Devletin, gayrinizami harp ya da başka gereksinimler bahanesiyle şakilerle işi hiç bitmedi. Yol verilen, yoldan çıkan organize suç üyeleri, cevaz veren kamu görevlileri ve onlarla iş tutan siyasetçiler, devletten, hukuktan, adaletten aldıkları küçük lokmalarla büyüdüler, ‘devlet benim’ diyecek kadar semirdiler.
Parlak fikir Sultan II. Abdülhamit’ten çıktı. Ne kadar şaki varsı, 93 Harbi olarak anılan 1877 Osmanlı-Rus savaşına katılmaları şartıyla affa uğradı. Arnavutlar, Çerkesler ve Ege dağlarında yol kesip adam soyan zeybekler gönüllü bayrağı altında cephenin yolunu tuttu. Başlangıçta Ruslara önemli kayıplar verdirip yüklü ganimet elde etseler de Ahyolu, Pirgos ve Karinabad civarında köy ve kasaba basıp değerli eşyaları gasp ettikleri, ahaliden kimseleri öldürdükleri duyulunca üzerlerine iki bölük piyade ve bir bölük zaptiye sevk edildi. Savaşın bozgunla bitmesinden sonra memleketlerine dönen eşkıya soygun, gasp ve cinayetlere kaldığı yerden devam edip Aydın ve civarında şakilik salgına dönüştüğünde bu defa “Kır Serdarlığı” makamı icat edildi. Kır Serdarı uçsuz bucaksız toprakları, marabaları, damları, ağılları çağrıştırsa da bu Osmanlı siyasetinin düz korucuya verdiği gurur okşayıcı bir isimden fazlası değildi.
Biraz da modernizmin imkanlarıyla azan, devlet otoritesini yerle bir eden efe, zeybek tayfası “Kır Serdarı” yapılınca bir taşla iki kuş vurulacağı düşünülüyordu. Coğrafyaya hâkim, nerde adam kaldırılıp nerde pusu kurulacağını bilen, yatak-istihbarat ağını kullanan, baskın tecrübesine sahip adamlar eşkıyayla en iyi mücadele edebilecek kişilerdi. Üstelik düzenli vergi toplanmasını sağlayacak, daha az asker ve jandarma gerekecekti.
Aşağı yukarı 150 yıl önce bir tür “erken gayrinizami harp” konsepti…
Devletle pazarlık
Afla “yüze çıkan” eşkıyaya devletle yaptığı pazarlığa göre bir aracı devlete kefil oluyor, efenin bulunduğu köyün yakınına jandarma ve tahsildar gelmemesi, bütün kızanlarının geçmiş suçlarıyla birlikte affedilmesi, hatta bu işle görevli zabitlere terfi verilmesi gibi şartlar içeren protokoller yapılıyordu. Efe ve zeybekler kır serdarı unvanıyla her bahçe sahibinden yılda bir altın alıyor, ücret mukabili davaları karara bağlıyor, hırsızlık ve kavgalarda falaka cezası veriyor, ihtiyaç sahiplerini işe sokuyor, seyyar bir hükümet gibi çalışıyordu.
Fakat huylu huyundan vazgeçmedi.
Kafaları çivilendi
Kır serdarları eşkıya takibi yerine adam kaldırmayı, haraç ve gaspı, eşkıya yerine ahalinin can, mal ve hatta ırzına göz dikmeyi tercih edince ölüm fermanları verildi. Vali Hacı Naşit Paşa beş mutasarrıf ve kırk kaymakamla yaptığı toplantıda zeybeklerin aynı anda ortadan kaldırılmasını emretti. Yörük Osman, Harputlu Ömer, Bakırlı Mehmet Efe, Piç Osman, Parmaksız Arap, Kürt Mustafa aynı gün öldürüldü. Çakırcalı Ahmet, Birgi’nin güneyinde eşkıya takibindeyken yanındaki Zaptiye Boşnak Hasan tarafından namaz kılarken halledildi. Öldürülen efe, zeybek ve kızanların kafaları hükümet konaklarının kapısına çivilendi.
Devlet-mafya ilişkisi kanlı bitti.
