Ünlü siyaset bilimci Immanuel Wallerstein’ın "Bildiğimiz Dünyanın Sonu: Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyal Bilim1 başlıklı meşhur kitabı bize 20.yüzyıl boyunca yaşayıp deneyimlediğimiz küresel güç dengelerinin artık değişmekte olduğunu ve hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini söylüyordu. Bu bağlamda, değişen dünya güç dengeleri tartışmasına, en önemli katmanlardan bir olarak, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinde yaşanan dönüşümleri de eklemek gerektiğini söyleyerek devam edelim. Dünyada mevcut güç hiyerarşilerini ve iktidar yapılarını belirleyen temel mekanizmalardan bir olan “eril tahakküm siyaseti”nin de bildiğimiz yapısı ve mekanizmaları alt üst oluyor ve bunun temel stratejik dayanakları da çatırdıyor. Bu yazıda, Avrupa’da farklı yönelimlerle ortaya çıkan ama sonuçta cinsiyet rejimlerinde önemli değişikliklerin belirtisi olan iki örneğe yer verelim.
Avrupa’da yükselen feminist siyaset: Feminist dış politika
2014 yılında İsveç'te seçimi kazanan Sosyal Demokrat hükümetin Dışişleri Bakanı Margot Wallström'ün başlattığı "feminist dış politika"2 önemli tartışmaları gündeme getirmişti. Söz konusu hükümet kendini feminist olarak tanımlıyor ve İsveç devletinin bundan sonra feminist dış politika uygulayacağına ilişkin vaatlerde bulunuyordu.
Söz konusu feminist dış politikanın neyi hedeflediğine kısaca bakmak gerekirse bir ülkenin dış politikasını feminist yapacak şeyin “ulusal çıkar” tanımını değiştirmek olduğunu söyleyebiliriz. Feminist bir dış politikanın önceliğinin devleti korumak değil, barış ve insan odaklı olarak toplumu korumak olduğunu vurguluyorlar. Öncelikle de üç temel kriter açısından, yani haklar, temsil ve kaynakların kullanımı açısından, uluslararası alanda yürütülecek politikaların cinsiyet eşitliğine, temsil edilmeyenlerin temsiline, sürdürülebilir barışa öncelik vermesi gerektiği belirtiliyor. Feminist dış politika “devletin güvenliğinden insani güvenlik stratejisine geçiş” olarak ele alınıyor.
Feminist dış politika Avrupa’da öncelikle İsveç ve Almanya tarafından savunuluyor. Hatta Almanya’da kurulan Feminist Dış Politika Merkezi3 bu konuda önemli çalışmalar yapıyor. Almanya dışişleri bakanı Yeşiller Partisi eşbaşkanı Annalena Baerbock feminist dış politikayı savunan önemli kadın politikacılardan biri. Almanya Dışişleri Bakanlığı Eylül 2022 Berlin’de “Feminist Dış Politikanın Şekillendirilmesi” başlıklı uluslararası bir konferans düzenledi ve burada feminist dış politika yaklaşımına destek veren Almanya, Kanada, Meksika, Şili, Fransa, İsveç, Norveç, Finlandiya, Hollanda, Lüksemburg, Arnavutluk, İsrail ve Ruanda hükümet temsilcileri ortak bir sonuç bildirgesi yayımladı. Sonuç bildirgesinde taraflar, izleyecekleri dış politikada toplumsal cinsiyet eşitliğinin merkezi öneme sahip olacağının altını çizdiler ve şöyle dediler:4
"Dış politika gündemimize toplumsal cinsiyet bakış açımızı dahil etmekte kararlıyız. Bu çerçevede, kadınların, kızların ve ayrımcılığa uğrayan diğer grupların haklarının, temsilinin güçlendirilmesi için çalışacağız. Kadınların ve diğer sosyal grupların dışlanmasına yol açan eşitsizliklerin yapısal nedenlerine eğilme hedefini paylaşıyoruz. Cinsel ve cinsiyetçi şiddetin sert bir şekilde kınanması, bu suçların kovuşturulmasına büyük önem veriyoruz."
Alman Dışişleri Bakanı Baerbock, Berlin’deki konferansta yaptığı konuşmada, feminist dış politikanın Alman hükümetinin nüfuz ettiği tüm alanları şekillendireceğini, bu yılsonuna kadar tamamlanması öngörülen Almanya’nın ilk Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde de bu politikanın yer alacağını söyledi.
Bu gelişmelerin ertesinde İsveç’de sosyal hükümet istifa etti ve yerine Muhafazakar Parti'nin lideri Ulf Kristersson, yeni başbakanı seçildi. Yeni başbakan, Ukrayna savaşının olası sonuçlarını gündeme getirerek, NATO'ya katılım sürecini başlattı ve yeni hükümetin feminist dış politika uygulamaktan vazgeçtiğini açıkladı.
