İstanbul’un Adalar’ı çok özeldir. Belki de ‘dünyadaki en müstesna yerler arasındadır’ dersek abartmış olmayız. Kentin tarihi dokusu olan semtlerinin, onlarca yıllık süreçlerden sonra sistematik olarak ne hale getirildiğini görünce Adalar’a daha çok sahip çıkmamız, her sokağını pamuklara sarmamız gerektiği sonucuna varabiliriz. 22 yıllık inşaata dayalı kalkınma modeline karşı ayakta kalabilmiş olmasına da şaşırıyor insan doğrusu. Aman kötüyü çağırmayalım ya da akıllarına getirmeyelim…
Rivayet odur ki Atatürk sık gidermiş Adalar’a ve 1936 yılında saray görevlilerinin getirdiği aracı görünce "Adada faytondan başka taşıt yasak değil mi? Götürün bunu” demiş ve Anadolu Kulübü’ne yürüyerek gitmiş. Mafyalaşmış sahiplerinin elinde bakımsızlıktan ölümle burun buruna yaşayan atlar yok artık. Lakin Adalar ve Adalıların çilesi de hala bitmiş değil. Konuyu biliyorsunuz, bilmeyenler için bir cümleyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İETT özellikle yaz aylarındaki yoğunluğu çözmek bahanesiyle Kadıköy-Pendik minibüslerine benzeyen elektrikli minibüsleri ada halkının hizmetine tabiri caizse dayatmış durumda. İETT Müdürü’nün de polislere direktif verircesine, eylem yapanlardan birisi için kullandığı “alın bunu” ifadesi de mikro tarih sayfalarındaki yerini aldı. Şimdi krizin ayıkla pirincin taşını aşamasına geçmiş durumdayız.
Ben uzmanlık alanım olmadığı için “minibüs olmasın, şu olsun bu olsun” konusuna hiç girmeyeceğim. Türkiye’nin yerel yönetimler tarihinde, Terzi Fikri ile başlayan alternatif model arayışı uzunca bir süre kesintiye uğradı. Zaman zaman Hopa, Dikili gibi örneklere Ovacık eklenmiş olsa da bu mikro başarılar ne yazık ki ülke geneline yansıyacak ölçeğe ulaşamadı. Oysa yerel demokrasi kavramı en basit anlamıyla “demokratik yerel yönetim” arzusunu ifade eder. Demokratik yaşamı düzenleyen kuralların, değerlerin yerel yönetimler için uygulanması hem çok daha kolaydır hem de alternatif model potansiyeli sunar. Burada da anahtar kavram olarak katılımcı demokrasi devreye girer.
Katılımcı demokrasinin kreşendosu şüphesiz Gezi idi. 17 gün boyunca adli vakanın yaşanmadığı Gezi eylemlerine bugün CHP sonuna kadar sahip çıkıyor. O zaman en çok kullanılan cümlelerden biri “mesele ağaç değil” idi ve Mehmet Ali Alabora sırf bu cümle yüzünden sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Ben de CHP’li hassas sosyal medya hesaplarından linç yeme pahasına “mesele minibüs değil” demek istiyorum. Mesele katılımcı demokrasinin hiçbir belediyede bir türlü işlerlik kazanamamış olması…
Yerel yönetimler ve demokratik katılım söz konusu olduğunda kağıt üzerinde çok sayıda CHP metnine rastlamak mümkün. En güzel örnek de şüphesiz Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası İktisadi İşletmesi’nin (SODEMSEN) çıkartmış olduğu Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Tunç Soyer’in önsözlerini yazdığı “Dünya Kentlerinden İlham Veren Proje Uygulamaları” kitabı olsa gerek. Hakikaten dünyadaki harika belediyecilik uygulamalarının incelendiği kitabın 19. sayfasında “Katılımcılık” başlığı altında bakın neler denmiş: “Katılımcılık; iyi yönetişim, aktif yurttaşlık, demokrasi gibi birçok kavramla iç içe geçiyor. Daha önce Avrupa Birliği’nin ve Birleşmiş Milletlerin stratejik planlarında yer almış olan katılımcılık; toplum fertlerinin, kamu süreçlerini etkileyecek bireysel ve kolektif eylemlerde bulunması olarak tanımlanıyor. Sivil katılımı kolaylaştıran, halkın karar alma süreçlerini şekillendirmesine olanak sağlayacak metotlar geliştirmek, uygun diyalog platformları oluşturarak ve sivil toplumun kapasitesini ve becerilerini güçlendirerek sivil katılım fırsatlarını genişletmek, dezavantajlı grupların karar süreçlerine ve kamusal yaşama tam ve anlamlı katılımını teşvik etmek; katılımcılığı güçlendirmek için önerilen öncelik alanları arasında yer alıyor.”
