Taksim ve yakın tarihin soruları... Soru 1: Albashır'ın ayakkabı numarası kaç?

İstiklal Caddesi patlamasında sorular azalacağına artarak devam ediyor. Tıpkı kötü yazılmış bir senaryoyla çekilmiş bir filmin ardından, eleştirmenin sorularının artması gibi. Ve bu sorular sadece bugün değil, dün de artıyordu ve hala cevapsız duruyorlar. Tıpkı 10 Ekim Gar katliamında olduğu gibi, tıpkı Ankara Güvenpark saldırısında olduğu gibi. Hatta tıpkı 2016 İstiklal Caddesi patlamasında olduğu gibi.

Senarist, senaryosunda ne kadar boşluk bırakırsa sinema eleştirmenin veya filmi izleyen dikkatli izleyicinin soruları o kadar çok olur ve her bir soru yeni bir soruyu getirir.

Eğer 1 Mayıs 1977’de Taksim’deki Intercontinental Oteli’nden tetiği çekenleri “bulabilmiş” olsaydık, belki de bugün bu soruları sormak zorunda kalmayacaktık ama olmadı. Ülkenin, yaşayan gazetecilerinin kaderi o gün çizildi: Soru sormak.

Bir gazetecinin soruları azalacağı yerde artıyorsa o olayın açıklanan, ulaşılabilen bilgi örgüsünde bazı boşluklar var demektir. Tıpkı senaryosu zayıf film gibi.

Hep öyle olmadı mı? Uğur Mumcu’nun katlinde de öyle olmadı mı? Sivas’ta öyle olmadı mı?

Çok eskilerden alıp konuyu dağıtmayalım, bugüne, dünden iki örnekle geçelim:

10 Ekim Ankara katliamında öyle olmadı mı? Nasıl mı oldu:

Önce PKK’ya bağlanan 10 Ekim Ankara katliamı, maya tutmayınca “kokteyl terör”den IŞİD’e dönmüştü. Bu “dönüş” sağlandıktan sonra sorular azalmalıydı ama arttı. Örneğin Yakub Şahin, üç gün sonra, Ankara’ya getireceği canlı bombaların beline bağlayacağı patlayıcıların imalinde kullanacağı gübreyi satın alırken gübreci tarafından ihbar ediliyordu. Gübreci Emniyet’i arayıp, “Bizden böyle gübre alınmaz, bu işte bir gariplik var” diyordu da dinleyen olmuyordu.

O Yakub Şahin, muayenesiz bir araçla bile “durdurulurum” korkusuyla çıkılamayacağı açık olan Gaziantep – Ankara yolunu yanında ertesi gün canlı bomba yapacağı eylemciyle gelmiyor muydu? Hem de Gar önünde kendini patlatan canlı bomba, Antep’te “canlı bomba” olarak mahkeme kararıyla aranırken. Acaba amiyane tabirle “kız kaçıran bir kişi” bu suçtan aranırken 700 kilometrelik Antep – Ankara yolunu kat edebilir miydi?

Bir örnek yetmez diyenlere:

Hatırlar mısınız? Ankara Güvenpark’ta 2016 Mart’ında patlama olmuştu. Bir “planlayıcı”, kiralık araçla gelmiş, iki canlı bombayı oraya bırakıp gitmişti. Hatırladınız değil mi? Hatırlamayacağınız veya bilginiz dışında olabilecek bir detayı da biz hatırlatalım:

“Planlayıcı”nın oraya gelirken kullandığı kiralık araç, Ankara’daki bir oto kiralama şirketinden kiralanmıştı. Akşam haberlerde “Kızılay – Güvenpark patlamasının kiralık bir araçla yapıldığını” duyan oto kiralama firmasının sahibi durumdan işkillenmiş ve araçlarını bilgisayardan takip ettiği sistemin başına geçmişti: Sakın bu benim arabalardan biri olmasın?

Oto kiralamacının bir aracı, Ankara merkezden çıkıyor, Gölbaşı ilçesi istikametine gidiyordu. Bu aracın kiralanma sözleşmesinde “Büyükşehir sınırları içinde kullanılacağı” yazılıyordu. Oto kiralamacı durumdan şüphelendi ama Gölbaşı daha “büyükşehir” sınırları içindeydi. İçine bir kurt düştü, bir saat sonra yine baktı. İşte o zaman hepten yerinde duramaz oldu: Arabası Ankara’nın bırakın büyükşehir sınırlarını, mülki idare sınırlarından çıkmış Konya’ya doğru gidiyordu. 155’i aradı:

-Güvenpark’taki patlamanın kiralık araçla işlendiği söyleniyor. Ben oto kiralamacısıyım. Benim araçlardan biri sözleşmemize aykırı olarak, şehir sınırlarını terk ediyor. Bu araç benim aracım olabilir. Bombalama eyleminde kullanılmış olabilir. İhbar ediyorum.

