Türkiye “pejoratif”, yani menfi anlamıyla fazla siyasi bir ülke. Bu cümleyle kastım şu: Türkiye’de siyaset sahnesi önemli gelişmelerle canlılığını korur ama bu gündemler kahir ekseriyetle sıradan insanların sorunlarını çözmekten uzaktır. Sedat Bozkurt’un 9 Haziran 2024 tarihli yazısından alıntılayarak söylersek, “İnsanların siyasetten kopuk hallerinin tek nedeni, siyaset kurumundan umutsuz olmaları değil, siyasetin dertlerini çözmeyecek olması.”
Ülke tarihinde bu vaziyetin istisnaları tabi ki mevcut ama Türkiye’deki düzen siyasetinin gündemi ile geniş yığınların talepleri arasından her daim büyük bir açı olduğunu tespit edebilmek çok da zor değil. Bu açıdan baktığınızda ülke elitlerinin siyasi projelerini akamete uğratan en önemli etmenin halkın basıncından ziyade yönetici sınıfın kendi iç çekişmeleri ve çelişkileri olduğu da bilinen bir gerçek…
Farklı toplumsal kesimlerin örgütlenerek, sokağa çıkarak taleplerini kabul ettirme gücü ve hafızasının tarihsel olarak oldukça cılız olduğu bu ülkede sandığın bu denli muteber olması, demokrasinin seçimlerle eşdeğer görülmesi de maalesef bu yüzden kaçınılmaz.
Yönetici sınıfın iç çekişmelerinin geniş yığınlar nezdinde ne ifade ettiği, nasıl anlamlandırıldığı ise diğer mühim bir mesele. AKP’yi yaratan ve dönemin iktidar partilerini tarihin çöplüğüne gönderen 2001 krizini hatırlayalım… Siyaset mekanizmasının sermayenin taleplerine cevap verecek, çıkarlarını koruyacak bir programı uygulayabilecek koordinasyondan yoksun ve oldukça parçalı bir görünüm arz ettiği durumda dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatması krizin nedeni değil, kaçınılmaz bir sonucuydu. Yukarıda yaşanan gürültünün aşağıya gönderdiği mesajın deşifresi de pek zor olmadı: “Eğer Türkiye bu badireyi atlatmak istiyorsa eski köhnemiş aktörlerin tamamından kurtulmak zorundaydı.” Seçmen de sandıkta bu mesajın gereğini yerine getirdi.
22 yıl sonra -hem de genel seçim zaferinden on ay sonra- AKP yerel seçimlerde büyük bir hezimet yaşadı. CHP seçimlerden birinci parti olarak çıktı ve başta 14’ü büyükşehir, 21’i il belediyesi olmak üzere 420 belediye başkanlığı kazandı. Fakat seçim yenilgisinden daha da şaşırtıcı olan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “normalleşme / yumuşama” çağrısına Erdoğan’ın olumlu cevap vermesiydi.
Bunun nedenleri üzerine mebzul sayıda yazı yazıldı, bu yazı onlardan değil…
Peki, Erdoğan ve Özel tarafından yapılan karşılıklı iki ziyaret ülke siyasetinin geleceğine ilişkin ne gibi ihtimallere işaret ediyor? Detaylara girmeden önce bu buluşmaların mahiyetine ilişkin bir hususu vurgulamak gerekiyor: Her iki görüşmenin de belirli siyasi önermelerin açıkça ifade edildiği birer müzakere olmadığı aşikâr. Daha ziyade iki tarafın da kendi meşrebince önemli gördüğü konuları ifade ederek birbirini test ettiği bir gölge boksuna şahit oluyoruz. Diğer bir ifadeyle, 2001 krizinde olduğu gibi toplumun açıkça kavrayabileceği mesajların -çelişkili biçimde dahi olsa- aşağıya iletildiği bir durum söz konusu değil. Aksine, sabah akşam siyasetle yatıp kalkanların bile anlamakta zorlandığı puslu bir hava hâkim.
Yazılı ve sözlü basında “normalleşme” meselesine ilişkin yapılan tartışmalar ise bu puslu havayı dağıtmadığı gibi grinin tonunu artırmış gibi görünüyor. Bu tartışmaların ağırlıklı olarak gazeteciler tarafından yürütüldüğünü düşünürsek bu durum çok da şaşırtıcı değil. Zira AKP’nin en büyük zararlarından biri bu mesleğe oldu. İktidar ya da muhalefet angajmanlı gazeteciler iki temel ayırt edici özelliğini kaybetti: Gazetecilik refleksi ve mesafe…
Bugün gri alanın genişliği, yaptıkları işin doğası gereği öncelikli olarak görüşmelerde ifade edilen hususların detaylarını öğrenmek ve topluma aktarmakla yükümlü olan gazetecilerin bu meziyetlerini kaybetmiş olmalarıyla da ilgili… Büyük günahları başka bir yazının konusu…
Bu yazı görüşmelerdeki detayları mevcut siyasi aktörlerin “normalleşme” sürecine ilişkin motivasyonları ve beklentileri ışığında değerlendirmeye çalışacak.
