Çok sevdiğiniz bir insanla günü gelmemiş bir veda karşısında ne hissedersiniz? Hasta değilsiniz, kaza geçirmediniz. Ölüm ile aranızda beklenebilecek hiç bir “sebep” yok. Her şey olağan halinde ilerlerken birdenbire her şeyin tepetaklak üstünüze bilerek isteyerek yıkıldığını düşünün. Öyle bir an! Bir silah sesi sevdiğinizi hayatınızdan bir anda çekip alırsa? Sevdiğinizin ölmesinden değil öldürülmesinden söz ediyorum. Sadece hasmınızın nefreti veya kararıyla sevdiğinizin hayatı elinden alınırsa? Birilerinin buna gücü olduğu size her haliyle gösterilirse? Öldürülerek, cinayetin üstü kapatılarak, failler yeni mesailer içinde dolaştırılmaya devam edilerek… Hayatınızı tarumar etme gücünün alelade biçimde kullanıldığı bir anın yaşattığı bir boşluk ve ondan doğan bir haksızlık hissini yaşamak gibi örneğin… Ve ilerleyerek soracağım: Bir apokalips, bir kıyamet sizi gerçek hayatın içinde yakalarsa ve sadece sizi yakalarsa geri kalan dünyaya bakarak ne yaparsınız? Peki ya sizi hayat ile ölüm arasında bırakan, sevdiğinizin güpegündüz ve kasten elinizden, hayatınızdan alınışının bıraktığı derin boşluk hissinin o ilk anları ile çocuklarınızın varlığını sürdürmesi için hayata sımsıkı sarılmak duygusunu aynı anda nasıl yaşarsınız? Biraz daha ileriye gideceğim: Bir kadına bir silah sesi ile nicedir beklediği “olay”ın tam “o an”da gerçekleştiğini düşündürten şey nedir? Bunu düşündürten ülke nasıl bir ülkedir?
Bu soruların en azından bazılarının bende bir cevabı yok. Fakat bir yurttaş olarak karşılığı var. Üzerine konuşamam galiba Ama bir insan olarak anlamaya çalışabilirim. Çünkü sorular sadece birilerine yaşatılan acılar ile alakalı değil. Bizimle, bizim yurttaşlığımız, bu ülkenin toplumsal ahvali ve aynı zamanda “halk ruhu” ile alakalı da. Belki aramızdan bazılarının yaşadığı “boşluk”u anlamak, fark etmek, ama bunun, bu boşluğun sadece ona, onlara ait olmadığını idrak etmek ve farklı bir yaşama doğru yapabileceğimiz şeyler olup olmadığını fark etmek açısından bu soruları sadece bazı kadınlara sormanın ötesine geçmek zorundayız artık. Sadece bir cevabın değil bir ilişkinin, bir etkileşimin, birbirimize dokunmanın yolunu bulmak için buna ihtiyacımız var. Şimdi ben bunu yapmaya çalışacağım.
Önce İki ses duyacaksınız “o an”a dair burada:
Önce tam 45 yıl önce bugün katledilen savcı Doğan Öz’den başlayacağım. Sezen Öz “o anı” şöyle anlatıyor:
“Eyvah…”
Mart ayının 24’ünde (1978) sabaha karşı bir acıyla uyandığımı hatırlıyorum. Bu tür şeylere çok inancım yoktur. Ama içimde bir acı duyduğumu hatırlıyorum. Sonra her günkü rutin şekilde kalktım. Kahvaltı hazırladım. Bu arada 16 yaşında olan oğlum Turan sabahçıydı 50. yıl lisesinde. O erken çıktı evden. Onun kahvaltı yapmasını sağlayıp uğurladım.. Onun arkasından Doğan kalktı. O çıkmak üzere hazırlıklarını yapıyordu. O sıralarda henüz 14 yaşında olan Hakan ise evdeydi. Kucağımda ise henüz beş yaşındaki kızım Bengi. Geçirdik Doğan’ı kapıdan. O da kızını öptü ve gitti. Aşağı indi. Çok kısa bir süre sonra bir silah sesi. Arkasından peş peşe gelen silah sesleri. Ben büyük bir ürküntü ile o an “olmamıştır. Olmamıştır…” diye kendi kendime sesleniyorum. “inşallah oradan ayrılmıştır, kurtarmıştır…” diye düşünüyorum. İnan ki bu bir kaç saniye içinde o kadar çok düşünce ve duygu geçti ki içimden. Hemen pencerenin birinden sarkarak baktım. Bizim arabayı soldan kaldırıma çıkararak öyle park etmiştik. Sol sinyali yanıyordu. Içine eğilip bakan insanlar vardı. O anda anladım. “Eyvah…” . Sonra kızım Bengi'ye dikkat etsin diye Hakan'a seslendim. Ama yavrum siz çıkmayın. Ben bir hemen bakayım diye çıktım evden. Merdivenlerden aşağıya neredeyse uçarak indim. Biz 5. ve en son katta oturuyorduk… O gün nasıl aşağı indiğimi çok iyi hatırlıyorum. Bu zihnime çıkmamacasına nakşedilmiş. Ve inince maalesef vaziyeti gördüm. Sol tarafta bir bina vardı. Kömür İşletme binası. Acele yardım isteyebilmek için telefon lazımdı. Hızla oraya daldım. Onlar da zaten panik olmuşlar. Telefonu onlar uzattı bana. Hemen savcılığın numarasını çevirdim. Konuşabileceğim kadarıyla durumu söyledim. Kendime inanamadım. Olanlara inanamadım. Kaybetmiştik Doğan’ı. Çocukları düşündüm ve tekrar yukarıya çıkmam gerekti. Sonra Hakan inmek istedi aşağıya babasını görmek istedi. sonra Benginin yanına ben geçtim. Zaten haber yayılmaya başlamış, Ankara'da duyulmaya başlamış. Pek çok kişi geliyordu evimizin önüne. Tanıdık tanımadık o kadar çok insan dolmuştu ki eve ve evin etrafına. Savcı arkadaşlarına ben haber vermiş oldum. Onlar gelmişler orada aşağıda çalışıyorlar. Doğan’I kaldırdılar tabi. Sonra aracı da kaldırdılar. Kızılırmak Caddesi’nde Doğan’ın kanları kaldı… (Yakında kitap olarak yayınlanacak olan Sezen Öz ile mülakatımızdan).
