Kadın, 'insanın yarısı'ymış, muhalefetten yine tık yok

25 Kasım’daki konuşmasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan, kadını “insanın yarısı” diye tanımladı. Eşit demiyor, zaten karşı kadın erkek eşitliğine. “Adem’in kemiğinden koptu işte bu kadın denen nesne” gibi bir tanımlama. Neden muhalefet partileri, kendi siyasi yapılarından başlayarak daha etkin bir toplumsal cinsiyet politikası yürütmüyor? Neden kadın hakları, gençliğin talepleri konusunda bu kadar yetersizler?

Onca hak ihlali, şiddet ve ekonomik sorun varken sokaktan hak talebinden vazgeçmeyen en kalabalık grup, hâlen kadınlar ve LGBTi.

Nedeni açık: Sırf cinsiyeti ve özgürlük talebi nedeniyle şiddet gören, öldürülen bizleriz.

Bu nedenle OHAL dönemi dahil, her kesim, yönelim ve yaştan binlerce kadın, Anayasal haklarından vazgeçmedi. Yasaklı Taksim’e gitti, gösterileri ve sloganlarıyla genç polisleri bile gülümsetmeyi başardı.

Gezi’den bu yana çevik kuvvetin 7/24 bulunduğu, Valiliğin hiçbir eyleme “izin” vermediği Taksim Meydanı, silahlarla, kameralarla, TOMA’larla dolu bir nevi “sivillerle harp kampı”. (Güvenliğin bu kadar yoğun olduğu bir yerde, son İstiklal saldırısında olduğu gibi aslında güvenliği neye ve kime karşı sağladığı ayrı bir konu…)

Ama İstiklal, türlü yasakla izole edilse de kadınlar, Beyoğlu’nda, Tünel’de buluşmaya devam etti. Sokak sokak yürüyüş yaptı.

Hemen hepsine katıldığım için son yıllarda özellikle genç kadınların sayısının artmasına, cesaretine, isyanına hayran kaldım.

Ne var ki son iki yılda yükselen bir ivmeyle kadınların barışçıl hak taleplerine yönelik yasaklar da, şiddet de arttı.

Geçen yılki 25 Kasım’da, kadınlar yine ara sokaklarda kıstırılmış, çevik güçlerle kovalamaca oynanmıştı. Yılmadan tekrar buluşuldu ve Karaköy’den Kadıköy’e kadar eylem sürdü.

Bu yılki 25 Kasım’da, olağanüstü polis ablukası yüzünden kadınlar bir araya gelmekte zorlandı. Sonuç: Daha fazla gözaltı, daha fazla şiddet, hatta bazı kadınları “yurtdışına gönderme” tehdidi.

İyi de neden şimdi şiddetin dozu yükseldi?

Kadına şiddet, neoliberal düzenle el ele

Birincisi Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararıyla kadına şiddetle ilgili hiçbir evrensel anlaşmayı takmayacağını açıkladı….

İkinci neden, AKMHP rejiminin hiçbir protestoya, eleştirel sese tahammül edememesi. Aynı zamanda kutuplaştırma siyasetinin bir parçası: Bizim kadınlarımız ve “onlar”…

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, kadınların daha özgür ve hak sahibi olması, giyiminden cinsel tercihine, doğurmaktan çalışmaya kendi kararını vermesi, neoliberal politikaları sürdürmek açısından da bir tehdit.

Genelde bu unsur es geçiliyor.

İran’dan ABD’ye, İtalya’dan Macaristan’a yaşananlara bakarsak, meselenin sadece tek adam yönetimi ve İslamcı siyaset olmadığı anlaşılıyor.

Ne de olsa 25 Kasım, ataerkil şiddete dikkat çeken bir tarih… Dominik Cumhuriyeti’ni 30 yıl yöneten diktatör Rafael Trujillo’ya karşı direnişin sembolü.

Biliyorsunuz, rejime direnen “Mirabal Kardeşler”, tecavüz edilip uçurumdan atılarak öldürüldü. Bu olaydan 1 ay sonra, 1960’da diktatörlük devrildi. 1981’de de 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan edildi.

Türkiye’ye gelelim:

Sayısı bir türlü açıklanmayan kadına şiddet ve cinayet vakaları, kadın örgütlerinin ısrarlı takibi ve teşhiriyle toplumda farkındalık ve tepki yarattı.

