“Olanlar hep oldu, bunlar kader planının içerisinde olan şeyler.” Bunlar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Pazarcık’ta kendisine umutsuz bir umutla bakan kadına söylediği sözlerdi. Erdoğan, “kader planını” hep söylerdi ama bu kez farklıydı. 5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan geceden sonraki iki günde çizilmiş bir siyasi planın dışa vurumuydu.
Planın kaderi belliydi, olağanüstü hal ilanı Resmi Gazete’de yayımlanacak, Cumhurbaşkanı Erdoğan da deprem bölgesinde kurulmuş birkaç çadırı ziyaret edecekti. Oradan “10’ar bin lira vereceğiz” diyecekti. Erdoğan Kahramanmaraş’ta "kader planı" derken, Beştepe koridorlarında belki de yarının sloganı olacak olan “Enerjimizi seçime harcamayalım” sözü sayıklanıp, dil alıştırılıyor olacaktı.
Elbette plan, depremzedeye verilecek 10 bin lira değildi, bunun için iki gün üzerinde çalışmak gerekmezdi. Birazdan bu iki günde neler olduğunu anlatacağız ama önce tarih biliminin, bugüne ışık tutma nimetinden faydalanmak için 15 Temmuz akşamına gidelim. Gidelim ki bugünü anlayabilelim. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o gece Marmaris’ten Ankara’ya gelişinde bir şekilde Rusya vardı. Kiminin iddiasına göre “Darbeci F-16’lar Erdoğan’ın uçağını düşürecekti, Rus uçakları korudu”, kiminin iddiasına göre “Erdoğan o gece uçakta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüştü.”
Bunlar, 15 Temmuz’un gerçek tarihi yazıldığında ortaya çıkacak ayrıntılardı ama 6 Şubat’tan sonra Beştepe’de bir dizi gelişme oldu. Bunlardan pek de üzerinde durulmayanı elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmesiydi. Görüşmeye ilişkin eş zamanlı açıklama yapılacaktı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, görüşmeye ilişkin “Türk tarafının ihtiyaçları önemli. En üst düzeyde yardımcı olmaya hazırız. Türk dostlarımızdan sinyal bekliyoruz” diyecekti.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı da görüşmeyi doğrulayacak, Putin’in Türkiye’de arama kurtarma ve afetle mücadele alanında yapacakları desteğe ilişkin bilgi verdiğini duyuracaktı. Peki sonra ne oldu? İki lider yardımın şekli ve kapsamı üzerinde mi anlaşamamıştı? Yoksa Rusya’nın “Türk dostları”, yardım için sinyal mi vermemişti ki Rusya deprem bölgesinde yoktu? Yoksa yardım her şeyin bahanesi miydi? Asıl konuşulan, Erdoğan’ın siyasi kaderinin rotası mıydı? Zira, yurttaş daha deprem bölgesindeki tablonun farkında değildi ama Erdoğan da Putin de Hatay’ın artık ortada olmadığını biliyordu. Kahramanmaraş’ın yıkıldığını her iki lider de biliyordu. Adıyaman’daki gerçek durumdan Cumhurbaşkanı Erdoğan elbette haberdardı.
Bu boyuttaki bir deprem, siyasi ve ekonomik kartların yeniden karılmasını gerektirirdi. Bir kez ağızdan “14 Mayıs” lafı çıkmıştı ama yeni duruma göre bu tarih bile yeniden gözden geçirilebilirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan tam da böyle bir siyasi liderdi. Duruma göre anında karar verebilme özelliği vardı.
“Durum”ları, bazen kendisi yaratırdı, bazen bunlar "şahsı" dışında gerçekleşen durumlardı, bazen de kısmen kendisinin içinde bulunduğu, partnerleri olan durumlardı. Yazıya, tarih biliminin bize nimeti olarak 15 Temmuz gecesini hatırlatarak başlamamız da bundandır. Erdoğan işte o “durum”lara göre kartları yeniden karabilen bir siyasi kimlikti. O zaman da öyle yapmış ve bunları OHAL sayesinde gerçekleştirebilmişti.
