Zaman durmuyordu. Yıllar dünyayı türlü felaketlerle sınaya sınaya birbirini kovalarken uzayın o akıl almaz boşluğunda katrilyonlarca söz birikiyordu. Bakmayın siz yazının, yazıldığı yerde kalakaldığını iddia edenlere. Şöyle sesli okuduğunuzda yazı da sese ve söze dönüşüp kanatlanıveriyordu. Ve uzay hiçbir sesi, hiçbir sözü yek diğerine karıştırmadan usulca kaydediyordu. Her sözün ağırlığı farklıydı zira. İşte uzayın kaydettiği o ağır sözlerden birini de 26 Nisan 1986’daki Çernobil nükleer felaketi sırasında SSCB’nin başındaki Mihail Gorbaçov, kuvvetle muhtemel birkaç kez yineledikten sonra “Yerküre Manifestom”da etmişti:
“Felaket bölgesinde yaşayan insanlara hükümetin gerektiği yardımı yapamadığına dair bazen yöneltilen suçlamaları reddediyorum. Elimizden ne geliyorsa yaptık. Yangın her yere yayılmıştı; felaket bölgesine önceleri on, daha sonra otuz kilometre mesafelik bir çemberde yaşayan halk tahliye edildi. İskan bölgeleri, tarla ve meralar dev bir çalışma sonucunda temizlendi.” (s.18-19)
SÖZÜN AĞIRLIĞI ELDEN GELENDE DEĞİL GELMEYENDE İDİ
“Elimizden ne geliyorsa…” O güne dek dünyanın sınanmadığı cinsten bir nükleer felaket karşısında elden ne gelirdi ki? Elden gelen neye yeterdi? Hele bir de buna SSCB’nin içine düştüğü bürokrasi karanlığı eklendiğinde… O karanlık bir yana, ama sahada itfaiyeciler, işçiler, madenciler, sağlık ekipleri, bilim insanları “elden geleni” yapabilmek için gönüllü olarak hayatlarını ortaya koyuyor, felakete karşı mücadele ediyorlardı. Şimdi ekranlarda izlerken distopik gelen görüntüler gerçekti işte. Ve felaketin boyutları o kadar büyüktü ki, kimin elinden ne geliyorsa eksik kalıyordu. Sözün ağırlığı tam da buradaydı zaten.
İLK HABER 28 NİSAN’DA AKŞAM BÜLTENİNDE
Felaket bölgesinde yaşamayanlar için ise yetkililerin elinden ancak kazanın hemen ardından tüm dünyayı bilgilendirmek ve radyasyon yayılımına dair uyarıda bulunmak gelirdi ki onu da yapmadılar. Gorbaçov yine “Yerküre Manifestom”da “Daha ilk gün, çalışma arkadaşlarımla birlikte, felaketle ilgili aldığımız her bilgiyi yayınlama kararı aldık” (s.20) dese de bu kararın,
-belki de bürokrasi koridorlarında yavaşlamasından sebep- uygulanmadığı açıktı. Zira SSCB kendi ülkesine dahi bu kazayı neredeyse üç gün sonra, 28 Nisan’da akşam haberlerinde duyuracaktı.