Ukrayna savaşı ile birlikte Almanya’nın dış ve güvenlik politikalarında hızlı ve köklü değişim gerçekleşti ve hükümet anti-militarist politikalarını bir kenara koydu; rekor bütçelerle, silahlanma hamlelerini öncelik haline getirdi. Almanya’nın Ukrayna’ya silah vermesinin gerekçesi, devletlerin savaşlarına müdahale olarak değil ama “sivil yaşamı ve insanları koruma odaklı” olarak belirtildi. Ama bu dönüşümü büyük bir dikkatle takip eden kadın hakları savunucuları ise, silahlanmayı destekleyici, bu sivilleri koruma politikasının da kolayca feminist dış politika ile bağdaşmayacağını söylediler. Öte yandan, devletlerarası ilişkilerde mevcut eril, devlet sınırlarını koruma odaklı güç ve savaş mekanizmalarının dönüştürmenin kolay olmayacağını; bunun sadece feminist dış politika ilan etmekle sağlanamayacağını bildiklerini söylediler. Bu konuda sürdürülen tartışmalar feminist dış politika adına atılan bu adımların bir başlangıç olduğunu ve bu konuda değişim için küresel bir yapılanmanın gerektiğini belirtiyor ve feminist dış politika hedeflerinin izlenmeye devam edilmesi gereğini vurguluyorlar5.
Kadın hakları ile Avrupa milliyetçiliğinin kesişimi: Aşırı sağın yükselen yeni kadın liderleri
Avrupa’da seçilen kadın yöneticilerin sol, yeşil ve liberal partilerden olma özelliği değişiyor. Muhafazakar sağ hatta faşist partilerden kadın politikacıların, seçimlerde önemli destekler kazanarak siyasal arenada yükselişlerini gözlüyoruz. Artık Avrupa’da cinsiyetçi duvarları aşarak siyasette söz sahibi olan kadınlar sadece liberal, sol ve yeşil partilerden değil; siyasal partiler arası güçlü yarışma ve rekabet koşulları sonucu, muhafazakar sağ partiler de, bu konuda epey yol aldılar ve artık çok sayıda kadını güçlü siyasi konumlara taşımayı başarıyorlar. İngiltere’de Muhafazar partinin lideri olarak uzun süre başbakanlık yapan, neo-liberal politikaların mimarı, Margaret Thatcher, olumsuz bir örnek olarak tarihe geçti. Ama Almanya Hristiyan Demokrat Partisi’nin (SPD) lideri ve uzun süre şansölye olarak Almanya’yı yöneten ve Avrupa siyasetine damgasını vuran Angela Merkel ise kadın hakları siyaseti ile barışık yaşamayı öğrendi ve sağ siyasettin kadın hakları politikalarını değişime uğratan güçlü bir kadın lider olmayı başardı.
Bu bilinen örnekler dışında, son iki yılda meydana gelen çarpıcı gelişme ise, Fransa ve İtalya’da yabancı düşmanı aşırı sağ, faşist partilerin kadın liderler ile sağladığı seçim başarıları oldu. Bugüne kadar bildiğimiz siyasal davranış kalıpları içinde sağ ve muhafazakar siyasetlerin hem liderleri hem de seçmenleri, ağırlıklı olarak, “beyaz”, orta sınıf erkeklerdi. Ama şimdi bu siyaset ve zihniyet kalıpları değişiyor; Avrupa’da aşırı sağ siyaset, solun kaçak veya ucuz yabancı işgücünü onaylayan göçmen politikalarına, karşı duruyor ve bu sayede yeni bir seçmen desteği kazanıyor. Bu sağ siyasetler işsiz kalma ya da düşük ücretle çalışma korkusu içindeki alt sınıflarını kendine çekiyor. Kendi kültürünü, ülkesini yabancı göçmen kültürün istilasından koruma iddiasıyla mobilize olan bu kitleler bir tür yeni bir milliyetçiliği, “yabancı düşmanı” siyasetle, ilişkilendiriyorlar. Bu aşırı sağ siyasal partilerin seçimle parti liderliğine gelen yöneticileri de artık kadın olabiliyor. Fransa’da Rassemblement National’in lideri Marine Le Pen, İtalya’da neo-faşist Fratelli d’Italia partisinin lideri Giorgia Meloni yeni başbakan olarak seçildi. Almanya’da Alternative für Deutschland’ın eş başkanı Alice Weidel de bu listeye eklenebilir. Liste Norveç, Polonya ya da Almanya’dan aşırı sağın yükselen başka kadın siyasetçilerini de dahil ederek genişliyor.
