Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanlığı tarafından “Yeni” İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı ve hemen arkasından 2021 yılının Mehmet Akif Ersoy yılı olduğu ilan edildi.
Osmanlı’ya da Cumhuriyet’e de muhalif olarak yaşadı Mehmet Akif.
Yazdığı milli marşın mısralarında yaşayacağı sürgünleri tahmin eder gibi dizeler vardı.
“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cuda”
Milli marşını yazdığı yeni Cumhuriyet’in ve öncesinde Osmanlı’nın iktidarıyla yıldızı hiç barışmamıştı.
Şimdilerde pek revaçta olan, dizileri çekilen Abdülhamid’in baskıcı ve paranoyak rejiminden nefretini “Yıldız Sarayındaki Baykuş” şiirinde şöyle kâğıda dökmüştü:
“Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı:
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebziri aşan masrafı, dersen, sorma”
Akif çocukluğunun ilk yılları dışında hep maddi güçlükler içinde yaşamıştı. Babasını erken yaşta kaybetmesine ve hemen arkasından Büyük Fatih yangınında evlerinin yanmasına rağmen maddiyat peşinde hiç koşmamıştı. Bunu dert etmediğini İstiklal Marşı ödülü olan 500 lirayı bağışlamasından biliyoruz.
Dönem dönem inandırıcılıklarını yitiren iktidarlar bazı şairlere, yazarlara veya düşünce insanlarına ihtiyaç duyar.
İsterler ki, kendilerinin artık tükettikleri milli ve dini sözleri hayatta olmayan şahsiyetler de söylesin. Hamasetlerine mistik bir güç katsın.
Mesela, 1986 yılında Mehmet Akif’in ölümünün 50. yılı için Kültür Bakanlığı bazı etkinlikler planlar.
Basın toplantısında dönemin Kültür Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu şöyle der: “Bildiğiniz gibi bu sene Mehmet Akif Ersoy’un 50. ölüm yıldönümü. Artık mezarını ülkeye getirip ona yakışan bir anıt mezar yapacağız.”
Halbuki Akif hiçbir devlet görevlisinin katılmadığı bir cenaze merasimiyle 1936’da Edirnekapı mezarlığında defnedilmişti.
Mükerrem Taşçıoğlu’nun aklında muhtemelen devletin hışmına uğrayan ve mezarı Moskova’da olan başka bir şair, Nazım Hikmet vardır. Yanlış ifade apar topar “Hayır mezarı onarılacak” diye düzeltilir.
Geçtiğimiz sene vefat eden İslamcı tarihçi Yavuz Bahadıroğlu katıldığı bir programda şöyle demişti: “Millî mücadelenin en çetin olduğu zamanlarda halk arasında dini endişeler vardı ve dini yönü güçlü bir marşa ihtiyaç vardı. Bu sebeple Akif’in şiiri tercih edildi.”
Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 1921 yılında kabul edilen İstiklal Marşı’nda dini vurguların yoğunluğu hemen görülür.
Reform rüzgarlarının estiği 2009’da Nazım Hikmet 58 yıl sonra yeniden vatandaşlığa alınıyor, kürsülerden eski bir idam mahkûmu olan solcu şair Nevzat Çelik’in şiirleri okunuyordu.
Sanki Kemal Burkay'ın yazdığı gibi, “Şehre bir film gelmiş, iklim değişmiş, ilkbahar olmuştu…”
1 Mayıs Taksim’de kutlanıyor, Kürt sorunuyla “yüzleşiliyordu.”
Zamanın ruhu demokrasiden yanaydı. Önyargılar bir yana bırakılmış görünüyordu. Siyasal İslamcıların da demokrat olabileceği fikri güçleniyordu.
Oysa, siyasal İslam’ın bilinçaltının mıh gibi yerinde durduğu bir kaç yıl sonra anlaşılmaya başlandı.
Gezi, 7 Haziran seçimleri, çözüm sürecinin bitmesi ve 15 Temmuz darbe girişimiyle iklim değişmiş sonbahar olmuştu.
İktidar dili artık bu kadar olmaz denilen her basamakta daha da sertleşiyordu.
Ortağının bastırması ve kendisinin de gönüllü yön değiştirmesiyle bugünlere kadar gelindi.
Gelindi gelinmesine ama artık gidecek yer kalmamıştı. Basında yer aldığı kadarıyla Avrupa Birliği Türkiye’ye ‘Yeni İnsan Hakları Eylem Planı” için yaklaşık 1,5 milyar Euro destek paketi sunarken Ankara, Amerika’dan gelecek telefonu bekliyordu.
Reform paketinin açıklandığı gün iktidarı destekleyen yazarlardan Nagehan Alçı, Habertürk’te “Bu söylenenlerin yüzde ellisi bile olsa Türkiye uçar” derken yanındaki konuk “Yüzde 10 bile kafi” demesi pakete inancın destekçileri açısından bile ne kadar düşük olduğunu gösteriyordu.
Bir gün sonra Ak Parti'nin yarı resmi yayın organı Sabah gazetesinde Barolar Birliği Başkanı Metin Fevzioğlu’nun “Bu reform değil devrim” sözlerinin yayınlanması, hiç kuşkusuz bir çok kesimde acıma hissiyle karışık bir tebessüm yarattı.
İnsan haklarına “İffetli kadın cezaevinde tacize uğrayınca bunu bir yıl saklamaz” çerçevesinde bakan anlayışın mutlak iktidarından reform beklemek önemli bir kesim tarafından “yeni kandırmaca” olarak görülüyor.
Öyle görünüyor ki; devlet yine bir şair yardıma çağırıyor, çünkü işler çok karışık…
Çünkü eski konuşma metinlerini “yanlışlıkla” bir daha okuyacak kadar tükettiler sözlerini.
Devletin milli marşını yazmış olmasına rağmen muktedirlerle başı hiç hoş olmayan Mehmet Akif enerjisine ihtiyaçları var.
Hayatta olmayan ve onları asla eleştiremeyecek efsanelere ihtiyaçları var.
Müderris Temiz Tahir Efendinin oğlu Mehmet Akif Ersoy’a ihtiyaçları var.
Türkiye Komünist Partisi eski Genel Başkanı Aydemir Güler’in dedesi Mehmet Akif Ersoy’a ihtiyaçları var.
Çanakkale Destanı’nı yazan bir heyecana ihtiyaçları var.
Ömrü baskı ve iktidarla mücadeleyle geçen Akif’in ruhu bu çağrıya nasıl cevap verir, bilinmez.
Bildiğimiz şu ki; genç bir şair iken Akif’in Abdülhamit için yazdıklarını bugün yazsa başına neler gelir tahmin etmek zor değil.
Şairlerle başladık şiirle bitirelim. KHK ile Mardin Artuklu Üniversitesindeki görevinden atılan Kürt şair Selim Temo bir şiirinde şöyle diyor:
“Muhalifim elbette bir hurdacı kadar
Çünkü devlet atmaz eşyasını”
Gün olur devran döner, iktidarın devamı için Nazım’ın mezarını bile getirir Moskova’dan.
Şimdilik rüzgâr dinden, diyanetten ve milliyetten esiyor.
Aslolan iktidarda kalmaktır. İnsan hakları falan ağzımızın tadı kaçmasın şimdi…