Şam’ın düşüşü: Emperyalist hegemonya

ABD ve İsrail gibi güçler, kendi çıkarlarını koruma adına bu savaşların sürekliliğini sağlayarak sermaye düzenini ayakta tutuyor. Şam’ın düşüşü yalnızca bir rejimin çöküşünü değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası aktörler için yeni bir düzenin başlangıcını ifade ediyor.

“Suriye’de bir devrim yok. CIA tarafından yönetilen bir karşı devrim var. İkisi aynı gibi görünebilir, ancak tamamen zıt şeylerdir. Suriye, egemenliğini, Türk ve İsrail destekli cihatçı paralı askerlerden oluşan ve dini azınlıklara duydukları nefretle birleşen rakip çetelere kaybetmiştir. İnsanlık için karanlık bir gün.”

Gazeteci Dan Cohen’in bu tweetini gördüğümde aklıma Amerikalı tarihçi Sidney Lens’in ABD’nin tarihsel olarak nasıl bir emperyalist imparatorluk kurduğunu anlattığı şu sözleri geldi:

“Birleşik Devletler çaresiz insanlardan topraklarını çalmış, onca ülkenin kendi iradelerini ve çıkarlarını umursamaksızın iradesini dayatmış, yüzlerce anlaşmayı ve uzlaşmayı ihlal etmiş, olabildiğince korkunç savaş suçları işlemiş, daha önce hiçbir insanın görmediği emperyalist bir imparatorluk kurmak için ordusunu adeta bir sopa, dolarını ise bir havuç gibi kullanmış, istedikleri lideri seçmelerini veya devrimle istemediklerini devirmelerini önlemek için onlarca ülkenin işçilerine acımasızca müdahale etmiştir.”

Lens’in bu ifadesi, ABD’nin “demokrasi” veya “insan hakları” adına bölgelere müdahale ederken esas amacının kapitalist düzeni ve sermaye birikimini güvence altına almak olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Özetle; savaşın kaynağı kapitalizmin doğasında yatıyor, sermaye birikiminin krizlerle sürdürüldüğü bir sistemde, savaş kaçınılmaz diyor.

Cohen ve Lens’in çarpıcı tespitlerinin haklılığını test ettiğimiz çok şey yaşadık, yaşıyoruz.

Emperyalizmin, Suriye’yi cihatçı gruplar aracılığıyla vekalet savaşlarının merkezi haline getirme stratejisi, yalnızca Suriye’nin egemenliğini değil, bölgedeki halkların ortak geleceğini de yok etti.

Şam’ın düşüşü, emperyalist tahakkümün bir örneği...

Şam’ın düşüşü, emperyalist düzenin Ortadoğu’da bir kez daha kendini yeniden ürettiği bir dönemeç…

İsrail’in bölgedeki soykırımcı-sömürgeci politikalarını genişletme stratejisi ve ABD’nin kapitalist dünya sistemini derinleştiren askeri ve ekonomik hegemonyası, Suriye’yi sadece jeopolitik bir savaş alanı değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin dinamiklerini sürdüren bir sahneye dönüştürdü.

Suriye; Cohen’in dediği gibi CIA destekli karşı devrim süreçleriyle parçalanırken, paralı-cihatçı çeteler sahayı dini ve etnik azınlıkları hedef alan bir savaş alanına çevirdi.

Bugün yaşananların ortalama tahlili bu…

Vekalet ordularının yükselişi

Suriye’nin iç savaşla geçen son 13 yılı, bölgenin dengelerini dönüştüren bir laboratuvar işlevi gördü.

ABD ve İsrail’in dahil olduğu emperyalist konumlar sonucu Şam’ın düşüşü, bölgedeki dinamiklerin yeniden şekillendiği, güç dengelerinin karmaşık bir şekilde evrildiği bir döneme işaret ediyor.

Esad; İran, Hizbullah ve Rusya’nın askeri ve diplomatik desteği sayesinde uzun süre ayakta kalabildi; ancak rejimin bugün çökmesi, yalnızca içerideki zayıflığın değil, bölgesel ve uluslararası güçlerin değişen çıkarlarının bir sonucu.

Bu çöküş, tamamen öngörülebilirdi diyemem, jeopolitik aktörlerin kontrolünde gerçekleşmiş olsa da sonrası öngörülebilir mi, emin değilim.

Esad yönetiminin son on üç yılda ayakta kalışı, çıkar dengeleri ve bölgesel rekabetle şekillendi ve bu durum artık radikal bir değişimden geçiyor.

