Ebru Turgut
Bir masadayız. Masanın üstünde üç küçük post-it. Eline kalemi alıyor. Önce post-it’lerden birine daireler çiziyor, sonra diğeri kareli bir defter sayfasına dönüşüyor ardından son kağıdı kalemiyle gelişi güzel karalıyor. Ben Necati Bey’e soran gözlerle bakıyorum. O da bana, hayatımda hiç unutmadım bunu, şehirlerin planlamasıyla hayatın ne kadar da eş değer olduğunu anlatmaya başlıyor. İlk çizdiği post-it’in üstündeki çizimi gösterip bu Moskova diyor ve Moskova’nın neden Moskova olduğunu anlatmaya başlıyor. “Sokakların hepsi bir meydana çıkıyor.” Sonra küçük karelere böldüğü kağıdı alıyor. “Bu da New York” diyor, “Düzenli, sistemli” ardından karaladığı son kağıdı gösteriyor. “Bu ise İstanbul, burada ne görüyorsun?” Diye soruyor. Ben ilk sessiz kalıyorum biraz düşündükten sonra sistemsizlik mi diyorum o da “Kaos” diyor. “İstanbul bir kaostur.” Sonra da ekliyor, “Şimdi senden hazırlayacağımız kampanyayı düşünürken buradan bakmanı istiyorum” deyip her zaman yaptığı gibi nazikçe masasındaki bilgisayara başını çeviriyor.
Yıl 2011, ben o çalışma masasından, kendime yeni bir yön çizmek için Öykü ajanstan ayrılıyorum, biraz daha İstanbul’da yaşadıktan sonra eskiden yaşadığım şehre İzmir’e dönüyorum. Necati Bey ve Pelin Özkan’ın o dönemde yeni filizlenen BrandWeek İstanbul etkinlikleri iletişim ve reklam dünyasında büyük çaplı bir etkinliğe dönüşüyor. Necati Özkan, zamanla dünyada iletişim alanında ödüller alıyor, yolunda başarıyla ilerliyor. Bana da hayatımdaki rehberlerimden biri olan Necati Bey’in başarılarına sevinmek düşüyor.
Derken bir gece hepimiz televizyon başındayız çoğumuz İstanbul’dan ayrılmışız ama hepimiz İstanbul Gönüllüsüyüz.
Tek sohbetimiz İstanbul’da kim kazanacak? Ekranda Necati Bey, onu çalışanların yanında görüyorum. O an, Öykü Ajans’ta çalıştığım dönemi hatırlıyorum. Biz, başka ajanslarda olmayan bir ruha sahiptik; hâlâ o ruhu korur, görüşür ve yazışırız. Kendimize “Eskimeyen Öykü” adını bile verdik. Bu dostluğun mimarıysa Necati Özkan’dan başkası değildi. Çünkü kendisi, dünyadan saklanan ama hep ortada duran bir bilgiyi görenlerden; başarının rekabetten değil, birlikten doğduğunu bilenlerden.
Bu düşüncelerle televizyonda seçim grafiklerine bakıyorum ve seçimi kazandığımız an; bir anda hepimiz “Oh be!” diyoruz. Kazandığımız diyorum çünkü İstanbul hepimizin şimdi! Sanki bir ormandayız da tertemiz bir havayı içimize çekiyoruz. Ağaçları kesmemek için direndiğimiz İstanbul, güzelliğiyle bizi şaşırtmıyor. Bir ülkenin tüm canlıları, yıllar sonra hep birlikte rahat bir nefes alıyoruz.
Sonra seçim iptal ediliyor. Biz çaresiz hissediyoruz. Nefesiz kalmış, boğazımızda bir yumru; O ise yerel seçimlerin tekrarında hazırladığı kampanyayla, hissettiğimiz çaresizliği fark ediyor ve “Her şey çok güzel olacak” diyerek umudu yeniden canlandırıyor. Bu iç görüsüyle beni bir kez daha şaşırtıyor.
İstanbul’a ve ülkeye ne yapılmak isteniyor?
Bir sabah tutuklandığı haberini öğreniyorum, hemen “Eskimeyen Öykü” iletişim grubumuz ile bu durumu konuşuyoruz. Hepimiz anlamak istiyoruz. Seçilmiş bir belediye başkanı ve onun kampanyasını yapan başarılı bir siyasi iletişimci neden tutuklanıyor? İstanbul’a ve ülkeye ne yapılmak isteniyor?
Aklıma onun İstanbul’u anlatmak için çizdiği o çizim geliyor. Kaos orada bir kentin kimliği, güzel “karmakarışık”lığı ama tutuklanmalarla başlayan gecede anlıyorum ki kaos, şimdi bir diğer anlamını “kargaşa”yı taşıyor. Bu durum kimin işine gelir? diye soruyorum. Bir anda bir silsile başlıyor. Sadece CHP’li belediye başkanları tutuklanıyor.
“Bu sence de çok saçma değil mi?” Diye dönüyor bir arkadaşım haberlere bakarken, ben gülmeye başlıyorum. Katılıyoruz gülmekten, sinirlerimiz bozulmuş kahkahalar atıyoruz. Sonra diploması da sahteymiş derken kendimizi tutamıyoruz bu saçmalığa gülmemizi ağlayarak sonlandırıyoruz.
Ülkeyi sözüm ona onların söylemiyle kaosa sürükleyen üniversite öğrencileri bu saçmalığa, kendi diplomalarının hakkını da aramak için karşı yürüyor, iki üniversite bir yerde kucaklaşıyor, Pikachu koşuyor, düdükler çalınıyor, evlerden tencere tavayla müzikler yapılıyor. Bu niye yapıyoruz çünkü adaletsizliğin başlatıldığını biliyoruz.
Onlar şu an en ağır koşullar içinde tek başına bir koğuşta yatarken, gerçekten suç işleyen ve “iyi” halden dolayı açık cezaevlerine gönderilenler; açık görüşlerde sevdikleriyle kucaklaşıyor, telefonla konuşabiliyor ve kimisi hakları olan izinle dışarıya çıktıklarında aynı suçları tekrarlıyor.
Bizim “Artık yeter!” dediğimiz bu düzende; halk için çalışanları, bilgi ve yaratıcılıkla ortaya çıkan başarıları istemiyorlar! İlerlemeyi, bir arada yaşamayı, iyi şeyler yapılmasını istemiyorlar ve bunun için adaleti yok etmeye kararlılar.
Ben bu süreçte bir karar verdim. Belki siz de karar vermişsinizdir.