New York’lu Morris Hillquit, 23 Mayıs 1932 günü Milwaukee’de kürsüye çıkıp Amerika Sosyalist Partisi’nde kendisine meydan okuyan Belediye Başkanı Daniel Hoan’a “Burada, Milwaukee'dekiler gibi, modern kanalizasyonlar inşa etmeye ve hemen sonuç vermeye inanan pratik bir sosyalist türü var. Bu benim sosyalizm tarzım değil” dediğinde tarihe geçecek bir kavram icat etti.
Ortodoks bir sosyalist olan Hillquit, “kanalizasyon sosyalizminden” söz ederken biraz aşağılamayla, grevlere dayanan devrimci bir çizgi yerine reformlara dayanan seçim siyasetini hedefliyordu. Rakipleri bundan hiç alınmadığı gibi, kanalizasyon sosyalizmini gururla sahiplendi.
Amerikan sosyalistlerinin kolektivist bir toplumun inşası için reformlara dayanan seçim siyaseti, 1896’da, Emek Birliği adına Kongre’ye seçilen ilk sosyalist Henry Smith’e kadar gidiyordu. Sosyal Demokrat Parti kurulmuş, 1910’da Milwaukee seçimlerini kazanan Emil Seidel ABD’nin ilk sosyalist belediye başkanı olmuştu. Onu 1916’da yine bir sosyalist olan Daniel Hoan izledi ve 24 yıl boyunca Milwaukee Belediye Başkanı olarak ABD’nin en uzun süreli sosyalist yönetimini gerçekleştirdi.
Sanayi devriminin kirli mirasına karşı gelişmiş eğitim sistemi, işçileri tekellerden koruyacak sanayileri destekleyen planlı ekonomi, mahalleleri ve fabrikaları temizleyecek güçlü arıtma sistemleri, temiz su ve elektrik ağlarıyla seçmenlerin oylarını almayı başardılar. Sosyalizmi devrimle değil oylarla kuracaklarına inanıyorlardı ama olmadı. Yine de yolsuzlukların üzerine giderek dürüst ve verimli bir yönetimin hem eyalet hem de yerel düzeyde mümkün olduğunu, çalmadan çalışılabildiğini gösterdiler. Bu sayede Milwaukee 1960’lara kadar sosyalistler tarafından yönetildi. Toplu konut projelerini, kamusal pazar yerlerini hayata geçirdiler, insan hakları savunucuları olarak öne çıktılar. İşçilerin çalışma koşullarında iyileştirmeler yapan yasalara ön ayak oldular, kamu hastanelerini desteklediler.
Dürüst ve verimli bir yönetimin mümkün olacağını gösteren örnekler bu topraklarda da hayat buldu. “Terzi Fikri” Fatsa’da 14 Ekim 1979 günü “karaborsa ve yolsuzluğa” meydan okuyarak rakiplerinin iki katı oyla bağımsız belediye başkanı seçildi. Eline kazmayı alıp Fatsa’nın kurumaz çamuruyla mücadele için tek başına sokağa indi ve yanında bütün Fatsayı buldu. Gerisi de geldi. İlçeyi “halkla birlikte” yönetti. Yol, su, kanalizasyon gibi kangren haline gelmiş sorunları akıl almaz bir sürede çözdü.
Formülü basitti, Fatsa’nın yedi mahallesinde halk tarafından gizli oyla seçilen 11 farklı “halk komitesi”. Komiteler halkın isteklerini belediyeye iletiyor ve karar alınmasını sağlıyordu. Kaçakçılığa, tefeciliğe, rüşvete, kumara karşı kampanyalar düzenlendi, kaçak yapılara, elektrik ve su kullanımına karşı yaptırımları herkese eşit olarak uyguladı. Belediyenin gelirleri katlanarak arttı. Bu rüya 270 gün sürdü ve 11 Temmuz’da Nokta operasyonuyla sona erdi. Başbakan Süleyman Demirel de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren de Fatsayı hedef gösterdi. Devlet Fatsa’ya bol sayıda asker, polis ve muhbirlik yapmak üzere yüzleri maskeli Ülkücüleri gönderdi. Gerisi 12 Eylül’de gelecek darbenin provasıydı, sokağa çıkma yasağı ilan edildi, yüzlerce kişi gözaltına alındı, işkenceli sorgulardan geçirildi. Fikri Sönmez tutuklandı ve 4 Mayıs 1985 günü Amasya cezaevinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.
