SEDAT BOZKURT
Uluslararası Organize Suç İnisiyatifi geçtiğimiz günlerde yıllık organize suç endeksini yayınladı. 2022 yılında dünya 12’ncisi olan Türkiye bu yıl, suç oranı yani skoru/puanı artmasına karşın 14’üncülüğe geriledi. Bu, muhtemelen Türkiye’den daha iyi “performans” gösteren ülkelerin bulunduğunu da gösteriyor olabilir. Türkiye’nin hemen üstünde Kenya ile İran bulunuyor altında ise Honduras ile Ekvator var. Ülkenin yeri, bunların arası.
Rapor suç örgütlerinin faaliyetleriyle sadece puanlama yapmıyor, tespitlerde de bulunuyor. Çeşitli mafya gruplarının, hükümet ya da bazı siyasetçilerle yakın ilişki kurarak, polis ve yargı karşısında koruma sağladıklarını aktarıyor. Raporun listesinde BM üyesi 193 ülke yer alıyor.
Bu coğrafyada, tarihsel olarak da otoriteye baş kaldıran, haksızlığa isyan eden eşkıyalar, çeteler halk tarafından hep desteklenmiştir. Adına türkü yazılan ve egemenliğini dağlarda sürdürmüş çok sayıda “eşkıya” mevcuttur. Kurtuluş savaşında da halkın yanında yer alan ve Kuvayi Milliye saflarında savaşan çeteler mevcuttur. Bu deneyimden midir bilinmez ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti çeteleri öyle ya da böyle hem sevmiştir hem de faydalandığı için korumuştur.
12 Eylül öncesi mafyasının en belirgin faaliyeti kaçakçılıktı. Silah, içki ve sigaranın yanında en önemli üründü. Darbenin “koşullarının” uygun hale getirilmesi için sokaklarda çatışan tarafların silaha sahip olması gerekiyordu ve bu sağlandı. Darbe sonrasında hazırlanan MİT raporları ve yapılan babalar operasyonlarıyla gördük ki bunların hepsi devlet tarafından biliniyordu. Darbeden sonra devletin kapısını çalarak katkı istediği isimler ülkücülerdi. Asala ile mücadele karşılığında devlet ile pazarlık yapan Ülkücüler bir süre sonrasının mafyasını oluşturdular. Bu isimlerin en bilineni, şimdi sık sık Devlet Bahçeli’nin yanında gördüğümüz Alaattin Çakıcı’dır. Çakıcı, aynen Bahçeli’nin yanındaki diğer isimler gibi devletin resmî belgelerine göre halen suç örgütü lideridir.
(Çakıcı’nın MHP içindeki gücünü anlatmak için daha önce kulis bilgisi olarak aktarmıştım. Bahçeli ile Vahit Kayırıcı’nın arası bozuktu. Çakıcı devreye girip, Bahçeli ile Kayırıcı’yı buluşturdu. Kayırıcı İstanbul milletvekili olmak istiyordu, Bahçeli “Çorum sizi bırakmaz” dedi. Kayırıcı şimdi MHP Çorum Milletvekili olarak TBMM’de. Oysa, Bahçeli, MHP Genel Başkanı seçildikten bir süre sonra, Çakıcı dahil mafya ile ilişkili tüm isimleri partiden uzaklaştırmıştı. Bunu da hatırlamak lazım)
ANAP’ın kurucusu Turgut Özal’ın mafya lideri Dündar Kılıç ile Süleyman Demirel’in de İnci Baba ile yakın dostlukları vardı. Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller bu ilişkileri, Yüce Divan yargılamalarına konu olacak kadar hayli genişletmişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın da Sedat Peker’i vardı.
Sedat Peker'in, AKP adına mitingler yapmasına parti içinde eleştiler gelince Erdoğan’ın Peker’i sahiplendiği de o dönemin tanıkları tarafından anlatılıyordu. Peker de Erdoğan ve AKP ilişkisine yayınladıgı bir çok videoda değinmişti.
Susurluk’ta devlet, siyaset ve mafya ilişkisi, bizzat o dönemin devlet görevlilerinin kurumsal olarak birbirlerine düşmesi sonucuyla çok net ortaya çıkmıştı. Anlatılanlara bakıldığı zaman kim devlet kim mafya karışıklığı bile yaşanıyordu. Susurluk’ta devlet bir de “mafya” tercihi yapmıştı. Yeraltı dünyası ile ilişkili olduğu belirtilen Kürt iş adamları listeleri her gün eksilerek devlet görevlilerinin ellerinde dolaşıyordu.
