Türkiye’de iki uluslararası haber kuruluşunun Türkçe servisleri, DW Türkçe ve Amerika’nın Sesi’nin erişime engellendiği gün, çok da dikkat çekmeyen ancak önemli bir uluslararası rapor yayımlandı. AB üyesi 27 ülke ile aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 5 aday ülkede medya çoğulculuğuna yönelik risklerinin sıralandığı kapsamlı raporda bu yıl genel sıralamaya da yer verilmişti. Aşağıdaki grafik 32 ülkede medya çoğulculuğuna dair risk oranlarını gösteriyor.
O en uçtaki siyah sütun Türkiye… Temel koruma, piyasa çoğulculuğu, siyasi bağımsızlık, sosyal kapsayıcılık alanlarında diğer ülkelerden ayrılmış durumda, yüksek risk kategorisindeki tek ülke, en yakın rakip Arnavutluk’a 12 puan fark atmış halde.
Normalde yeşilden (en düşük) kırmızıya (en yüksek) dört renkli bir risk haritası çiziliyor. Türkiye’deki durum yeni bir kategoriyi zorunlu kıldı. (Bu raporun Türkiye bölümünü Yasemin İnceoğlu koordinatörlüğünde meslektaşlarım Tirşe Erbaysal Filibeli ve Yağmur Çenberli’nin yoğun çabalarıyla aylar süren bir araştırma ile hazırladık. Medya çoğulculuğu ve basın özgürlüğü konusunda erişebildiğimiz tüm verileri derledik, haberleri topladık, uzmanlarla görüştük ve Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nün Medyada Çoğulculuk ve Medya Özgürlüğü Merkezi’nin ölçeğine uygun şekilde tüm veriler işlendi. Böylece araştırmadaki 32 ülkenin değerlendirmesinin ortak bir standarda uygun olması sağlandı.)
Diğer bölümlerdeki dört renkli ölçeklerde ise Türkiye hep kıpkırmızı; yüksek risk ülkesi (bakınız aşağıdaki “temel korumaya yönelik riskler” haritası). Temel korumadan kast edilen, ifade özgürlüğü, bilgiye erişim hakkı, gazetecilik mesleğinde güvence ve haklar, medyadaki düzenleyici kurumların (bizdeki RTÜK, Basın İlan Kurumu vs.) bağımsızlığı ve geleneksel medya ve internete (özgür ve etkili) erişim.
Bu yazının okuyucuları için Türkiye’de basın özgürlüğü ve medya çoğulculuğunun durumuna ilişkin yeni bir raporun daha yayımlanması yeni bir malumun ilamı hali olarak görülebilir. Bu nedenle uzun uzun raporun ayrıntılarına ve ülkemizdeki iç karartıcı verilere değinmeyeceğim.
Bunun yerine raporun çıktılarının tartışıldığı uluslararası toplantıdaki genel havaya değinmek daha yerinde olur -ki orada da pek parlak bir tablo yok.
TÜRKİYE KAYBEDİLMİŞ VAKA MI?
Türkiye bir süre öncesine kadar, özellikle (“Türk tipi başkanlık sistemine” geçilene kadar) uluslararası medya ve akademi çevrelerinde ilgiyle izlenen bir ülkeydi. Demokratik ve laik bir ülkede özgürlüklerin ne tür mekanizmalarla geriletildiği, bunlara karşı geliştirilen toplumsal ve mesleki direniş mekanizmaları üzerine konuşuluyor, yazılıp çiziliyor ve geleceğe dair kestirimler yapılmaya çalışılıyordu. Artık tam tersine burada özgürlüklerin her geçen gün daha da tırpanlanması ve Türkiye’nin (kâğıt üzerinde de olsa) temel evrensel demokratik ilkelerden uzaklaşmış olması adeta kanıksanmış halde. Gazeteci deyişiyle çoğu kişi için “haber değeri taşımıyor”.
Medya Çoğulculuğu İzleme Raporu, İtalya Floransa’da Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nün her köşesinde İtalyan Rönesansı’nın izlerini taşıyan görkemli toplantı salonunda masaya yatırıldı. Geçen yıla göre medya çoğulculuğu alanında daha kötü hale gelen ülkeler, örneğin İspanya ve Polonya’dan akademisyenler dinlendi ardından Finlandiya ve Almanya’dan araştırmacılar sırasıyla dezenformasyona karşı medya okur yazarlığının artırılması için devletin aldığı önlemleri, gazetecilerin güçlü sendikalar sayesinde özlük hakları ve ifade özgürlüklerine nasıl sahip çıktıklarına dair olumlu örnekleri paylaştılar.
Gazetecilerin tutuklandığı, mahkeme kararıyla haber sitelerine erişimin engellendiği, resmi kuruluşlar tarafından eleştirel yayın yapan gazete ve televizyon kanallarının cezalandırıldığı Türkiye’den bir katılımcı olarak ülkeyi ekrana arka arkaya yansıtılan risk haritalarının en köşesinde “kıpkırmızı” görmek bir süre sonra 1987’de İngiltere’den 8 gol yiyen kaleci Yaşar gibi hissettiriyor. Akın akın geliyor ataklar… Yukarıda dediğim gibi öyle pek kimsenin Türkiye’ye şaşırdığı ya da ilginç bulduğu bir durum yok aslında. Biz kendi doğumuza nasıl bakıyorsak öyle… İşte tehlikeli olan da bu “kanıksama hali”.
BATI’NIN TÜRKİYE’Yİ YANLIŞ OKUMALARI
Elbette Batı’da herkes Türkiye’yi yanlış okumuyor. Hem çok boyutlu okumuş, hem çok gezmiş nice gazeteci, akademisyen, uzman var. Oysa çoğu zaman toplumlar, yönetimler gri tonlardan arınmış, basite indirgenmiş çözümlemeler ve ilişki biçimlerini tercih ediyor. Bu nedenle ana akım düşüncenin peşine takılıp gidenlerin haberleri, metinleri, makale ve kitapları daha makbul oluyor. 2002 sonrası 10 yılı aşkın bir süre insanlar hukuksuz şekilde hapsedilirken, kurumlar alt üst olurken Türkiye’nin vesayetten kurtularak çok daha demokratik hale geldiği ve her şeyin daha da güzel olacağı dillendiriliyordu bu çevrelerde. Rüzgâr döndü, o süre zarfında olan oldu şimdi de bir umutsuz yoğun bakım hastası bakışı var ülkeye.
Oysa sıra dışı sorunlar sıra dışı çözümleri de beraberinde getiriyor. Türkiye gibi yaralı da olsa uzun bir demokrasi ve çok partili yaşam deneyimi olan dinamik bir toplumdaki çeşitlilik verilere, basın ve ifade özgürlüğü konusundaki direniş raporlara yansıyor yansımasına ama onlara pek önem atfedilmiyor. Geleneksel medyanın gazetecilik işlevinden uzaklaştığı yerde yeni medyanın bir habercilik ısrarı üssü olması gözlerden kaçıyor ve ölçümlenmiyor.
Sonbaharda yeniden Meclis gündemine getirilecek “dezenformasyon” yasa teklifi işte bu direnişi kılmayı amaçlıyor. Gazetecilik ısrarı olanların etkisiyle bu teklifin tereyağından kıl çeker gibi yasalaşması şimdilik ertelenmiş görünüyor. Bu hastanın yoğun bakımdan kata mı morga mı çıkacağını da bu direniş, çeşitlilik ve gazetecilik inadı belirleyecek.