Peki, bu pek güzel teorik çerçeve, pratik düzlemde karşılık buluyor mu sorusuna kesin bir yanıt verebilmek mümkün değil. Son örneğini Adalar’da yaşıyoruz. İBB ve İETT’den yapılan son derece kurumsal ve toplumsal empatiden yoksun yazılı açıklamalar 31 Mart seçimleri coşkusunun ardından önemli bir kitle nezdinde hayal kırıklığı yaratmış durumda. 22 yıla dayanan bir tahakküm rejimi hala devam ederken insanlar; ilk defa soluklandıkları bir seçimin ardından, saygı görmek, karar alma süreçlerine dahil olmak özetle fikirlerinin dikkate alınmasını istiyorlar.
Katılımcı demokrasinin yaratıcı eylem pratiklerini hep birlikte bulmak zorundayız. Dijital demokrasi gibi yeni ve olağanüstü imkanlar sunan araçları kullanmak çok mu zor, elbette değil, bunun için sağlam bir irade ve dünyadaki gelişmelere açık olmak gerekiyor sadece. Zamanında Kent Konseyleri belki bu amaçlarla hayata geçirildi ama pratikte ne kadar işlediği bir başka tartışma konusu…
Mesele “Azmanbüs” meselesi değil demiştik... “Ben yaptım oldu zihniyeti” ile kararlar alınması, kafalarda çok erken de olsa; “O zaman mevcut merkezi idareden ne farkları var” tarzında soru işaretleri yaratıyor. Bu nedenle o soğuk ve alınan kararda ısrarla (karar doğrudur yanlıştır tartışmıyorum, kararın alınmasındaki süreçlerin sorunlu olduğu aşikar) inat eden, açık kapı hiç bırakmayan açıklamaların dışında, şu sorular en azından Adalar Belediyesi, İBB ve İETT tarafından yanıtlanmayı bekliyor:
- Daha önce Adalar halkıyla yapılan toplantılar neden dikkate alınmadı ve bölge sakinleri bir anda oldubittiye getirildi?
-Yerel halk ikna edilmeden alınan kararların krize yol açabileceğini hiç planlamadınız mı?
- Ekrem İmamoğlu neden bir açıklama yapma gereği duymuyor?
- Son derece nobran bir tavırla 22 yıldır mücadele ettiğimiz tahakküm dilini benimseyerek “Alın bunu” diyen İETT Metrobüs ve Elektrikli Ulaşım Dairesi Başkanı Ali Tuğrul Küçükalioğlu özür dileyecek mi? Dilemeyecekse Büyükşehir Belediyesi “Nasıl olsa unutulur, halkımız balık hafızalıdır” diyerek bu konuyu görmemezliğe devam mı edecek?
- Mevcutta dayatılan minibüslerin Adalar’ın kendine has mimarisine, dokusuna ve coğrafyasına uygun bir araç olduğuna nasıl karar verdiniz?
- Adalar gibi nüfusu sınırlı bir coğrafyada ortak akılla hareket edip katılımcı demokrasinin asgari şartlarını uygulamak yerine, bu oldu bitti anlayışındaki ısrarın İBB’ye ve CHP’li diğer belediyelere olan inancı sarsabilme ihtimalini düşünüyor musunuz?
-Ve belki de en önemlisi Ekrem İmamoğlu’nun her fırsatta sahip çıktığı, kardeşim dediği Tayfun Kahraman acaba dışarda olsaydı, Can Atalay tutsak olmasaydı nasıl bir tavır alırlardı hiç düşündünüz mü?