6 Şubat gecesinden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Dün, “ayakları sayılan masa”ya bile farklı bakılabilirdi. Nitekim öyle oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, önce ortağı Devlet Bahçeli ile görüştü, ardından, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici, Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Başkanı Önder Aksakal, Anavatan Partisi Genel Başkanı İbrahim Çelebi, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile.
Bu görüşmelerin gazetecilik deyimiyle “perde arkası”, cılız ifadelerle “depreme ilişkin” olarak açıklandı. Ama gelin görün ki Erdoğan’ın görüştüğü partilerin pek çoğunun liderini, ne Kahramanmaraşlı tanırdı ne Hataylı. O partilerin liderlerinin yolu, belki bir-iki kez bu illere düşmüştü. O da belki. Konu deprem olsa deprem bölgesinin insanını iyi tanıyan, o bölgenin insanlarına vakti zamanında ip ölçtürerek pusuladaki yerlerini bulduran HDP ile görüşürdü. CHP Genel Merkezi’ni arar, “Bay Kemal, bak seni sevmem bilirsin ama vakit birlik olma vakti” der, Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşürdü. Belli ki konu deprem değildi. Ve ülkenin Cumhurbaşkanı, yüz binlerce insan enkaz altından ses duyurmaya çalışırken siyasi kartları yeniden karıyordu. Putin, Bahçeli, 6'lı Masanın bileşenleri ve adının varlığını unuttuğumuz bir iki siyasi parti; yanlarında sos niyetine
72 saat geçmişti ama OHAL gerekliydi(!)
Depremden sonra saatler 72 saat sonrasına kurulmuştu. O gece, hadi bilemediniz ertesi günün gecesinde ulaşılan ulaşılacaktı, ulaşılamayan donacaktı. 72 saatten sonra artık ne askere ihtiyaç duyulacak ne kurtarma çabası kalacaktı. O zaman artık sadece kefen lazım olacaktı! Saatler ilerliyordu, “OHAL ilan edilsin” diyenlere müjdeli haber Beştepe’den bir türlü gelmiyordu! Bu görüşte olanlara göre yardım daha koordineli yapılabilirdi, asker kazma küreği alıp enkaza girebilirdi.
Sanki o ülkede İl İdaresi Kanunu yoktu da valilerin, OHAL ilan edilmeden de askeri birlikleri deprem bölgesinde görevlendirme yetkisi yoktu. Sanki o ülkede insanlar “OHAL ilan edilmeden kılımı kıpırdatmam” diyerek gönüllü çalışmaya karşı çıkıyor, kahvede okey oynuyorlardı da OHAL ilan edilince zorunlu olarak çalışacaklardı. Sanki o ülkede vinç operatörleri, sosyal medyada “Biz buradayız, telefon numaralarımız da işte bunlar” diye listeler yayınlayıp çalışmaya hazır olduklarını ilan etmemişlerdi. Sanki Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de yardım toplama merkezlerinin önü kıyamet günü değildi. Sanki o ülkenin girişimcileri değildi, “Gelin şurada ayakta kalan otelimizde şu kadar kişiyi barındırabiliriz” diye yırtınanlar. Sanki onlar “Yok, ben OHAL ilan edilmedikçe otelimin önünden kuş uçurtmam” diyorlardı.
Ama OHAL yine de gerekliydi. Bugünün yarını vardı. O enkazın altından yarın donmuş cesetler çıkacaktı. Cesetler Hatay’ın Atatürk Caddesi’nde öylece boylu boyunca yatıyor olacaktı. Sahipsiz. Günler geçecek bir gazeteci, günlerdir uğranılmayan enkazın başından yayın yapacaktı belki de. Belki de yarın deprem paralarının nerelere harcandığı kalem kalem yazılır olacaktı.
Şu sosyal medya yok mu şu sosyal medya, durmayacaktı. Nerede bir olumsuzluk görülse “tweet”lenecek, “retweet”lenecekti. Bu “kuş”un bir an önce susturulması gerekecekti. Hatay sokaklarındaki o cesetleri çeken gazeteci bir an önce durdurulmalıydı. Gerekirse yayın kuruluşu bile kapatılabilmeliydi. OHAL gerekliydi.