Aldığı cevap:

-Beyefendi bu şekilde ihbar kaydı alamıyoruz. En yakın karakola gidip ihbarınızı yazılı olarak kayda geçirin.

Oto kiralamacı biraz da korktu, karakola gitmedi, “hele dur biraz daha, belki kiralayanlar içmişlerdir geri, Ankara’ya dönerler birazdan” dedi, yattı uyudu. Uykusu bölündü, tekrar takip sisteminin başına geçti bilgisayarından. Araç Şanlıurfa’ya yaklaşıyordu. Cesaretlenip giyindi, karakola gitti. “İhbarını yazılı olarak” yaptı. İhbar “derhal tüm birimlere ulaştırıldı!”

Sonra ne mi oldu. Güvenlik güçleri, Ankaralı oto kiralamacısının aracını, Urfa yakınlarında kıskıvrak buldu. Ama artık çok geçti. “Planlayıcı”, o aracı terk etmiş, çoktan başka bir araçla pusların arasında kaybolup gitmişti. Tıpkı filmlerin son sahnesinde olduğu gibi. Güvenpart'ta geriye şu soru kaldı: Polis neden ilk dakikada yapılan ihbarı kayıt altına almadı da “planlayıcı” Urfa’da gözden kaybolup gitti?

2016 İSTİKLAL PATLAMASINDAN ALMANLAR HABERDARKEN BİZ NİYE REDDETTİK?

Tamam bu örnek “uzak”tandı. Yakından örnek verelim o zaman:

Hatırlar mısınız? Taksim’de 19 Mart 2016’da bir canlı bomba patlaması olmuştu. Hatırlatalım: Yer yine İstiklal Caddesi’ydi. IŞİD militanı Mehmet Öztürk kendini patlattı. Üçü ABD ve İsrail, biri İran, biri de saldırgan olmak üzere 5 kişi ölmüştü. Sahi bu olay aydınlatılabildi mi?

Olaydaki asıl soru “Aydınlatılabildi mi?” değildi aslında. Soru şuydu:

Almanya Büyükelçiliği, o bölgede Özel Alman Lisesi de olduğu için vatandaşlarına “oraya yaklaşmayın” demiş hem lisenin hem de Türkiye’deki temsilciliklerinin tatil edilmesini istemişti. Öyleyse saldırıda Almanya’nın parmağı mı vardı? Yok yok soru bu değil. Öyle olsa iki gün önceden elçiliğin resmi sitesinden ilan mı edilirdi? Peki soru neydi?

Valilik, Almanya’nın “bizim istihbaratımızda böyle bir bilgi var” diyerek yaptığı açıklamayı olaydan önce niye yalanlamıştı? Evet öyle oldu. Valilik Almanya’nın uyarısından sonra şöyle dedi:

“Ülkemizde bulunan bazı yabancı ülke temsilciliklerinin de ‘teyide muhtaç duyumlarına’ dayalı olarak ve yetkili kurumlarla irtibata geçmeden tedbirler geliştirmeye çalıştığı ve kamuoyumuzu olumsuz etkileyebilecek tasarruflarda bulunduğu görülmektedir. Devletimiz, binlerce yıllık devlet tecrübesine dayalı olarak bütün kurumlarıyla her türlü olumsuzluğun üstesinden gelecek güç ve kararlılığa sahiptir. Halkımızın sadece yetkili mercilerin yapacağı resmi açıklamalara itibar etmesini, kaynağı ve amacı kuşkulu sansasyonel ve gayri ciddi haber ve söylentileri dikkate almamalarını kamuoyuna saygı ile duyururuz.”

İmza: Vali Vasip Şahin.

O zaman soru şuydu: Şimdi Ankara Valisi olan Vasip Şahin’e, “Bu açıklamayı bu yöndeki duyumlara rağmen patlamadan iki gün önce niye yaptın?

VE BUGÜNÜN SORULARI, SORU 1: ALBASHIR’IN AYAKKABI NUMARASI KAÇ?

İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım’da gerçekleşen bombalı saldırıdan hemen sonra sorular bu kadar değildi, azdı. Örneğin ilk sorulardan biri şuydu:

“29 Ekim 2023 tarihine kadar ülkemiz sınırlarında bir tane bile terörist kalmayacak”tı, “Ayakkabı numaralarına kadar biliyor”duk. Albashır’ın ayakkabı numarası kaç?