Ve şimdi de “o anı” Şengül Hablemitoğlu anlatıyor:
“İşte Oldu…”
Ankara’nın soğuk günlerinden biriydi. Sabah beni pencereden uğurladı Necip. Arabamın üzerindeki karları temizlerken birden gümüş rengi Fiat Brava bir araç hızla geldi. Benim aracımın yanına park etti. İçinde iki genç oturuyordu, yüzleri bugün gibi aklımda. Dini yayın yapan bir radyoyu dinliyorlardı. Arabanın plakasını da aldım. Sonra yola koyuldum. Arayıp Necip’e haber verecektim, aklımsan silindi gitti. En son akşam evde yemek hazırlıkları yaparken aradı. “Markete giriyorum ne lazım” dedi. Sofrayı hazırladım, o arada kapımız çaldı. Apartman görevlimiz arkada, küçük oğlu öndeydi. İnsan uyanmıyor böyle bir şeye. “Şengül abla, arabanızın yanında bir adam yatıyor” dedi. Park ettiğimiz yere doğru pencereden baktım. “Burada değil galiba” derken anladım. Çocuklar salondaydı. Onlara, “Ben arabamızın yanına çıkıyorum, sakın kımıldamayın, şimdi döneceğim” dedim. “İnşallah yaralıdır” diye dua ederek dışarı çıktım, komşularımız beni yanaştırmak istemedi önce. Dokunamıyorum, nasıl uyuyorsa elleri öyle kıvrılmış yatıyor. Yüzü kanlı, gözlüğü duruyor. “Yaşıyor mu?” diye sordum yanımdakilere. Cevap veremediler. “İşte oldu” dedim. Orası birden kalabalıklaştı. Hemen yukarı çıktım. Çocukların biri on, diğeri 11 yaşındaydı. İlginç tarafı, ben dışarıdayken evin telefonları çalmaya başlamış, televizyonlar altyazı geçmiş. Çocuklar da şaşırmış. “Bundan sonra babanız bizimle değil. Konuşacağımız çok şey var ama ne olur ağlamayın, beni bekleyin. Birlikte ağlayacağız” dedim. İki çocuk birbirine sokulmuş, büzülüp tek vücut haline gelmişti. Onları komşularımıza emanet edip çıktım yine. Polis gelmişti, etrafı çevirmedikleri için medya yakınına kadar girip çekim yapıyordu. “Almayın” diyordum, öyle bakıyorlardı. Bir saat sonra çevirdiler etrafı. Bula bula iki mermi kovanı buldular sadece. (Faruk Bildirici, Şengül Hablemitoğlu ile röportajından, Hürriyet pazar, 15 Temmuz 2012).
Anlatılan Sadece Onların Hikayesi Değil
Her iki anı ve anlatım da birbirine ne kadar benziyor ve sadece tek bir trajedinin nasıl bir “rutin”e dönüşerek tekrar ettiği kaygısını daha da tetikliyor. İki kadının hep beklediği bir korku ile somut olarak yüzleşmelerinin en gerçek sahneleri bunlar. Öldürülmekten korktukları bir ülkede yaşadılar. Gerçekten öldürüldüler. Ve bir ülke bu insanları, bu kadınları işte o eşikte; hayat ile ölüm arasındaki geçitte; sevdiklerinin ellerinden alındığı “o an”da yaşattı ilelebet… Öldürülebileceğiniz bir ülkede yaşamanın ve o ülkeyi öyle kabul etmenin sadece onların trajedisi olmadığını aslında hepimiz ile ilgili olduğunu anlamak hiç zor değil. Nitekim eşinizin her an öldürülebileceği bilgisine sahip olduğunuz bir toplumsal dünyanın içindesiniz: “Eyvah” ve “işte oldu” sözleri bize işte bu gerçeğin nasıl olağanlaştırılarak hayatlarımız içine yerleştirildiğini gösteriyor. Biz öldürüleceğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Bunu hepimiz biliyoruz… Ve kabul ediyoruz…
Nitekim bu “hikaye”lerin sadece bu iki kadına ait olmadığını da biliyoruz. Sayısız -ki saymak ne ayıp!- trajedi var böyle… Her iki “o an” anlatımı da çok açıkça göstermektedir: Gerçekte, Türkiye “on an”lardan kurulmuş bir ülkedir. Türkiye, ölüme alışılan bir ülkedir. Ona seyirci kalınan bir ülkedir. Ve sürekli kendini tekrar eden cinayetler ülkesidir. Bu da cinayetlerle, onları yargılayarak aşabilecek bir irade geliştiremediğini gösteriyor. Şu yukarıdaki anılar birer “travma” değildir o nedenle. Bu ülkenin hukukunun, adaletinin hikayesidir. Bizim hikayemizdir.
45. Ölüm yıldönümünde savcı Doğan Öz’ü belki de artık böyle hatırlamayı, anmayı tercih etmeliyiz. Tıpkı Hablemitoğlu”nu, Musa Anter’i, Yusuf Ekinci’yi. Şevket Epözdemir’i, Uğur Mumcu’yu, Faik Candan’ı…
Ruhları şad olsun…