Son günlerde sanat etkinliklerinin farklı yerlerde benzer gerekçelerle yasaklandığına tanık oluyoruz. Bu yasaklar hem devletin çoğunluğun dışında kalana yönelik tavrının daha otoriter bir biçim aldığına hem de kendi kalıbına sığdıramadığı muhalif kesimlerin yaşamına müdahale alanını genişlettiğine işaret ediyor.
PANDEMİDEN SONRA
Türkiye’de kültür-sanat alanı dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi pandemi nedeniyle zaten büyük bir kriz yaşıyor. Bu dönemde otoriter devletler, Covid-19 salgınını bir “istisna hâli” olarak işlevselleştirdi ve bunun belki de en büyük yansıması sanat alanında oldu. Konserler durdu, canlı müzik belli saatlere indirilerek adeta yasaklandı, tiyatro sahneleri seyircisiz kaldı…
AVM’ler açıkken tiyatro ve müzik sahnelerinin kapalı olduğu, devletin herhangi bir kültür politikasının olmadığı bir ortamda, müzisyenler, tiyatrocular, sahne tasarımcıları, set işçileri gibi sanatın farklı alanlarında çalışan pek çok insan kaderine terk edildi. Sonuçta, bu dönemde 100'den fazla müzisyen geçim sıkıntısı nedeniyle intihar etti ve bu bile devlet iktidarının gündemine giremedi.
Daha bu sorunları tartışmaya, çözüm bulmaya fırsat bulamadan bugünlerde üst üste gelen konser yasaklarını konuşuyoruz. Bu da akla pek çok alanda olduğu gibi kültür-sanat alanında da kalıcı bir “istisna hâli” mi yaratılmaya çalışılıyor sorusunu getiriyor. Görünen o ki devlet iktidarı kendi kültürel alanını dayatmak ve toplumu kendi ideallerine göre biçimlemek için şimdi de sanat etkinliklerini hedef alıyor.
ÖNCESİ
Devletin kültür- sanat alanındaki baskısı yeni bir durum değil elbette. Öncesinde de sadece iktidarın tarafında yer aldığını açık eden sanatçılara alan açılırken diğerlerine ekranların, sahnelerin kapatıldığını takip edebiliyorduk. Devletin kanallarında ve ana-akım medyada yer verilen isimlerin kimler olduğuna bakmak bile bu konuda yapılan ayrımcılığa dair çok şey söylüyor. Egemenlerin sınırları dışında kalan sanatçılar güvencesiz şartlarda yıllardır varlık çabası veriyor, bugünlerde yaşanan ise asıl zihniyetin ve planın açık edilmesi, artık bunu gizlemeye ihtiyaç bile duyulmaması. Ayrıca, bu yasaklar devletin seçim gündemiyle birlikte muhalifler üzerindeki baskısını daha da keskinleştireceğini düşündürüyor. Belki de son yaşananlar, her alanda uygulamaya konulması planlanan, daha fazla baskıya dayalı siyasetin sadece bir parçası.
'HASSASİYETLER' MESELESİ
Peki, son günlerde neredeyse her gün bir konserin, festivalin, şenliğin yasaklanması bize başka neler söylüyor? Yasaklama gerekçesi olarak öne sürülen sebeplere baktığımızda sıklıkla karşılaştığımız bir söylem var: “Hassasiyet”. Coğrafyamızın geleneğinde epey başvurulan, tanıdık bir ifade bu.
Bu konuda çok fazla örnek bulabiliriz, Sivas Katliamı'nda Aziz Nesin’e karşı benzer bir söylem geliştirildiğini hatırlayanlar olacaktır. Nesin’in yaptığı konuşma o dönem “milletin hassasiyeti”ne dokundu şeklinde sunularak, adeta katliama kılıf olarak kullanılmıştı, dönemin gazetelerine biraz göz atmak bunu görmemize yetiyor.
Bir başka örnek, Boğaziçi Üniversitesi'nde atanan rektör Melih Bulu'ya tepki gösteren öğrencilerin açtığı sergide, Kâbe figürünün olduğu bir resme ilişkin başlayan tartışmalar ve soruşturma kapsamında dört kişinin gözaltına alınmasıydı, burada da yine “hassasiyetler” bahsinin gündeme getirildiğine şahit olmuştuk. Bu örnekler, “milli hassasiyetler” veya “vatandaş hassasiyeti” meselesinin ucunun nerelere varabileceğini gösteriyor. Çünkü bu konunun gündeme geldiği durumlarda benzer bir pratikle karşılaşıyoruz; kendi dışında kalanı yok saymak, düşmanlık politikası üretmek ve nefret söylemi yaymak.
Engellenen etkinliklerin daha çok kimi kapsadığına bakınca bile bu açığa çıkıyor. Aynur Doğan, Metin Kemal Kahraman, Apolas Lermi, Mem Ararat gibi farklı dillerde (Kürtçe, Zazaca, Karadeniz Rumcası) müzik yapan sanatçıların konserleri yasaklandı. Amed Şehir Tiyatrosu'nun 28 Mayıs'ta Kocaeli'nin Çayırova ilçesinde sahneleyeceği "Don Kîxot" oyunu engellendi. Bu örnekler kendi başına “hassasiyet”in kime karşı geliştirildiğine işaret ederken, bu durum devletin farklı etnik ve dini gruplara yönelik politikasını da açığa çıkarıyor.