Kolaydan zora doğru ilerleyecek bir yöntemle başlayalım…
Farklı bir CHP
Bu süreci şu ana kadar neredeyse hiç zorlamadan sürdüren hiç şüphesiz ki CHP…
Öncelikle Özgür Özel ve kurmaylarının iyi çalışmış bir stratejiye sahip olduklarını belirtmek ve haklarını teslim etmek gerekiyor. Seçim zaferinin ardından ilk iki hafta Özel’in her fırsatta tekrarladığı şu ifadeleri hatırlayalım: “Erken seçim talep etmeyeceğim, milletimiz bize ‘iktidar olmak istiyorsanız yerel yönetimlerde rüştünüzü ispatlayın’ mesajını verdi. Eğer millet erken seçim isterse ben dünden razıyım.” CHP Genel Merkezi’nin yerel seçim sonuçlarına ilişkin müspet bir tahmini olduğu düşünülürse gerek erken seçim tutumunun gerekse de “normalleşme” çağrısının önceden planlanmış bir stratejinin parçası olduğu açık.
CHP’nin görüşmelerde dile getirdiği siyasi meseleler iki öbekten oluşuyor. İlki Şimşek programının esasına fazla değinmeden; programın emekliler, asgari ücretliler ve çiftçiler gibi mağdur ettiği kesimlerin haklarının savunulması. Emekliler, çay ve buğday üreticileri, ile öğretmenlerin hakları için yapılan mitinglerle bu hat tahkim ediliyor. İkincisi ise başta Osman Kavala ve Gezi Davası tutukluları olmak üzere Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi, Sinan Ateş ve Tahir Elçi davaları, Cumartesi Anneleri eylemlerine izin verilmesi ve 28 Şubat Davası tutuklularının serbest bırakılması gibi ülkedeki otoriter rejimi koyulaştıran hak ihlallerinin giderilmesi…
CHP iki öbekten oluşan bu taleplerle öncelikle Erdoğan’ın “yeni anayasa” meselesini görüşmelerin odak noktası yapmasını engellemeye çalışıyor. Bunu Özgür Özel’in defaatle vurguladığı “önce mevcut anayasaya uyun” açıklamalarıyla da bir ölçüde başarmış durumda. Şimşek programını esastan reddetmeden gündeme getirdiği toplumsal taleplerle de AKP’nin ekonomik sıkıntıların faturasına CHP’yi ortak etme hamlesinin boşa düşürülmesi esas hedef. Özel’in Bahçeli’ye verdiği cevaptaki “suç ortağını bize doğru itme” çıkışı da bununla ilgili…
Bu sürece ilişkin CHP tabanının kayda değer bir eleştirisi söz konusu değil. Aksine, parti seçmenleri bu görüşmeleri ağırlıklı olarak iktidara aday olmanın bir gereği olarak algılıyor. Görüşmelerin seçim zaferinin etkisini zayıflattığına dair bazı serzenişler söz konusu olsa da Erdoğan’ın uzun yıllardır başarıyla izlediği CHP’yi yok sayma, hatta zaman zaman “terörist”, “milli güvenlik sorunu” ilan etme stratejisini aşma hedefi geniş bir kesim tarafından onaylanıyor. CHP, Cumhur İttifakı seçmenine erişimini kolaylaştıracak manevra alanını genişletirken Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” temennisini de “normalleşme” çağrısıyla somut bir parti siyasetine dönüştürüyor. Gölge bakanların Erdoğan’ın bakanlarıyla görüşme stratejisinden sonuç alınır mı, murad edilen gerçekleşir mi bilinmez ama Ali Yerlikaya ile Murat Bakan’ın görüşmesi ve Şimşek ile CHP’nin üç ekonomi kurmayının görüşecek olması da yukarıda bahsi geçen “iktidara hazırlık” siyasetinin bir yansıması…
MHP’nin salvoları
MHP’ye değinmeden bu süreci tartışmak Türkiye’deki mevcut rejim nedeniyle eşyanın tabiatına aykırı. AKP içerisinde MHP’ye ilişkin uzun süredir devam eden rahatsızlıklar seçim yenilgisiyle birlikte daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştı zaten. Bu noktada dört önemli husus söz konusu: Kürt seçmenin kaybedilmesi, ittifakın sandık aritmetiğinde MHP’ye yaraması, MHP’nin emniyet ve yargı içerisinde giderek artan gücü ve Sinan Ateş suikastının yarattığı rahatsızlık.
