bir evreye girdik.
2019 sonrasında Sözleşme’den çıkma talebi iktidarın marjındaki daha radikal İslamcı kesimler tarafından dile getirilmeye başlandığı zaman rejim önce ciddi şekilde bocaladı; çünkü bu talep siyasi iktidarla zıtlaşmaya cüret eden daha radikal bir kesimden geliyordu. Hatta öyle ki bu ilk round biterken karşı-hareketin en hararetli sözcülerinden olan A. Dilipak’a AKP tarafından dava açılmıştı (AKP’li kadınlara hakaret olarak görülen bir yazısı nedeniyle). Dilipak, “bu kadarını beklemiyordu” gerçekten. Beklenmedik bu tepki nedeniyle Ağustos 2020 tarihinde Sözleşme karşıtı Platform “mayınlı alana girdiklerini” fark ederek ve bunu ilan ederek geri çekilmişti. Ancak dokuz ay sonra rejim, yine dar rejim kaygılarını yansıtan biçimde ve belirli siyasi hesapları gözeterek bu kesimlerin baskısına boyun eğdi. Bu ertelenmiş eylemin amacı, rejimin giderek ağırlaşan bir yönetme krizi karşısında kontrolü yeniden ele almak niyetiydi. Ancak, böylece ilk kez rejimden kısmen özerk bir toplumsal muhalefet olarak karşı-hareket tarih sahnesine çıkmış oluyordu.
Bir sonraki yazıda özellikle İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı bağlamında Türkiye deneyimi ile Doğu ve Orta Avrupa arasında karşılaştırmalar yapmak istiyorum.
YAZI DİZİSİNİN 1. BÖLÜMÜ