Yazıya, bu coğrafyanın tapusunun kayıtsız şartsız kendilerine ait olduğunu sananlara kötü bir haber vererek başlıyorum. Bu coğrafyadaki en eski uygarlık aynı zamanda tespit edilmiş dünya üzerindeki en eski uygarlıktır. Bulunduğu yer de Urfa Göbeklitepe’dir, milattan 12 bin yıl öncesinde var olduğu tespit edilmiştir. O günden bugüne, bu coğrafyaya gelerek medeniyet izlerini bırakmış onlarca insan topluluğu var. Biz bu coğrafyanın son konuklarıyız. Uzun yıllar sonra belki tarih kitapları bizden de böyle “çok eski zaman Anadolu’nun bağrında yaşamış” insanlar olarak söz edecektir. İkinci kötü haberim de Wikipedia’ya göre de Anadolu adı Yunanca “doğu veya gündoğumu” anlamına gelen Ανατολή sözcüğünden gelmektedir. Bu tartışma çok uzar ama bu yazı için bu bilgiler iyi bir başlangıç oluşturmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan çok sık fikir değiştirmesine karşın bazı meselelerde hiç kararını değiştirmez. İlk kez göçmen, sığınmacı meselesinde kararını değiştirdi ve düne “kadar burada kalacaklar” demesine karşın artık gönüllü olarak gönderileceklerini söylemeye başladı. Bu açıklamalar aslında, altını kalınca çizerek düne kadar yok sayılan göçmen, sığınmacı sorunun hem var olduğunun hem de sorunun ciddi olduğunun da itirafıdır aynı zamanda.
Türkiye’nin bir sığınmacı ve göçmen sorunu vardır ve bu içinde daha büyük sorun potansiyeli de taşımaktadır. Toplumsal yapımızın, yaratılan iklime verdiği, tahmin bile edilemeyen tepkiler, yakın tarihimizin en dramatik katliamlarını da sık sık hatırlatır bize. Karşıtlık üzerine ürettiğiniz siyaset size güç sağlayabilir, bu mümkün. Pandemi döneminde aşıya karşı çıkarak Yeniden Refah Partisi hem görünür oldu hem de yüzde birlerin üzerinde oy oranına sahip oldu. Şimdi çok ağır bir dille göçmen, sığınmacı karşıtlığını siyasetinin merkezine oturtan Zafer Partisi her geçen gün üye sayısını arttırıyor. Bu örnekler sanırım mesele hakkında ciddi düşünmemizi sağlayabilir.
İlk yapacağımız tespit memleketle ilgilidir. Türkiye’nin göçmen hazmetme kapasitesi yoktur. Dönem dönem küçük gruplar halinde Türkiye’ye gelen göçmenler olmuştur, Afganistan ve İran’dan gelenler buna örnektir. Bu küçük grupların adaptasyonu bile o dönemlerin yumuşak iklimde hiç de kolay olmamıştır. Türkiye ekonomik olarak sıkıntı yaşayan bir ülkedir ve siyasi iklimin yarattığı gerginlik her an uygun koşullarda çok başka bir yöne evirilebilir. Bu gibi zamanlarda, geçen sene Ankara Altındağ’da olduğu gibi, göçmenler, sığınmacılar hemen, yaratılan iklimin bir ürünü olarak meşru ve kolay hedef haline gelebilir. Bu ülkede, bizzat siyaset ya da devleti yöneten siyasi iktidarın ayrıştırıcı dilinin, küçük yerleşim birimlerinde nasıl etkili olduğunu zaman zaman yaşıyoruz. Muhtelif kimliklerin devlet katında bile ayrımcılığa uğradığı bir ülke burası. Bu nedenle bir sıkıntı yaşandığında Kürt’ün evi yakılıyor, Roman’ın camı kırılıyor, Alevi’nin kapısına çarpı işareti koyuluyor. Siyasetin bunu görmeden göçmen ya da sığınmacı meselesine faşizme kaçan ırkçı ya da romantik bir duyarlılıkla yaklaşmaması gerekir. Göçmen hazmetme kapasitesi olan Fransa’ya bakın, en ufak meselede ilk hedef göçmen mahalleri oluyor, ya da o mahallelerden gelenler kenti yakıp yıkıyor. Faşist Le Pen ülkenin en güçlü ikinci siyasi figürü.
Meseleye ilkesel bakmak lazım; göçmenlik bir tercih değil zorunluluktur. Can kaygısı nedeniyle insanlar sevdiklerini de riske ederek bir meçhule yol alırlar. Burada öfkenin hedefi göç etmek zorunda kalanlar değildir, göç nedenini yaratanlardır.