Başkanlık rejimi için Cumhur İttifakı’na, dolayısıyla MHP’ye mecbur olan Erdoğan açısından en çetrefilli husus MHP’nin bu görüşmelere nasıl bir tepki vereceğiydi. Bahçeli, Erdoğan ve Özel arasındaki ilk görüşmenin ardından bir açıklama yapmadı. Erdoğan’ın Özel’le ikinci randevusunun gerçekleştiği gün Bahçeli’den önemli bir açıklama geldi. Cumhur İttifakı’nın tarihinde MHP’nin en kayda değer çıkışı olarak değerlendirilebilecek bu yazılı açıklamada Bahçeli altı çizilmesi gereken üç önemli vurgu yaptı.
İlk olarak bu görüşmelerin “sipariş” üzerine yapıldığı belirtiliyordu. Ardından, ilk defa AKP içerisinde MHP’den rahatsız olan kesimler bir resmî açıklamada açıkça itham ediliyordu. Son olarak ise, “ihtiyaç hasıl olduysa” MHP’nin aradan çekilebileceği ve AKP ile CHP arasında -Altılı Masa’nın diğer unsurlarının da katılmasını temenni ettikleri- geniş tabanlı bir ittifak yapılabileceğini ifade eden “siyasi ayar” içeriyordu.
Bu açıklamanın zamanlamasıyla ilgili diğer önemli husus ise Erdoğan’ın aynı günün akşamı Sinan Ateş’in eşiyle görüşecek olmasıydı. Bahçeli bu konuda da AKP’ye gözdağı veriyor ve kendilerinin de başka dosyaları gündeme getirebileceğini ima ediyordu.
Bahçeli iktidar ortağı olmadığı dönemde benzeri bir hamleyi 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra yapmış ve seçmenin AKP, CHP ve HDP’ye iktidar; kendilerine ise ana muhalefet görevi verdiğini söylemişti. Sonrası malum…
Özel ve Erdoğan arasındaki ikinci görüşmeden sonra Bahçeli’nin bu açıklaması açık bir meydan okuma olarak yorumlandı. Fakat bu sonuca varmak için çok da aceleci olmamak gerekiyor. CHP ve HDP’nin 7 Haziran başarısının ardından AKP’yi “yeni bir devlet mimarisi” inşa etmeye davet eden açıklamanın bir benzeri ile karşı karşıyayız. Kurgusu ve içeriği itibariyle hayli benzerlik taşıyor bu iki açıklama.
Bahçeli, 2015’te olduğu gibi, devletin CHP’ye ve HDP’ye bırakılmayacağını ifade ederek benzer bir sonuç elde edeceğini düşünüyor. Hatta bu hususta oldukça özgüvenli göründüğünü söylemek pek de yanlış olmaz.
Gözler Erdoğan’da
Merakla beklenen cevap çok da gecikmedi. Erdoğan -kamuoyundaki siyasi kaos beklentilerinin aksine- İspanya dönüşü verdiği cevapla Bahçeli’nin bir “devlet adamı” tavrı sergilediğini ve Cumhur İttifakı’nın bir seçim koalisyonu değil devlet ittifakı olduğunu ifade etti. Açıklamanın bu kısmı Erdoğan’ın MHP’nin gücünü teyit ettiğini gösteriyor. Fakat açıklamanın devamında CHP ve Özgür Özel ile ilgili söyledikleri oldukça örtük bir şekilde Erdoğan’ı bu sürece mecbur bırakan açmazlara ilişkin ipuçları da sunuyor.
Eleştiri oklarını Özgür Özel’in Bahçeli’ye verdiği cevaba yönelten Erdoğan’ın hedefinde Özel’in İstanbul’da birlikte açıklama yaptığı Ekrem İmamoğlu vardı. Bu görüşmelerin toplumun rahatlatılması için yapılan bir “devlet mesaisi” olduğunu ima eden Erdoğan, Özgür Özel’in İmamoğlu’nun etkisinde kaldığını ve kendisiyle yapılan görüşmeleri hazmedemediğini ifade ediyordu.