Üç ay tutulan yemin
İttihatçılar da bu tuzağa düştü. İkinci Meşrutiyet’in ardından, istibdat yüzünden dağa çıktıklarını zannettikleri eşkıyaya altı yıl boyunca suç işlememe şartıyla af getirdiler. Cemiyetin İzmir şubesi öncülüğünde Ödemiş’te Ağustos ayında düzenlenen 800 kişilik yemin törenine efe ve zeybekler kızanlarıyla katıldı, herkese nazik davranacaklarına, Hristiyan ve Yahudi vatandaşları incitmeyeceklerine yemin ettiler. Ancak bu yemin üç ay sürdü, önce Yanık Hüseyin, sonra Sarı Ali dağların yolunu tuttu.
İmparatorluğun dağılmaya yüz tuttuğu dönemlerde çeteler bu defa “gönüllü birlikleri” olarak cephelerde “Teşkilatı Mahsusa” adıyla yer aldı. 1911’de Trablusgarp’ta gözükseler de bunlardan yararlanılmadı. 1912’de İzmir’de komiser iken dağa çıkan Kuşçubaşızade Çerkes Sami’nin “hem bu havalide iş görür hem de bu suretle hükûmetin başından bir gaile kalkmış olur” gerekçesiyle Bingazi’ye gönderilmesi teklifi de reddedildi. Fakat gönüllü taburlar 1912 Balkan Harbi’nde İstanbul Muhafızlığı tarafından koordine edilerek cephede kullanıldı. Kafkas cephesinde başarı göstermek bir yana, gönüllü çetelerin ahaliye zulmü, hatta zabitlere silah çekmeleriyle yoldan çıkma alametleri belirmişti.
Teşkilatı Mahsusa
1914 yılında resmi olarak Harbiye Nezareti içinde kurulan Umur-ı Şarkiyye Dairesi, Teşkilatı Mahsusa’nın resmiyete kavuşturulması ve gayrinizami harp faaliyetlerine çeki düzen verilmesi anlamını taşıyordu. Çeteler 1914 yazında Ege köylerinde görülmüş, binlerce Rum hükümet destekli zulüm ve yağmadan kaçarak Midilli ve Sakız’a sığınmıştı. Umur-ı Şarkiye Dairesi 1918 yılında Mütareke üzerine “siyaseten” kaldırıldı. Arada büyükçe bir 1915 Tehciri parantezi kaldı. Kuruluş döneminin Topal Osman ya da Yahya Kâhya gibi çetecileri Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi gibi işlerden sonra iktidarın zirvesine kadar kabul gördü. Fakat çetecilerin iktidarla dansı hemen her zaman kanlı bitti. Topal Osman Ali Şükrü Bey’i kafasına hasır sandalye vurup öldürdükten sonra saatler süren çatışmayla imha edildi ve cesedi Meclis’in önüne asılarak teşhir edildi. Çetecilerle iş tutan bazı zabitler de İzmir Suikastından sonra Kemeraltı’nda idam sehpasına çıkacaktı.
Dahiliye Vekili
1920’lerin sonunda eroin bütün dünyada yasaklandığında, devletin afyon politikasının arkasına sığınan çeteler, İstanbul’da üç büyük fabrika kurmuş, bütün dünyaya morfin ve eroin satmaya başlamışlardı. İlişkileri Belçikalı sermayedarlardan, milyoner Levantenlere Yakuza’dan, Paris ve Bern’den New York’taki mafyozlara uzanıyordu. Arkalarını Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Meclis Başkanı Hasan Saka’ya (aynı zamanda eroin üreten fabrikanın yönetim kurulu başkanıyldı) dayamış, Mustafa Kemal’e ayak direyecek noktaya gelmişlerdi. Fakat kazanan Atatürk oldu.
Menderesin Mafyası
Çeteleri bir kez daha “silah altına” almaya kalkışan kişi, Adnan Menderes’in önce polis müdürü sonra da İstanbul Belediye Başkanı yaptığı Kemal Aygün oldu. 1961 yılında yeraltında kiralık bir katil olarak nam yapan Arnavut Cafer’in öldürülmesi, Aygün’ün silah dağıttığı 200 kişilik bir örgütü açığa çıkardı ama bunun üzerinde pek durulmadı.