ABD, İsrail, Rusya, Türkiye, İran ve bölgedeki diğer ülkelerin sahadaki çıkarlarının çakıştığı ve çatıştığı bu süreçte, güç dengeleri sürekli değişecektir.

Tüm aktörlerin hızlı gerçekleşen bu çöküşle ortaya çıkan yeni durum konusunda uzlaşmaya varması, hem zor hem de uzun vadeli bir mücadelenin parçası olacak gibi görünüyor.

Özellikle ABD ve İsrail’in stratejileri, Suriye’nin parçalanmış bir yapıya sürüklenmesini teşvik ederken sahadaki yeni durum, aktörlerin düşündüğünden daha hızlı şekilleniyor ve bu, beklenmedik ittifaklar veya çatışmalar doğurabilir.

Hudson Enstitüsü’nden Michael Doran’ın Netanyahu ile Erdoğan’ın pragmatizmlerinin benzerliğini vurguladığı analizi, güç oyunlarının nasıl birbiriyle kesiştiğini anlamak için çarpıcı bir çerçeve sunuyor: “Türkiye, her ne olursa olsun, İsrail devleti için varoluşsal bir tehdit değildir.” diyen Michael Doran’ın bu yorumu, iki ülke ilişkilerindeki göstermelik dalgalanmaların ardındaki derin dinamiklere dikkat çekiyor.

Doran’ın analizini en dikkat çekici kılan unsurlardan biri, Türkiye ile İsrail’in çıkarlarının özellikle Suriye’de nasıl örtüştüğüne dair tespitleri: “Şu anda yaşananlara dikkat edin,” diyen Doran, Türkiye destekli güçlerin Şam’a doğru ilerlerken İran’ın İsrail’e yönelik tehdidini ortadan kaldırmaya ya da bu tehdidin etkisini azaltmaya katkı sağladığını belirtiyor.

Ona göre, bu durum iki ülke arasındaki örtüşen çıkarların açık ve dikkat çekici bir tezahürü.

Doran, analizinde çarpıcı bir gözlem daha sunuyor: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani’nin Türkiye’yi birincil müttefiki olarak gördüğünü, İsrail’i ise ikinci sıraya yerleştirdiğini söylerken, bu ilişkiler ağının rastlantısal olmadığını, aksine dikkatlice tasarlanmış bir çıkar uyumu üzerine kurulu olduğunu vurguluyor.

Aynı analizinde bölgedeki diğer önemli aktörlerin de bu bağlamdaki rollerini öne çıkaran Doran, özellikle Türkiye’nin yakın bir ortağı olan Azerbaycan’ın da İsrail için önemli bir stratejik müttefik olduğunu hatırlatarak, bölgedeki ittifak sisteminin çok boyutlu yapısını ortaya koyuyor.

Hiç kuşkusuz ABD, Suriye iç savaşı başta olmak üzere en başından itibaren “Arap Baharı”yla bölgesel dengeleri kendi lehine dönüştürme fırsatı olarak gördü.

Özellikle Kürt gruplarla geliştirdiği ittifak ve IŞİD’e karşı mücadele söylemi üzerinden sahada varlık gösterdi.

ABD’nin asıl amacı, İran’ın nüfuzunu sınırlandırmak ve Irak ve Suriye’yi uzun vadede bir tür vekalet devleti haline getirmekti.

İsrail ise, Suriye’nin istikrarsızlığını kendi güvenlik stratejisi açısından avantaj olarak gördü.

Suriye’nin parçalanması, İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a giden lojistik hatlarının kesilmesi ve Golan Tepeleri üzerindeki stratejik üstünlüğün pekiştirilmesi anlamına geliyor.

Şam’ın düşmesinden sonra, Hizbullah ile ateşkes ihlalinin de eli kulağındadır.

ABD ve İsrail’in Suriye’deki vekalet savaşları üzerinden bölgesel nüfuzlarını artırmaya çalıştığı planı şimdilik işliyor görünse de yeni sürecin şekillendirilmesi konusunda ciddi bir belirsizlik olacaktır.

Netanyahu, Suriye sınırında yaptığı açıklamayla ABD ve İsrail’in, bölgede cihatçı grupların kontrolleri dışında daha fazla güç kazanmasını istemiyor gibi görünüyor; ama bu grupların sahadaki etkinliği, Suriye’nin tamamen parçalanmasına yol açacak kadar güçlü.