KİŞTİM KAZASI TAM 30 YIL HALKTAN SAKLANDI
Çernobil nükleer felaketinde kendini gösteren SSCB’nin nükleer meseleleri saklama eğilimi ilk değildi. Nükleer şeffaflık konusunda sicilinin pek parlak olmadığını, SSCB halkları da dünya da daha sonra öğrenecekti:
“1959’da, Çelyabinsk’e komşu “yasaklı” Kiştim şehrinde, ambarlarda biriktirilen kimyasal maddeler, radyoaktif madde artıklarının muhafaza edildiği bir askeri deponun patlamasına sebep olmuş ve bu patlama yerli halkta ciddi sağlık problemlerinin ortaya çıkmasına ve çevrede salgın hastalıkların yayılmasının sebebi olmuştur. Bu olay yaklaşık otuz yıl halktan gizlenmiştir.”(Gorbaçov, Yerküre Manifestom, s.15)
ALMANYA’DA HALKTAN HABERSİZ 126 BİN VARİL NÜKLEER ATIK GÖMÜLDÜ
Lakin nükleer meseleleri halktan saklama eğilimi sadece SSCB’de yoktu, hayır. Almanya halka nükleer depolama için araştırma sahası dediği Asse II tuz madenini, 70’lerin sonuna kadar gerçek bir nükleer depo olarak kullandı örneğin. Öyle aklınıza modern bir depo gelmesin, 126 bin nükleer atık dolu varil tuz madenine gelişi güzel bırakıldı. Halk gerçeği öğrendiğinde ise tepki göstererek, hayatlarını tehdit eden nükleer varillerin madenden çıkarılmasını istedi. Ama su sızıntısı nedeniyle maden çöktüğünden atıkların yeri tam olarak tespit edilemiyordu. 2012’de nükleer atıkların çıkarılması için güvenli koşulların oluşturulması amacıyla çalışmalar başladı. Fakat her şey o kadar yavaş ilerliyordu ki; eğer planlandığı gibi giderse varillerin ancak 2033’te çıkarılmaya başlanacağı söyleniyordu.
TÜRKİYE’YE ULAŞAN İKİNCİ RADYASYON DALGASI HALKTAN GİZLENDİ
Ve halktan bilgi gizlemelere doyamayan Türkiye… Çernobil nükleer felaketinin ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) tahminine göre 10 Mayıs 1986’da tam da çay hasadının olduğu sıralarda Doğu Karadeniz üzerinden Türkiye’ye giren ikinci dalga yüksek radyasyon yüklü bulut dalgasına karşı hiçbir önlem alınmadığı gibi halk da tehlikeden haberdar edilmedi. TAEK Başkanı Ahmed Yüksel Özemre, daha sonra kaleme aldığı “Çernobil Komplosu” kitabında o dönemlerde Türkiye’de "Radyasyon Erken-Uyarı Sistemi" bulunmadığını yazsa da aynı kitabın, aynı sayfasında (37) şöyle diyecekti:
“Bütün radyasyon ölçümleri ve numûnelerin spektroskopik analizlerinin sonuçları söz konusu bölgenin muhtemelen 10 Mayıs günü ve bizim de 1 Mayıs'tan beri yaptığımız tahmînlere uygun olarak, bir radyasyon vurgunu yemiş olduğunu göstermekteydi.”
Demek ki tahminlerine dayanarak halkı uyarabilirlerdi, yapmadılar. Velhasılıkelam çay hasadı sırasında radyasyonlu bulutlardan yağan yağmur mahsulü kirletiyor, kirlenen mahsul hiçbir şeyden haberi olmayan halk tarafından toplanıyor, yetkililer ise üç maymunu oynuyordu. Hasadın ardından pek çok mahsullün yanı sıra çay da işlenip piyasaya sürülünce olanlar oldu. Türkiye’nin ihraç ettiği ürünler sınırda radyasyon testlerine takılıyor, ihraç edildikleri ülkelere giremeden geri gönderiliyordu. Bu haberleri okuyan halk ise ya iç piyasaya sürülen çaylarda da radyasyon varsa, diye endişeleniyordu. Neyse ki yetkililer yüreklere su seriyordu!