Bugünün daha yarını vardı. Bu enkazın altından cesetler çıkacak, “sahipsiz mezarlıkları” göz alabildiğine uzanacaktı. Onların mezar taşı olmayacak, başlarına nereden çıkarıldıklarını gösteren kodların olduğu tahta parçaları dikilecekti. Bunlar ve daha fazlası, konsoloslukları kapatılan ülkelerin yardım çağrılarını kabul etmeyen büyük Türkiye’ye hiç de yakışan görüntüler olamazdı. OHAL çok elzemdi!
Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi, bugün vali “yardımlar nerede” diye yükselen soranlara gülümseyerek durumu idare ediyordu da bu halkın duracağı yoktu. Kalabalık valilik önünde toplanıyordu içini döküp sonra enkazın başına dönüp ses dinliyordu da yarın enkazdan ses gelmeyeceğine kanaat getirince valilik önünden kolay kolay ayrılmayabilirdi. Kamu düzenini bozmaya kimsenin hakkı yoktu; OHAL gerekliydi!
Beştepe koridorlarında dil alıştırılan slogan: Enerjimizi seçime harcamayalım
O ülkede yarın (belki de) seçim olacaktı; siyasi partilerin temsilcileri o illere gidecek, “devlet size sahip çıktı mı?” diye soracaktı. O partiler oralarda pankartlar asacaklar, toplantılar yapacaklar, ölenlerin 40’larına, 52’lerine katılacaklardı. Buna şimdiden bir sınırlama getirmek gerekirdi: OHAL lazımdı.
Bu enkaz öyle kolay kalkmayacaktı. Enkazı kaldırmak kolaydı, dayanırdı makine yüklerdi ama yüreklerdeki enkaz kolay kalkmayacaktı. Bu ortamda seçim yapılmasa mıydı? E sandık bekleyen yurttaşa ne denilecekti?
İşte Beştepe koridorlarında bir fısıltı dolaşıyordu: Enerjimizi seçime harcamayalım. Evet sihirli slogan bu olabilirdi: Enerjimizi seçime harcamayalım. Bu sloganı bir yere not etmekte fayda var. Şu enkaz fiziken biraz kalksın belki de sık sık duyacaksınız, şimdilik sadece Beştepe koridorlarında sayıklanır gibi söylenip dil alıştırılan bu sloganı: Enerjimizi seçime harcamayalım.
Seçim öyle parasız yapılan bir şey değildi ki. Milyarlar gerekirdi. Onunla deprem bölgesinde kaç konut yapılırdı biliyor musunuz? İnsanların başını sokacakları evleri yokken seçim yapmak lüks olmaz mıydı? Hiç mi vicdanı yoktu “bir an önce seçim olsun” diyenlerin. Onları kim görürse yüzlerine tükürmeliydi: Yuh sana, orada insanlar, karda kışta sokakta yatarken sen seçim mi istiyorsun?
AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bunları “dün”den test etmişti. 15 Temmuz’da neyse ki OHAL ilan edilmişti de kimseler darbenin nasıl olduğunu sorgulayamamıştı. Kimse o zaman kanun hükmündeki kararnamelere sesini çıkaramamıştı. Öyle ya, devlet temizleniyordu.
Yarın başka bir hava eserdi, belki yine 14 Mayıs’ta sandık kurulurdu ama ne olur ne olmaz şu OHAL yetkileri cepte dursundu. OHAL, sonuçta süresi uzatılabilen bir şeydi ve “bu yıl artık seçim olmaz, seneye” dedirtirdi.
Ve belki de bu, üç beş güne açıklayacağı adaya, “Sen ne diyorsun” denileceğinden endişe duyan muhalefetin bir kısmının da işine gelirdi. Hem belki de o bu, açıklanacak adaya sırf 6’lı Masada olunduğu için kerhen destek vermek zorunda kalıp da partisinde homurdanma oluşmasından endişe eden liderleri de rahatlatırdı.