Küresel kapitalist düzenin cihatçı aparatlarından biri olan HTŞ’nin yükselişi dini ve etnik azınlıklar için büyük tehdit oluşturuyor.

Ama bu durum ne İsrail ne ABD ne de AKP iktidarı için bir şey ifade etmiyor.

HTŞ’nin Adalet Bakanı, Halep’teki adliye sarayının önünde şeriat hükümlerini uygulamayı “Allah’tan niyaz ederek” cihatçı deklarasyonu açıkça ortaya koyarken, Erdoğan’ın HTŞ’nin Şam’a ilerleyişine “kazasız belasız” temennisinde bulunması, bu desteğin bir tercih olduğunu açıkça gösteriyordu.

İsrail ve ABD’nin Emevi Camii’nde namaz kılan Colani’yi “ılımlı” bir lider olarak görmesi ve hatta CNN’in Colani’nin Batı için kabul edilebilir bir figür olarak yansıtan halkla ilişkiler içerikleri, meselenin bir din savaşı değil, emperyalist çıkarların cihatçı örgütler üzerinden vekalet yoluyla yürütülmesi olduğunun en somut göstergesiydi.

Bu bağlamda, HTŞ’nin yükselişi, küresel kapitalist düzenin aparatlarıyla nasıl işlediğini Suriye örneğinde netleştiren bir olgu olarak karşımıza çıkıyordu.

Yine de ortaya çıkan yeni yapıda, kimse bölgede istediği düzeyde kontrolü sağlayamayabilir.

Rusya’nın durumu, İran’ın içerdeki ve dışarıdaki kaygıları bu denklemi daha da karmaşık hale getirebilir.

Rusya’nın derdi başından aşkın gibi görünürken İran’ın kafası karışık: İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi, İdlib’deki hareketlerden Suriye’yi haberdar ettiklerini; ama ordunun tepkisizliği ve gelişmelerin hızını şaşırtıcı bulduğunu söylemişti.

Ancak Şam’ın düşüşünde etkisiz kalan bu iki aktörün bundan sonra nasıl bir politik, askeri hatta ilerleyeceği de belirleyici olacaktır.

AKP’nin Suriye politikası, muhalefetin kayıtsızlığı

AKP yönetimi, Suriye iç savaşının başından itibaren fırsatçı bir yaklaşım sergiledi. Suriye’deki krizi hem içeride hem dışarıda kendi politik hedefleri doğrultusunda araçsallaştırdı.

Esad rejiminin düşüşünü kendi neo-Osmanlıcı dış politika hayalleri için bir kaldıraç olarak gördü.

Cihatçı grupları destekleyerek Suriye’de bir “cihatçı tampon bölge” inşa etmeye çalıştı.

Bu strateji, bir yandan Kürtlerin etkisini sınırlama, diğer yandan Türkiye’nin bölgede nüfuzunu artırma çabası olarak satılıyordu.

Ancak bu politikalar, Türkiye’yi uluslararası arenada yalnızlaştırırken, zamanla bölgede karmaşık bir güvenlik tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

Şimdi AKP’nin, Şam’ın düşüşü sonrasında kısa vadede kendini kazanan olarak göstermesi aynı politikaların devamı.

Fakat Ankara’nın sahadaki etkisinin uzun vadede ne kadar sürdürülebilir olduğu şüpheli.

Erdoğan:" Trump ile Amerika'daki yeni yönetim nasıl oluşacak bunu da göreceğiz….dünya çok farklı bir yere doğru evriliyor. Onun için de bizim önümüzdeki 2-3 ay çok önemli.” derken bu şüpheden yola çıkıyor.

Erdoğan’ın şüphelerinin devamı Rusya ve İran’la ilişkilerindeki dengeye de bağlı.

Çünkü; Türkiye’nin Kürt grupları baskı altına alma çabası, ABD ve Rusya’nın çıkarlarıyla da çelişiyor. Trump’ın yaklaşımı Türkiye’nin bu süreçteki hareket alanını daraltabilir.

Buna rağmen AKP, bu süreci iç politikada kullanıp, bir kez daha milliyetçi seçmen tabanını yanında tutarak, iktidarını konsolide etmenin merkezine koyacak.

Bahçeli’nin 1 Ekim’den beri ısrarcı söylemlerinin, mecliste Bakırhan’ın konuşmasını alkışlamasının gelip dayandığı yer de burası...

Bugün her şey yolunda gibi dursa da Erdoğan iktidarı uzun vadede ekonomik ve diplomatik bedellerle karşılaşabilir.