Peki kadına şiddeti, cinayetleri engellememekle suçlanan AKMHP rejiminin, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmakla kalmayıp “aile ve LGBTi” konusunda düzenlemesini konuşması tesadüf mü?

Tabii ki değil. Aynı zamanda Dünya’daki gelişmelerden, neoliberal sistemin “ataerki krizi”nden bağımsız değil.

İran’da kadın ve gençlerin başı çektiği başörtüsü üzerinden sembolleşen özgürlük talebi, molla rejimine karşı dalga dalga büyüyen direnişe dönüşmüşken…

LGBTi nefreti ve karşıtlığı, Macaristan’da Orban’dan Rusya’nın Putin’ine siyaseten kullanılırken…

ABD’de bazı eyaletlerin kürtaj karşıtı yasaya imza atmasıyla kadınların en önemli kazınmları geri alınmaya çalışılırken…

Tüm dünyada “yükselen sağ”ın, kadın, LGBTi, sığınmacı politikalarına bakınca diktatoryel yönetimlerden pek de farksız olmadığını gösteriyor.

Özgürlük talebine cevap: Eril yeniden diriliş

Prof. Dr. Deniz Kandiyoti, son zamanlardaki gençlik hareketlerindeki en büyük özelliğin, toplumsal cinsiyeti kadın-erkek meselesi olarak değil, doğrudan doğruya bir yönetim meselesi olarak gören bir kuşak olduğuna dikkat çekmişti:

“Ve bu özlemlere, buna katılımcılık, demokrasi diyebileceğimiz özlemlere karşı cevap olarak artık ataerkillik değil, eril yeniden diriliş diyebileceğimiz, çok daha şiddetli ve çok daha ideolojik hareketlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ben ona “masculinist restoration-eril restorasyon” adını taktım.”

Kandiyoti ataerkiyi, sadece erkeklerin kadınlar üzerinde değil, yaşlı erkek kuşağın genç erkekler üzerindeki kontrolü olarak tanımlıyor.

Neden muhalefet partileri, kendi siyasi yapılarından başlayarak daha etkin bir toplumsal cinsiyet politikası yürütmüyor? Neden kadın hakları, gençliğin talepleri konusunda bu kadar yetersizler? Kurumsallaşmış bir yapı ataerki, değişimin kendi geleceğini tehdit ettiğini gayet güzel görüyor.

Prof. Yakın Ertürk’e göre de “eril restorasyon”, neoliberal ekonomi politikalarından besleniyor… Şöyle düşünün: İşsizlik sorunu büyürken, kadınların daha fazla istihdama katılması da bir tehdit.

“Ailenin kutsallığı” burada devreye giriyor. Bu uğurda kadınların öldürülmesi, çocukların şiddet görmesi filan önemsiz şeyler… Yoksul kadınların nafakasına bile göz diktiler! Kürtajı fiilen engelleyerek kadınları evlenmeye, eve mahkum etmeye çalışıyorlar. Evlilik yaşını düşürdüler, eğitimi parça pinçik ettiler.

Tüm bunlar kimin işine yarıyor? Kadınlar, hem sürekli doğurarak başka bir şeyle ilgilenemesin, hem ev içi ücretsiz bakım emeğini sağlasın... Ne de olsa daha az çocuk doğurmak veya hiç doğurmamak, doğrudan nüfus artış hızını, dolayısıyla sistemin dişlilerini ucuza döndürecek “kul” sayısını etkiliyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çelebi’ye rozet takarken çocuk sayısını beğenmeyip “Sayıları artırmak lazım. Çocuk çok önemli. Bak PKK'nın 5 tane, 10 tane 15 tane var" demişti. Aslında bu gaf, “Kürtler, Suriyeliler çok çocuk yapıyor, oy deposu olarak da istihdamda da her şeyi ele geçirecekler” korkusunun bir ifadesi. Sadece Erdoğan’la sınırlı değil!

25 Kasım’daki konuşmasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan, kadını “insanın yarısı” diye tanımladı. Eşit demiyor, zaten karşı kadın erkek eşitliğine. “Adem’in kemiğinden koptu işte bu kadın denen nesne” gibi bir tanımlama.

Erdoğan, yargıda “iyi hal” indirimin kaldırılacağını, kadına şiddetle mücadelede adımlar atılacağını söylese de devlet, bu işe bütçe ayırmadığı sürece bunlar imkânsız. Ki ayırmıyor.

Köşe Yazıları Haberleri