Bu soru elbette bu yazıyı dikkat çekici kılmak için sorulmuş bir soruydu. Sorunun yanıt aranan hali şöyle olmalıydı:

Ahlam Albashır, komşularının, yakınlarının, onu tanıyanların anlattıklarına göre bir yıldır Türkiye’deydi. Kendi ifadesine göre bile Temmuz sonundan itibaren Türkiye’deydi. Önce Hatay’a gelmiş, oradan da “doblo tarzı bir araçla İstanbul’a gelmişti” ve hep İstanbul’daydı. İşe gider gelirdi. Yani bir Suriyeli, hiçbir kaydı olmadan doblo ile Hatay’dan yola çıkıp yüzlerce kilometre gidebilir miydi? İstanbul’da aylardır yaşayabilir miydi?

AFRİN Mİ? İDLİB Mİ?

Okur, günlük telaşı içinde çok umursamayabilir ama yapılan her açıklamanın bir “adresi”, bir nedeni olur. Örneğin bir saldırganın “Afrin’den gelmiş olması” ayrıdır, “İdlib’den gelmiş olması” ayrıdır. Bu ayrımı elbette ülkenin İçişleri Bakanı hepimizden çok daha iyi bilir ve ona göre açıklama yapar.

Saldırganın menşei konusunda önce İçişleri Bakan Süleyman Soylu’yu dinleyelim:

“İlk değerlendirmelerden itibaren aynı iz üstündeyiz. Eylemin talimatının Kobani'den geldiği konusunda bir değerlendirmemiz var. Eylemi yapanın Afrin'den geçtiği konusunda bir değerlendirmemiz var.”

Bir de Emniyet Genel Müdürlüğü’ne kulak verelim:

“Şahıs yapılan sorgusunda, PKK terör örgütü tarafından özel istihbarat elemanı olarak yetiştirildiğini ve Afrin – İdlib üzerinden ülkemize eylem yapmak için kaçak yollarla giriş yaptığını beyan etmiştir.”

Afrin ve İdlib, bir geçiş güzergahı için yan yana “sakinlerinin hakimiyeti” nedeniyle zor gelecek iki yerdir. PKK ve IŞİD gibi.

Bir de saldırganın ifadesine bakalım:

“Sonra İdlib'te Bilal'le buluştuk. Bilal'i ilk defa İdlib'te gördüm. 27 Temmuz'da Hatay'a geldim. Oradan da doblo tarzı bir araçla İstanbul'a geldim.”

Basına sızan bu ifadenin doğru olup olmadığını veya saldırganın doğru mu söylediğini elbette sonra göreceğiz ama Afrin’in adı geçmiyordu ifadesinde.

Soru şu: İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürlüğü illa ki bir “geliş yeri” bilgisi paylaşma gereğini duyduysa neden İdlib’i telaffuz etmedi. Bu durum, elbette bilmeden, IŞİD’in işine gelir miydi?

O AÇIDAN O KEMARA NASIL ÇEKTİ?

Bombalı saldırıyı düzenleyen Albashır’ı televizyon ekranlarından görünce hiç de şaşırmadık. Çünkü kendisini, bir gün öncesinden, olay yerinden kaçarken çeken güvenlik kameralarının görüntüleriyle görmüştük.

O fotoğrafta bir şey dikkatinizi çekti mi? Sanki karşıdan biri kamerayı biraz kötü bir kadrajla da olsa çekmişti. Güvenlik kamerası nasıl bir açıdaysa artık direkt yüzünü görüyordu ve oldukça netti görüntü. Ve saldırgan “beni tanıyın” diye bas bas bağırıyordu görüntüde. Oysa ki daha pandemiden çıkış sürecinde yüzüne bir maske taksa kimse, “sen niye maske taktın” diye sormazdı. Ama Albashır hiç de gizlenme ihtiyacı duymuyordu. Sanki biyometrik fotoğrafıyla karşılaştırılmasını kolaylaştıracak kadar rahattı. Neden?

YOKSA O “FASON HATLARLA GÖRÜŞME” İNSAN KAÇAKÇILIĞI DÖNEMİNDEN Mİ?

Bilmeyene, “Afrin’den, İdlib’den Türkiye’ye geçiverdim” derseniz inanır. Ama bilen birine, “Ben İdlib’den, Afrin’den geldim” derseniz ardından hemen, “hangi kaçakçı getirdi” diye sorar. Nitekim Türkiye’den İdlib’e, Tabka’ya geçen IŞİD’li kadınların hikayelerine baktığımızda hep yolun özellikle “sınır geçişi” bölümünde bir “insan kaçakçısı” vardır. Hikayelerinde “bir kaçakçıya şu kadar dolar verdim” cümleleri vardır.