Peki, aşırı sağ partilerin yükselen kadın liderleri ve aşırı sağın, kadın seçmenleri mobilize etmeyi odağına alan, yeni siyaseti bize neler söylüyor? Bu gelişmeler bize ana-akım merkez-sağ siyasetle aşırı sağın kesiştiği ve çatıştığı yeni bir siyaset alanının doğduğunu gösteriyor. Bu yeni siyaset, alt-sınıf yerli erkeklerin taleplerini ve bakış açlarını odağa alan bir siyaset.
Aşırı sağın bu bakışı göçmen kültürlerin kadın hakları ihlallerine duyarsız yaşam tarzı olduğunu ileri sürerek yabancı varlığına karşı çıkıyor. Yerli kültürün ve beyaz “uygar” erkeklik değerlerinin korunmasını savunuyor. Yabacı, özellikle Müslüman erkeklerin, sarışın beyaz kadınlara karşı saygısız ve cinsel olarak saldırgan davranışları olduğunu iddia ederek, Avrupa’nın kendi kadınlarını ve “batılı kadın hakları”nı yabancılara karşı koruma gereğini vurguluyor. Konu, kadınların anayurdu olan Avrupa uygarlığının ve bunu merkezinde olduğu iddia edilen “Batılı beyaz aile değerleri”nin korunması olunca, kadınların siyasal aktörlüğüne de daha kolay kapı aralanıyor. Göçmen karşıtlığının temelinde İslam karşıtlığı ve İslam’ın Batı medeniyetine uygun olmadığı tezi var. Bu tezin temelini ise Müslüman erkek göçmen kimliğinin barbar ve uygarlık dışı cinsel saldırganlığı var. Konu dönüp dolaşıp cinsiyetçi önyargıların kışkırtılmasına geliyor. Avrupa medeniyetine uyum sağlayamayacak bu Müslüman erkek göçmen kimliği, kadın hakları ihlallerinin nedeni olarak tanımlanıyor ve kadınlar da bu tehdide karşı siyasi desteğe ve göreve çağrılıyor.
Bu anlamda, Avrupa’da, aşırı sağın artık Le Pen ve Meloni gibi kadınlar tarafından temsil edilmesi sürpriz değil. Aşırı sağ, kadın haklarını koruma adına konuşurken kadınların bir kısmı da daha milliyetçi, içe kapanmacı ve yabancı karşıtı politikaları destekler hale geliyor ve İslam karşıtı söylemleri onaylıyor. Hatta bazı çalışmalar gösteriyor ki sadece aşırı sağın liderleri ve siyasal konumları değişmiyor; aşırı sağın geleneksel olarak erkek ağırlıklı seçmen profili de değişiyor. Aşırı sağın seçmenleri arasında kadınların oranı artıyor.
Bu bağlamda, Avrupa uygarlığını korumak için göreve çağrılan kadınlar ile dünyanın geri kalanında yer alan kadınlar arasında, ortaya çelişik bir durumun çıkıp çıkmadığı yanıtlanması gereken önemli bir soru. Feminizmin ve her anlamda kadın haklarını koruma siyasetlerinin temeli olan, dünyanın her yerindeki, bütün farklılıklarıyla var olan kadınlar arası dayanışma siyaseti, bu durum karşısında belirsizleşiyor. Bu konuda nasıl bir stratejisi izlemeli sorusu da feministlerin tartıştığı hayati bir mesele olarak ortada duruyor. Avrupa’nın yabancı karşıtı siyasetinin feminenleşmesi, Avrupa’nın güvenlik siyasetleriyle ilişkilenirken ortaya yeni meseleler de çıkıyor. Bu gelişmelerin dünyanın geri kalanında, beyaz ve Batılı orta sınıf kadınlar kadar haklara sahip olmayan kadın kitlelerinin yaşam mücadelesiyle nasıl bir ilişki içinde olacağı sorgulanıyor.
Avrupa’nın güvenlik, kadın özgürlüğü, “barbar Doğu’ya karşı Avrupa kültürünü koruma” siyasetinin yeni çatışma noktaları, sağ siyasi mecralarda kadınların yükselmesine yol açıyor. Aşırı sağ ya da milliyetçi kadın hakları söylemi, Batıya göçün temelini oluşturan eşitsizlik, silahlı çatışma ve savaş bölgelerinden kaçma zorunluluğunu anlama ve görünür kılma sorumluluğunu da feministlere bırakmış görünüyor. Bu gelişimler sonucu Avrupa’da sağ ve sol siyasetler arasında, kadın haklarını koruma politikalarında ortak alanlar çoğalacak ve yeni sentezler mi olacak, yoksa kadın haklarında ciddi bir duraklama ve geri gidiş mi Avrupa’yı bekliyor? Bu sorunun da yanıtı şimdiden önümüzdeki dönemlerin önemli tartışma konuları arasında yerini aldı.