Demokrat Parti döneminde afyon üreten ağalar, partili polis müdürleri, düz eroin kaçakçıları ve karaborsacılardan oluşan karışık bir ittifak “mafya, devlet ve siyaset” arasındaki ilk taşları döşüyordu. Endonezya Devlet Başkanı Ahmet Sukarno’nun cinsel yollarla bulaşan bir hastalık kapmasına neden olan ve apar topar hapse atılan genelev patroniçesi Lüks Nermin’in 27 Mayıs’tan sonraki itirafları mafyanın devletle nasıl içli dışlı olduğunu ortaya koymuştu.
Mafya en çok otoriter dönemleri ve özellikle askeri darbeleri sevdi. İstanbul’da rüşveti “adil ölçülerle” kurumlaştıran Şükrü Balcı 12 Mart darbecilerinin gözde polis müdürüydü. Takipçilerinden Mehmet Ağar 12 Eylül’de yine darbecilerin gözdesiydi, Emniyet Genel Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı ile süslediği kariyeri çete lideri olarak hüküm giymesiyle sonuçlandı. 12 Eylül’ün bir başka ürünü “Ülkücü mafya” adıyla tahsilat ve haraç işlerine giren isimler oldu. 1987 yılında patlayan ünlü MİT raporu yeraltı dünyasıyla istihbaratçılar, polis şefleri ve politikacılar arasındaki ilişkileri ortaya dökmüştü.
Devlet terbiyesi
Susurluk’taki kazada bu işlerin biraz daha geliştiğini, 12 Eylül’ün katliam ve cinayet sanığı Ülkücü militanlarının devlet tarafından biraz da “rehine” olarak çeşitli işlerde kullanıldığını, devlet adına cinayet işlediğini ortaya koydu. Şimdi, aradan geçen yüz küsur yıldan sonra bu defa yine bir siyasi cinayeti konuşuyoruz. Susurluk’un polis müdürü Mehmet Ağar, uyuşturucu kaçakçılarından oluşturduğu paramiliter çetesine “silah taşıma belgesi” düzenleyecek kadar devlet terbiyesine sahipti.
Şimdi bu kadarı bile fazla; mafya üyeleri, kulaklarında Kurtlar Vadisi’nin tekdüze melodisi, kendilerine tahsis edilen çakarlı araçlarla geziyor, polis eskortlarıyla cinayet mahalline kadar bırakılıyor.
“Vatan-millet-devlet” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyen politikacılar, devletin belki de en ayırıcı özelliğini, meşru şiddet tekelini çetelere peşkeş çekiyor, iş birliği halinde organize suçun kare aslarıyla fotoğraf veriyor ve bir gün kendilerini de yok etmesi kaçınılmaz olan devasa bir anaforu çevirip duruyorlar.
Anahtar kavram
Yüzyıllık bu geçmişte farklı olan, “terörle mücadele” başlığı altında en ufak itirazı, haklara ve hukuka ilişkin en ufak direnişi yaftalayan bir söylem ve simgeler silsilesi.
Gayrinizami harp, psikolojik harp, aldatmaya yönelik istihbarat, giderek kör şiddet ve cinayet... Gerçekliğin algıyla yer değiştirdiği, her düzeydeki toplumsal muhalefetin üzerine simgesel şiddetin boca edildiği, organize suç ile yargı, kolluk ve siyaset arasındaki mesafenin sıfıra indiği bir tarzı siyaset! Bu 1990’larda Güneydoğu’da açılan “hukuksuzluk-cezasızlık” paranteziyle büyüdü, genişledi; ülkeyi, kurumları, devleti ve siyaseti işgal etti. Şimdi ilişkileri Avrupa başkentlerinde patlayan silahlardan sınır ötesinde desteklenen cihatçılara uzanıyor.
Hukuku çiğneyenler her defasında “ülkenin yüksek çıkarlarından” söz ediyor. Bu yüksek çıkarlar paravanının hemen ardında “patlayan uyuşturucu bağımlılığı, narkotik ticaret, kara para ve mafya kurşunları” var.
En kötüsü de bir zamanlar kır serdarlarıyla yapılan işlerin şimdi torbacılara düşmüş olması…
NOT: Bu yazıda yararlandığım makale: Ercan Uyanık ve Ali Özçelik Zeybek Kültüründe Yüze Çıkma ve Kır Serdarlığı. 2014 Acta Turcica. IV. 1-21.