Fatsa deneyi küllenmeye bırakıldı.
Terzi Fikri’den 45 yıl sonra bir kez daha yerel seçimler yapılacak. Peki ya “halk yararına belediyeciliğin” bu benzersiz modeli neden örnek alınmıyor?
İzmir Dikili’nin 12 Eylül koşullarına kafa tutan efsanevi Belediye Başkanı Osman Özgüven, namı diğer “Komünist Osman”, önce Ovacık, sonra da Tunceli’de Belediye Başkanı olan Mehmet Maçoğlu, Rize Fındıklı’da CHP’den seçilen Ercüment Çervatoğlu… Birkaç örnek o kadar.
Gelirleri, imkanları AKP’nin atadığı kayyumların meşhur duşa kabinli makam odalarıyla yağmalanan HDP belediyelerini tartışmanın dışında bırakırsak, Ege’de Akdeniz’de, hani şu sahil kesimlerinde neden bir örnek daha yok?
Sadece Ege’nin ilçelerinde değil, büyükşehirlerin “kimi koysan seçilir” ilçelerinde muhalefet partileri, özellikle de CHP neden bir model oluşturamadı?
Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin gibi büyükşehirlerin sadece yol, asfalt, park değil, yoksulluğu da hedefleyen sosyal politikaları ve dayanışma kampanyaları, neden ilçelerde karşılık bulamıyor?
Özellikle ilçe belediyeleri, model oluşturmak bir yana dursun, kent rantının şehvetine kapılıp, asansörlerin denetimi rantından, bağış karşılığı imar izinlerine, kıyı yağmasını yol açan ruhsatlardan, taşeronlaşmaya, sendikal hak gasplarına kadar pek çok rezalete imza attı.
Siyasetin finansmanı sağlayan “profesyonel başkanlar” bazen bir sömürge valisi gibi halkın taleplerinin üzerini örttü. “Şeffaflık” seçim afişlerinde boy gösteren süslü cümlelerin ötesine geçmedi. Partili medyanın piyanist şantör kıvamındaki programlarında, uyduruk festivallerde ve fuarlarda boy göstermek için kesenin ağzını cömertçe açan “başganlar” ilçelerde, ücra köylerde yetim kalan yoksullukla ilgilenmedi. Plajların “beach” adı altında gelenden geçenden para kesmesine, zeytinliklerin, tarım alanlarının imara açılmasına göz yumdular, imar yasası değişikliği ile “mahalle” sayılan köylerin meralarını bizzat sattılar.
Hem İstanbul’da hem de Ege ve Akdeniz sahillerinde hâkim parti CHP, ağır seçim yenilgisinin ardından kongreye gidiyor. “Önseçimsiz” seçimin merkezden belirlenen milletvekilleri, grup başkanları, her daim yöneticileri kendilerinin bile inanmadığı cümlelerle “değişimden” söz ediyor. Faturayı başkalarına yıkmaya çalışıyor.
Yerel seçimlerde aynı hezimetin tekrarlanmamasının bir yolu var; Terzi Fikri gibi, Komünist Osman gibi babayiğitlerin ortaya çıkıp, belediyeciliği asfalt yapmanın, imar izni vermenin ötesine taşıması, yoksulluğa, rantiyelere halkla birlikte direnmesi.
Yoksa “kimi koysak seçer” zannedilen seçmenler bu toz duman arasında kendisini unutturduğunu düşünen ilçe başkanlarına bu defa “hesap lütfen” diyecek.