Meselenin bu boyutuna girmeden önce Türkiye’ye göç ve sığınmacı akımının farklı nedenlerini de hatırlatmak lazım. Afganistan’da savaş var ve bu nedenle göç etme zorunluluğu var. 3 bin kilometrelik İran’ı aşarak Türkiye’ye göç edenlerin öyle savaştan çok kaçıyormuş gibi bir halleri yok. Gelenlerin tamamı çalışabilir gençler ve muhtemelen Taliban ile de görüş anlamında örtüşüyorlar. Pakistan’dan da o kadar yolu aşıp gelenlerin özellikleri aynı. Orada savaş da yok. Bu 2 ülkeden göç nedeni daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak ya da para kazanıp ülkelerine geri dönmek. Afrika ülkelerinden de gelenlerin hedefi bu. Türkiye bu gelişler konusunda yeterli önlem almadığı için, bu bir anlamda da teşvik gibi algılanıyor, nitekim İçişleri Bakanı da sık sık buna ucuz iş gücüne vurgu yapıyor, göçlerin arkası kesilmiyor.
Türkiye’den de göç var ve hayli yoğun. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtler gruplar halinde Kanada’ya gidiyorlar. 10/15 bin dolar karşılığı Meksika’ya götürülen Kürtler oradan ABD’ye sokulup Kanada sınırına kadar getirilip bırakılıyor. Orada sığınma başvurusu yapıyorlar, iyi bir öyküleri varsa da kalıyorlar. Bu bir sektör haline geldi, çünkü Kanada’ya gidip orada kalabiliyorlar, Türkiye’ye gelen göçmenler de bir sektör yaratmış vaziyetteler ve buraya gelip kalabiliyorlar. Bu da talebi arttırıyor. Meselenin en önemli noktası da burası.
Çok kalabalık olmaları nedeniyle Suriyeli göçmen ve sığınmacılarla meseleye başlamak gerekir. Suriye’de ne oldu da milyonlarca Suriyeli evlerini yurtlarını terk ederek komşu ülkelere sığındılar? Türkiye dışında Lübnan’da resmi kayıtlara göre 910 bin Ürdün’de ise 656 bin Suriyeli sığınmacı bulunuyor. Kayıt dışı olanlarla bu rakamlar 2 katına çıkabiliyor. Örneğin Ürdün sıkı bir sığınmacı politikası izliyor ve sığınmacılara kesinlikle vatandaşlık vermiyor.
Suriye meselesine Türkiye’nin dahil olma hikayesine dönersek önce Esat ile yaşanan yakınlaşmayı hatırlamamız lazım. Hemen sonrasına Dara’da sokakta çocukların Arap Baharından da etkilenerek duvara yazı yazmaları üzerine sert müdahale görüp, aşiretlerle bir anda çatışma ortamının yaşanması fitili ateşledi. Lübnan’da yaşanan Hariri suikastı sonrasında Suriye yönetimine bir nevi uluslararası koruma görevi yapan Türkiye, sokaklarda çatışmalar başlayınca devreye girerek siyasi tutuklulara af ve hemen seçim önerisinde bulundu. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Esat ile biri uzun 2 ayrı görüşme yaptı. Esat Türkiye’nin istediği çizgiye gelmediği gibi sürekli toplumsal olayları bastırabilmek için biber gazı ve toma talep etti. Bunun üzerine Türkiye Arap ligini devreye soktu. Dönem başkanı Katar Türkiye’nin büyük ve güçlü bir ordusu olduğunu söyleyerek Türkiye’nin doğrudan müdahalesini önerdi. Türk tarafının hiç beklemediği bir öneriydi bu. Türkiye bunun üzerine ABD’nin kapısını çaldı, ABD’li yetkililer uluslararası hukuk sorunundan söz ettiler CİA ve Dışişlerinin Suriye’ye müdahaleyi istemesine karşın Pentagon ile Beyaz Saray’ın karşı olduğunu aktardılar. Suriye meselesinde Türk yetkililer ABD’nin kapısını çok sık çaldılar.
Deneyimli Türk diplomasisi devreye girerek hükümete rapor üzerine rapor hazırladı. 1989 ve 1991 yıllarında Saddam’ın katliamından kaçan Kürtler Türkiye’ye sığınmıştı. Bir anda 80 binin üzerinde sığınmacı ile karşı karşı kalan Türkiye bu sınavdan geçememişti. Ardından 1991 yılında aynı durum yaşanmasın diye sınırın Irak tarafında önlemler alındı. Irak sınırı dağlık olduğu için bu mümkün de olmuştu. Oysa 911 kilometrelik Suriye sınırı düzdü. Bütün bunlar göz önüne alınarak sınırlardaki karakollara takviyeler ve kamp planları yapıldı. Ardından ABD’nin kapısı tekrar çalındı, 500 bin sığınmacı gelirse ne yapılacaktı. ABD Türkiye’yi Suriye meselesinde Esat’ı korumacı tavrı nedeniyle samimi bulmuyordu ve bunu da açıkça belli ediyordu, Türkiye’ye yardım etmeyeceğini bildirdi.