***

AKP rejiminin Suriye’de izlediği agresif dış politikaya rağmen, Türkiye’deki muhalefet ise bu konuda etkisiz, kayıtsız bir tutum sergiledi. Suriye’deki vekalet savaşlarına ve cihatçı grupların güç kazanmasına karşı net bir duruş sergilemeyen muhalefet, hükümetin Suriye başta, dış politikalarını genellikle sessizce kabullendi.

Cihatçı grupların güçlenmesine ve etnik çatışmaların artmasına göz yuman bu kayıtsızlık, AKP’nin iktidarını tahkim etme yolunda izlediği tüm politikaların halk nezdinde tartışılmasını da engelledi.

CHP ve diğer muhalefet partileri, Suriye krizine, Suriye’nin geleceğine ve mülteci sorununun insani boyutlarına dair kapsamlı bir politika sunma yoluna da gitmedi.

Bu program, cihatçı grupların etkisini ve bölgedeki askeri varlığı azaltacak, diplomatik çözüm yollarını güçlendirecek, vekalet savaşlarının finansmanını kesecek bir plan içermeliydi. Olmadı…

Türkiye’de AKP’nin fırsatçı politikalarının ve muhalefetin etkisizliğinin yarattığı ortam AKP’nin Suriye politikasını meşrulaştırmasına olanak tanıdı.

AKP hükümeti, Suriye politikasını iç politikada bir başarı hikayesi olarak sunmayı başardı. Yeni süreçte de bu durum AKP’yi düştüğü yerden kaldıracak gibi görünüyor.

Bahçeli’nin diliyle, Türkiye’nin özellikle Kürt meselesine yönelik yaklaşımlarını gözden geçirerek bölgedeki diğer aktörlerle ortak çıkarlar üzerinden hareket etmesi pazarlanıyor.

Muhtemelen birkaç güne de Erdoğan’ın dilinden “Suriye’nin geleceği için sürdürülebilir bir çerçeve, BM- Dünya Bankası gibi kuruluşların daha etkin bir rol oynamasının gerektiği, Suriye’nin toprak bütünlüğünü esas alan bir plan” gibi sözler de duyacağız.

“AKP ve diğer bölgesel aktörlerin bu süreçteki rolü, yalnızca kendi çıkarlarını maksimize etmeye yönelik. Suriye’deki cihatçı gruplara desteğin tamamen sonlandırması ve uluslararası hukuka uygun bir dış politika benimsenmesi gerekir” sözlerini beklediğimiz Özgür Özel’in ilk açıklaması iktidara paraleldi.

Kısaca; “içerde ana muhalefet, dışarıda Türkiye partisi” söyleminin gereği yapıldı.

Düzenin karakteri…

Günün sonunda, emperyalist sistemin kriz dinamiklerini açıkça gözler önüne seren bu yeni dönemeçte, ABD ve İsrail gibi güçler, kendi çıkarlarını koruma adına bu savaşların sürekliliğini sağlayarak sermaye düzenini ayakta tutuyor.

Kapitalizmin işleyişine dair bu çarpıcı gerçek, ABD’nin şekillendirdiği bu düzen, Sidney Lens’in de altını çizdiği gibi, ordular ve dolarlar üzerinden sürdürülen küresel bir tahakküm sistemi yaratıyor.

Şam’ın düşüşü, Suriye’deki emperyalist odaktaki jeopolitik mücadelenin yalnızca yeni bir aşaması.

Şam’ın düşüşü yalnızca bir rejimin çöküşünü değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası aktörler için yeni bir düzenin başlangıcını ifade ediyor.

Bu süreç, bölgede bir kaosa dönüşme potansiyeli taşıyor.

Bu kaosun kaybedeni bölge halkları olacaktır.

Kapitalizm, savaşın ve çatışmanın temelini oluşturan sınıfsal çıkarlar üzerine inşa edildiği sürece, barış bir yanılsama olarak kalacaktır.

Şam’ın düşüşü, aynı zamanda kapitalist dünya düzeninin halkları nasıl boğduğunu ve savaşın kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıktığını anlamamız için de önemli bir ders.

Dolayısıyla, barışın yolu, kapitalizmin aşılmasından ve emperyalist zincirin kırılmasından geçiyor. Bu gerçeklik, emperyalist düzeni reddetmeyi her zamankinden daha acil bir gereklilik haline getiriyor.

Köşe Yazıları Haberleri