Peki Albashır Türkiye sınırına kadar nasıl geldi?

Farkettiniz mi son günlerde bir “Albashır ile telefon görüşme kaydı çıkan MHP’li ilçe başkanı” tartışmasıdır sürüyor. İddianın muhatabı Mehmet Emin İlhan, çelişkili beyanlar verdi, sonunda “ben değilim, ehliyetimle telefon hattı almışlar” dedi. Bu konudaki gerçeği bulmak elbette soruşturmayı yürüten savcılığın işiydi ama bir kurum vardı ki hala soruşturma devam ederken “işi”nin dışına çıktı. Bu kurum, Şırnak Valiliği’ydi. Valilik açıklama yaptı:

“GSM hattının, MHP Güçlükonak İlçe Başkanı Mehmet Emin İlhan adına Cizre ilçesinde bulunan GSM bayisi tarafından yasadışı yollarla çıkarılarak hattın üçüncü şahsa verildiği…”

Siz savcı olsanız Şırnak Valiliği böyle deyince dün ifadesini alırken, “Şüpheli Albashır ile telefon görüşmeniz tespit edilmiştir, ne diyorsunuz” diye sorduğunuz Mehmet Emin İlhan’a bir daha aynı soruyu sorabilir misiniz?

Yoksa bütün bu fason telefon hattı çıkarma ve diğer iddiaların ardında aslında “insan kaçakçılığı” mı vardı? Albashır bu yolla mı İdlib’den Türkiye’ye geçebilmişti?

ADALET BAKANIN İLK VERDİĞİ BİLGİ NEDEN “40 DAKİKA BEKLEME” BİLGİSİYDİ?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, patlama olduğu saatlerde İdlib’deydi ve haliyle İstanbul’a gelişi de açıklama yapmaya başlaması da biraz geç oldu. O boşluğu Adalet Bakanı Bekir Bozdağ doldurdu. Bozdağ’ın A Haber’e çıkıp verdiği ilk bilgilerden biri, “Terörist banka 45 dakika oturmuş” şeklindeki bilgiydi.

Garipti; bir taraftan, PKK’da özel istihbarat eğitimi aldığını söylediğimiz birinden bahsedecektik, bir taraftan da o saldırgan, onlarca resmi ve sivil polisin varlığını herkesin bildiği İstiklal Caddesi’nde öylece 45 dakika duracaktı.

Öyleyse Adalet Bakanı Bozdağ, daha Albashır yakalanmadan, saldırganın “Orada talimatın gelmesi için 40 dakika bekledim” diyeceğini önceden tahmin etmiş olmalıydı ki bu 45 dakikanın özellikle altını çiziyordu. Nitekim Bakan Bozdağ’ın öngörüsü doğru çıktı. Albashır ifadesinde, İstiklal Caddesi’nde, yanındaki çantayı ne yapacağının talimatı için beklediğini söyleyiverecekti.

6 KİŞİYİ ÖLDÜRSENİZ ADRESİ BİLİNEN EVLERDEN BİRİNDE Mİ SAKLANIRSINIZ?

Hani, 10 Ekim katliamını gerçekleştiren canlı bombalar Antep’ten Ankara’ya gelirken kullandığımız bir amiyane tabir vardı ya, “kız kaçırsanız bile Antep’ten Ankara’ya gelirken 700 kilometrelik yolda yakalanırsınız” diye.

Aynı tabiri burada da kullanalım. “Kız kaçırsanız ve sizi bulmalarını istemiyorsanız, sizi arayabilecekleri adrese gider misiniz?” Cevabınız “hayır” mı?

Ama Albashır ve onun ardındaki organizatörler öyle yaptı. Önce kendi kaldığı eve gitti, çay demledi. Sonra oradan alındı, her zaman iletişim halinde olduğu Küçükçekmece’deki eve götürüldü. Örneğin bir suç işleseniz, her gün görüştüğünüz bilinen birinin evine gider misiniz? Belki okur olarak, “benim aklıma başka bir yer gelmezdi” diyebilirsiniz ama karşımızda “PKK’dan özel istihbarat eğitimi aldığı” söylenen, bu eylem için eğitilmiş bir isim ve o ismi koordine eden bir grup vardı. Kendi evinize giderseniz de bu, “gelin beni burada bulun” demek olmaz mı?

Sorular uzayıp gidiyor. Azalmıyor, artıyor. Tam da senaryosunda boşluklar bırakan senaristin yazdığı filmdeki gibi.

Köşe Yazıları Haberleri