Sınırın Suriye tarafında güvenli bir bölge oluşturma fikri ortaya atıldı bu bazı bakanların direnciyle karşılaştı. İlk sığınmacılar Hatay’a alındı ve hemen kapasite doldu. Vize muafiyeti nedeniyle binlerce Suriyeli çoktan Türkiye’ye giriş yapmış, geçecek ülke arayışındaydı. Bunun üzerine Davutoğlu ünlü kırmızı çizgimiz 100 bin açıklamasını yaptı. İş kontrolden çıktı akın akın sığınmacılar gelmeye başladı ve eleştiriler karşısında Erdoğan o çok bilinen meydan okuyan tadında açıklamasını yaptı: “ne kadar gelirlerse alacağız”
Bu sığınmacı meselesi AB için de ciddi risk oluşturmaya başladığı zaman bunun bir pazarlık konusu yapılabileceği fikri gündeme geldi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu hemen AB turuna çıktı “parafa paraf, imzaya imza” planıyla vize serbestliği karşısında sığınmacıları sınırlar içinde tutmayı masaya yatırdı. Buna AB direnince dönemin AB Bakanı Egemen Bağış devreye girerek, Türkiye’nin katı tutumunu yumuşatmasını sağladı ve bu koşullara bağlı maddi katkıya kadar indi.
Mesele hiçbir zaman MGK ya da bakanlar kurulunda açık olarak tartışılmadı. Eğit donat projesi de yapılan her türlü yardım da dahil buna. 2012 yılında Suriyeli muhaliflere iyice ev sahipliği yapıldığı bir dönemde muhaliflerin radyo talepleri bakanlar kurulunda dillendirilince Kültür Bakanı Ertuğrul Günay meseleyi gündeme taşıdı ve Türkiye’nin bu meseleye gereksiz yere bulaştığını ve bunun bedelinin ağır olacağını anlatı. Baas rejiminin Arap ulus devlet inşa rejimi olduğunu ve Suriye’de çok sağlam temelleri bulunduğunu, dışarıdan adam taşımakla yıkılamayacağını dillendirdi. Başbakan Erdoğan, Günay’ın turizm nedeniyle kaygılı olduğunu, Libya’da ayak diremeleri nedeniyle çok iyi bir pazarın kaçırıldığını açıkladı ve 6 aylık süre istedi Suriye’de rejim değişikliği için. Bu sırada Dışişleri Bakanı Davutoğlu devreye girerek sürenin 6 aydan bile erken sonuçlandırılacağını iddialı bir biçimde dillendirdi.
Arap baharı adıyla ilk olaylar Tunus’ta başladığında Türkiye’nin neler olup bittiğini anlaması günler almış. Ortaya çıkıp “BOP’un eş başkanı biziz” diye açıklamalar yapılırken bile neyin eş başkanları olacakları Dışişleri’nin en stratejik odalarında araştırılmaya devam ediliyormuş. Ama adı cazip olduğu ve muhafazakâr sağ siyasetin en sevdiği mesele olan ABD ile beraber olunacağı için hemen üzerine atlanmış. Sonra silahlı cihatçıların organize edilmesi, ABD’nin ısrarlar üzerine eğit donat projesine katkı sağlaması ve Suriye’de büyüyen savaş, onun sonucu milyonlarca göç. Sanırım kime kızılacağı ortaya çıktı.
Katar ile Suudi Arabistan’ın meseleye dahil olma süreci de hayli ilginç. Arap baharı meselesi en çok halkı fakir yönetenleri zengin körfez ülkelerini tedirgin etti. Tedirgin etti ama önüne o topraklara demokrasi getirmeyi koyan süreçte onlara hiçbir şey olmadı. Bir de bütün bu meseleler konuşulurken tartışmaların öznesi bile olamayan İsrail’i en azından biz unutmayalım.
Ortadoğu’da denklemlere çok da girmeden Suriye meselesinde, Antep havaalanına sık sık inen ve ne taşıdığı bilinmeyen Katar Air uçaklarına hatta apronda Katarlı yöneticileri karşılayan MİT Müsteşarına biraz bakmak lazım. Bu uçakların ne getirdiği halen sır. Katar ve Suudi Arabistan Suriye muhaliflerine çok maddi yardım yaptı silah ve mühimmat alınması için. Bunların alınma yöntemi de hayli sıkıntılı sanırım. Suriye meselesine bir de şuradan bakmak nasıl olur; Katar’ın doğal gazı, Arabistan’ın petrolü Suriye üzerinden Türkiye’ye getirilse ve mevcut sisteme dahil edilerek Avrupa pazarına ulaştırılsa nasıl olur? Avrupa’nın en büyük gaz tedarikçisi Rusya’ya bağlı olan Esat ile olmaz. Ama o giderse olur mu, olabilir…
Gerisi belki bir Netflix dizisi olur da biz de izleriz.