Organize suç endeksinde dünya 14’üncüsü, Avrupa 1’incisi olmamız tek derecemiz değil. 2022 yolsuzluk algı endeksinde 180 ülke arasında 101’inci, hukukun üstünlüğü endeksinde 140 ülke arasında 116’ıncı, demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 103’üncü, basın özgürlüğü endeksinde ise 180 ülke arasında 165’inci sıradayız. Liste hayli uzun. Ülkenin durumunun hiç de iyi olmadığının göstergeleri bunlar. Tüm dünya tarafından kabul edilen bu endekslere karşın ülkenin “şahane” olduğunu söyleyen siyasetçiler ve gazeteciler var.
AİHM geçtiğimiz günlerde bir hak ihlali kararı verdi. Adalet Bakanı karara ilk gün başka, 2’nci gün daha başka nedenlerle itiraz etti. AİHM başvuru sıralamasında Türkiye 1’inci sırada. Hak ihlali alan ülke sıralamasında ise 2’nci sırada. Yani AİHM’in Türkiye ile ilgili ihlal kararı vermesi sıradan ve rutin bir duruma dönüşmüş durumda. Son kararı bu anlamda “özel” yapacak bir durum yok. Daha vahimi Türkiye AİHM kararlarını da uygulamıyor. Tüm endekslerde durumu hayli sıkıntılı olan bir ülkenin, halen “hukuk devleti” olduğunu söylemesi, “basının özgür, yargının bağımsız” olduğunu ileri sürmesi, muhataplar açısından ne kadar ikna edici olabilir bunu da düşünelim lütfen.
Gezi davasında iktidarın davaya müdahale ettiği iddialarını bir kenara bırakın, bu kararın altına imza atan “hukukçuların” varlığı bile ülke için hayli kaygı uyandırıcı. Bu endekslerdeki yerimizin en net “sağlamasını” yapan kararlara seri şekilde imza atan, bunun karşılığını da iktidar tarafından alan bir yargı bürokrasisi ile karşı karşıyayız.
Bütün bu olumsuz tablo bir bilincin ürünü. Ülkenin yönetiminin tam da bu olduğu tüm dünyaya bir biçimde ilan ediliyor. Uluslararası anlaşmaları geçtik, bu anlaşmaların uygulanmasına ilişkin mutlak hüküm bulunan anayasa bile geçerli değil. Hukuk devleti olamadığımız gibi kanun devleti bile değiliz. Eğer öyle olsaydık 2017 referandumunda mühürsüz zarflardaki oylar yasa gereği geçersiz sayılırdı.
Yerel seçimlerden sonra ülke üstündeki karabasan kendisini çok daha fazla hissettirecek. Acı reçeteli ekonomiyi topluma başka türlü kabul ettiremezler. Baskı uyguladıkları her alan aynı zamanda diğer alanların tamamına göz dağıdır. Bu baskıya, iktidar karşısında bir pozisyonunuz varsa uğramamanız, kimliğiniz ne olursa olsun mümkün değil. Bunu herkes bilmeli.
Erdoğan’ın partisinin oyu tüm devlet olanaklarına, medya gücüne karşın yüzde 35’e geriledi. Partisine oy vermeyen seçmen yüzde 65. Yanına karşıtlarını almadan seçim kazanamıyor, şimdi aday bile olamayacağı bir döneme giriyoruz. Hukuk dışı ne yapıyorsa, gücünden bir şey kaybetmediğini kitlesine göstermek için yapıyor.
Erdoğan’ın karşısında yüzde 48’lik net bir kitle var. Bu çok önemli bir direnç noktasıydı. Toptan muhalefet bunun farkına varamadı, 14 Mayıs ve 28 Mayıs’ta seçimi kaybeden muhalefet 29 Mayıs’ta tamamen yenildi. Oysa 29 Mayıs sabahı arkasına yüzde 48’lik kitlenin desteğini alarak bulunduğu direnç noktasını ileriye taşıyacak hamleler yapsaydı, bu politik gücünü muhafaza etseydi, Gezi davasında bu hukuksuz kararı o hakimler bu kadar kolay veremezdi. Haraç gibi alınan ek motorlu taşıtlar vergisine iktidar cüret bile edemezdi, Anayasa Mahkemesi de bunu onaylayamazdı. İktidar, alım gücü diplere vurmuş emeklilere düzenleme yapmak zorunda kalırdı, onları bu kadar oyalayamazdı. Özetle, iktidar, karşısında iyi organize olmuş ve blok olarak duran muhalefete rağmen bu ülkeyi kendi politik faydasına göre yönetemezdi.
Organize olmuş, dirençli bir muhalefet bloğunun nasıl kıymetli olduğunu sanırım anlamamız biraz daha sürecek…