- “Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir.” Sanayi ve Ticaret Bakanı, Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi (TRGK) Başkanı
- “Azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı.” “Radyasyonlu çay daha lezzetli oluyor.” / Başbakan Turgut Özal
- “Vücudumuz her şeye alışmış... Radyasyondan madyasyondan bize bir şey olmaz.” Cumhurbaşkanı Kenan Evren
Devletin başındakiler toplum sağlığıyla alenen dalga geçiyordu. Lakin kendilerince önlem almayı da ihmal etmediler. Bilim insanlarının radyasyon meselesini kurcalama ihtimaline karşı 14 Ağustos 1986’da TRGK’nin bilgisi dışında üniversiteler tarafından radyasyonla ilgili yayın yapılmasını yasaklandı. Böylelikle radyasyonun Türkiye’deki etkilerinin halka açıklanması engellenmiş oldu. (ODTÜ’den dört bilim insanı; İnci Gökmen, Ali Gökmen, Aykut Kence ve Olcay Bingöl bu yasağa aldırmayarak piyasadaki çayda da radyasyon olduğunu ispatlayacak ve araştırmayı Hürriyet gazetesi yasağa rağmen 27 Ocak 87’de manşetten duyuracaktı.)
ÖZEMRE’DEN YAKLAŞIK 8 AY SONRA GELEN İTİRAF
İşler iyiye gitmiyordu, radyasyonlu ürünler Türkiye’ye geri gönderildikçe halkın tedirginliği de homurtusu da artıyordu. Ve daha fazla gizleyemediler. TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre, ikinci dalga radyasyon bulutunun Türkiye’ye girmesinden yaklaşık 8 ay sonra, bir televizyon programında bu bulutu gizlediklerini itiraf etti. Panik yaratmak istememişler. Gerekçe de buymuş. İtiraf, bu yayın kaynak gösterilerek 24 Aralık 1986 tarihli Hürriyet gazetesine manşet oldu: “2. Radyasyon dalgası gizlendi”
Hangi birini anlatalım? 2014’te Bakanlığa teslim edildikten sonra kamuoyuyla paylaşılması gereken Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) ÇED raporunun, bırakın halka açıklanmasını, Bilgi Edinme Yasası kapsamında raporu görmek için başvuruda bulunan avukatlarla dahi paylaşılmamasını mı? Yoksa daha geçen yıl Akkuyu NGS’nin ilk reaktörünün inşaatı sırasında beton zemininde oluşan çatlakların 10 ay kamuoyundan gizlenmesini mi? 10 ay sonra bir yetkili çıkıp da bunu halka açıklamadı, yanlış anlaşılmasın. Haber Türk’den Olcay Dilek yazdı da öyle öğrendik.
NÜKLEER SÜREÇLER HEMEN HİÇBİR ÜLKEDE ŞEFFAF DEĞİL
Nükleer meseleleri halktan gizleme eğilimi ülkelerden bağımsız ezcümle. Demokrasisi güçlü ülkelerde halkın yaşamıyla doğrudan ilintili bu nükleer süreçler daha şeffaf, bizim gibi ülkelerdeki ise malum. Ama hemen hiç birinde tamamen açık değil ki bu da büyük bir demokrasi sorunu. Üstelik nükleer enerji yüz binlerce yıl radyasyon yaymaya devam ederek gelecek kuşakların yaşamlarını ipotek altına alan atıklarıyla etik de bir sorun.
Hal böyleyken kazalar dahil nükleer süreçlerde demokrasi aramak ve nükleercilerden şeffaflık beklemek beyhude. Acı tecrübelerle sabit bu, ki hepsi de uzayda kayıtlı. Svetlana Aleksiyeviç’in “Çernobil'den Sesler"; kitapta aktardığı felaketten etkilenen insanların yaşadıkları, acıları, kayıpları… kayıtlı. Gorbaçov’un söyledikleri kayıtlı. Özal’ın, Evren’in, Aral’ın alayları tek tek kayıtlı. Ve o koca boşluğun başka nükleer felaketlerin seslerini, bu felaketlerin ardından yakılan başka ağıtları, başka “nükleer güvenlidir” yalanlarını ve başka nükleer pişmanlıkları kaydetmemesi için… Felaketin ardından elden geleni yapmış olmakla avunmamak için… Tek yapmak gereken felaketin hiç yaşanmamasını sağlamak; bugün nükleer enerjiden vazgeçmek. Uzayı da dünyayı da rahat bırakmak. Bu kadar basit.