Kürtçe müzik açısından yeni değil yaşananlar, bunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Mesela, daha geçtiğimiz ocak ayında İstiklal Caddesi’nde Kürtçe müzik yapan sanatçıların gözaltına alındığına tanık olduk, Şırnak’ta 22 Nisan 2015’te Kürtçe şarkı söylediği gerekçesiyle tutuklanan sanatçı Nudem Durak hâlâ özgür değil. Kısacası, zaten anadilinde şarkı söylemenin, sanat faaliyeti yürütmenin kriminalize etme aracı olarak kullanıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz.
GENEL AHLÂK SÖYLEMİ
En son gelen yasaklama haberlerinden, Melek Mosso’nun Isparta konserinin engellenmesine gerekçe olarak sunulan açıklamalar ise meselenin başka boyutlarını da ortaya koyuyor. Burada da yine “hassasiyet” meselesini görüyoruz ancak başka konuların da dâhil edildiğini gözlemliyoruz:
"Son zamanlarda Isparta Belediyesi halkımızın inanç ve gelenekleriyle uyuşmayan konserler düzenlemektedir. Ekonomik olarak zor zamanlardan geçtiğimiz bu zamanlarda halkımızın vergileriyle düzenlenen gençlerimizin ahlaki erozyona sebep olan bu tür etkinlikler halkımız nezdinde kabul görmemekte ve rahatsızlık oluşturmaktadır. İlerleyen günlerde düzenlenecek Gül Festivali’nde yer verilecek olan Melek Mosso isimli şarkıcının konseri bu rahatsızlığı ayyuka çıkarmıştır. Ahlaksızlığı özendiren hiçbir şarkıcı halkımız nezdinde sanatçı olarak kabul görmeyecektir.”
Bu açıklamada açıkça hedef alma var. Özellikle konu kadınlar ve LGBTİ+’lar olduğunda sığınılan “genel ahlâkçı” bakış açısı öne çıkıyor. Her gün kadınların bu söyleme yaslanarak katledildiği bir ortamda, bu konuda “hassasiyetlerini” göremediklerimiz, bir konser üzerinden açıkça hayal ettikleri dünyayı başkasına dayatıyorlar. Ayrıca, kendi fikri dışında kalana tüm alanı kapatan bir anlayışla karşılaşıyoruz, ki bir sanatçının varlığını kendine saldırı olarak gören, kendi devamı için düşman yaratan tanıdık bir bakış açısı bu da.
Bütün bunlar meselenin sadece bir konseri yasaklatmak olmadığını düşündürüyor, yaşama, özgürlüklere, kadın bedenine yönelik bir saldırı da söz konusu. Burada bana kalırsa asıl mesele, kendi yaşam biçimini zorla kabul ettirerek başkasına nefes alanı bırakmamak, farklı olanı hedef göstererek, Mosso ve bahsettiğimiz diğer yasaklar özelinde başkasının bedenini tehdide açık hâle getirmek.
OYSA ŞARKILAR VE MÜZİK…
Ancak şunu da hatırlamalı ki şarkılar kendi başına itaatsizdir, çünkü bir yerden yükseldiklerinde onları duyarız, müziğin içine çekiliriz, bir ezgi farklı kulaklara ulaştığında duygu ortaklığı yaratır, arzuyu çağırır, bu nedenle konu müzik olduğunda otoritelerin yasakları geçersiz olur. Ayrıca, Jacques Attali’nin söylediği gibi: "Müzik, halkların ve sanatçıların, insanların ve tanrıların, şenliklerin ve duaların ürünüdür." (1)
Bu binlerce yıllık hafızaya işaret eder bu nedenle müzik herhangi bir yasağın gücünün yetmeyeceği yerde, zihnimizin bir köşesinde hep olacaktır. İnsan türü doğadaki seslerden, kuşlardan, gök gürültüsünden, kendi ıslığından, gürültüden yola çıkarak müziği üretmiştir, bu onun anlam arayışının bir parçasıdır. Bu nedenle birilerinin çıkıp müzikle ilgili bir etkinliği yasaklıyorum demesi baştan anlamsız ama yapılıyorsa karşısına çıkıp söz söylemek de zorunlu.
Konserler, şenlikler, festivaller insanlar için karşılaşma yerleri, bunların yokluğu yaşam arzusunun aşınması, nefessiz kalmak demek. Bu açıdan şarkıları farklı dillerde her sokakta yükseltmenin, festivalleri, şenlikleri geri almanın, müziğin itaatsizliğiyle buluşmanın zamanıdır şimdi. Eğer bu yaşananlara karşı ortak bir tavır geliştirip karşı çıkmazsak her şeyin gittikçe daha karanlık olduğu günlere uyanmaya, başka alanlarda yasakları konuşmaya devam etme olasılığımız yüksek, bir şarkıdan yükselen dizelerle bitirelim: “O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz…”
(1) “Gürültüden Müziğe”, 2005, Çev. Gülüş Gülcügil Türkmen.