Öte yandan, Bahçeli’ye verdiği cevapta Erdoğan için “suç ortağınız” ifadesini kullanan Özgür Özel’in kastının iktidar bloğunun izlediği ekonomik politikalar olmasına rağmen İmamoğlu’na sataşması Erdoğan’ın bu süreçteki en sıkışmış aktör olduğunun da bir itirafı aslında…
Erdoğan’ın bu açmazı en iyi okuyan ise hiç şüphesiz MHP…
Erdoğan’ın Özel’e cevabının ardından MHP Genel Başkan Yardımcısı Mevlüt Karakaya’nın şu açıklaması oldukça dikkat çekici: “AK Parti ve MHP'nin sonsuza kadar devam edeceklerini varsayıyoruz ama yarın bu vizyonu ismi A olan B olan başka partiler alabilir.”
Bu açıklama Erdoğan’ın “normalleşme” süreci adı altında MHP’yi oyalamasına, kontrpiyede bırakmasına izin verilmeyeceğine işaret ediyor; devletin sahibi olarak kendilerini gördüğünü, zaman zaman birbirinin ayağına dolansalar da AKP ve MHP’nin yan yana var olduğu bu yeni rejime uygun partilerin iktidar olabileceği sistemin karakterini özetliyordu.
Sonuç yerine
Peki Erdoğan kısa vadede “normalleşme” süreciyle neyi hedefliyor?
İlk olarak Erdoğan’ın Şimşek programının başarıya ulaşması için zamana ihtiyacı var. Erdoğan’ın asıl hedefi enflasyonun en azından artmadığı, bütçenin toparlandığı ve yüksek faiz nedeniyle iflas ve işten çıkarmaların olmadığı bir ortamda erken seçime gitmek. Erdoğan’ın tekrar aday olabilmesi için erken seçim dışında hukuki dayanaktan yoksun. Dolayısıyla esas hedef bu süreçte CHP’nin erken seçim siyaseti yapmasını engelleyerek Şimşek programına vakit ve itibar kazandırmak.
İkinci olarak, görüşmeler aracılığıyla CHP’yi -bir ortağı olmasa bile- Şimşek programına destek veren bir pozisyonda konumlandırmak. Bu noktada Erdoğan yeni bir anayasanın CHP ile birlikte yapılmasına özel bir önem atfediyor. Tıpkı 2010 referandumunda olduğu gibi yeni anayasa meselesi amiyane tabirle CHP’ye yutturulacak bir “zoka” olarak gündeme getiriliyor. Zira “Erdoğan tipi” başkanlık rejiminde herhangi bir anayasal metnin zerre kadar önem taşımadığı tecrübeyle sabit…
Üçüncüsü, CHP içerisinde İmamoğlu ve Özel arasında yaşanabilecek olası bir çatışmayı körükleyecek bir siyasal zeminin inşa edilmesi.
Son olarak, başta Kavala-Gezi davası ve Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’yi (ve dolayısıyla Şimşek programını) uluslararası arenada itibarsızlaştıran hususlarda MHP’yi dengelemek. MHP’nin bir düzeyde dengelemesi AKP içerisindeki huzursuzlukların bastırılması ve emniyet ile yargının yeniden düzenlenmesi açısından da büyük bir önem arz ediyor.
Aslında “normalleşeme Erdoğan için en güçsüz olduğu bu dönemdeki nekahet everesi…
Özetle, Erdoğan bir kere daha çok bilinmeyenli bir denklemi soğukkanlı bir şekilde çözmeye çalışıyor. Ama bu sefer önemli açmazlarla karşı karşıya. Halkın boğuştuğu ekonomik sorunlar her geçen gün katlanarak artarken Erdoğan’ın karşısında Türkiye’nin birinci partisi olmuş ve şimdilik akıllıca stratejilerle ilerleyen bir CHP var. Öte yandan, iktidar ortağı MHP’nin de geçtiğimiz sekiz yıl içerisinde elde ettiği gücü kolay kolay bırakmaya niyeti olmadığı ise aşikâr. AKP içerisindeki huzursuzlukları da bu tabloya eklemek gerekiyor. Son olarak, kasımdaki ABD seçimlerinin ardından özellikle Filistin ve Ukrayna savaşlarında yaşanacak gelişmelerle AKP’yi daha da sıkıştıracak bir uluslararası konjonktürün ortaya çıkması da hayli olası.
Sonuç olarak, Erdoğan’ın “normalleşme” sürecine diğer aktörlerden daha çok ihtiyacı var.
Fakat yürümesi gereken yol bu sefer oldukça sarp, engebeli ve dolambaçlı.