Cioran'ın, "Hayatın değil, olayların içinde yaşıyoruz" sözünü okuduğumdan beri içimde biri rakamlardan, mevsimlerden, diğeri içinden geçip gittiğim olaylardan oluşan iki farklı takvim belirdi.
İnsan belli bir yaştan sonra hayatı tarihlerle değil, olayların ruhunda bıraktığı izlerle yaşadığının ayrımına varıyor. Kişisel milatlar oluşuyor. Kendi iç dünyanın coğrafyası şekilleniyor. Bazı yamaçlarına uğramak istemezken, ruhun hafifleten kıyılarından kopmak istemiyorsun. Ne var ki bu kıyılar hayli az. Hele de bizim gibi, gündemi ağır olaylarla örülü bir ülkede iç takvime yazılan şeyler hep ağır oluyor.
Bu ağır olaylar kendi hayatımızın sınırlarını da belirliyor. Gündem denen şey, bir yerden sonra kişisel hayatın ritmine karışıyor. Kendi küçük hayatında ne yaşadığından bağımsız olarak içine bir sıkışmış olma hali peydah oluyor. Dağınık çekmecelere dönüyor dünyan. Kabul edilmesi, sindirilmesi, hazmetmesi çok zor olaylar birbiri ardına içine tıkışıyor. İşte böyle bir Kasım sabahında içindeki sıkışıklığın aslında seninle hiç alakası olmadığını fark ediyorsun. Merhaba farkındalık, hoşça kal kendini kandırmalar, görüşürüz umutlu olma hali.
Zamanla bu iç sıkışması bireysel bir duygu olmaktan çıkıp zamanın ruhu haline geliyor. Sokakta yürüyen herkeste, markette kuyrukta bekleyen insanlarda, toplu taşımada yan yana durduğun yabancılarda, kaldırımlarda yanından geçtiğin insanlarda da aynı iç sıkışmasını sezebiliyorsun. Kimse anlatmasa da herkes o yükü taşıyor. İç sıkışıklığı, sessiz ama kolektif bir ağırlık olarak herkes tarafından taşınıyor.
Böyle zamanlarda insan kendi gibi eşekten düşmüşleri bulmak, hal diliyle anlaşmak ve bir aidiyet kurma ihtiyacına giriyor. Benim için bu arayışın en kolay ve risksiz yeri sanat ve edebiyat. İçimdeki sıkışmayı koltuğumun altına kıstırıp Shakespeare'in karakterler dükkanına gidiyorum. Kimlerle tanıdık olduğumu bir kez de buradan bakarak görmek istiyorum. Zira Shakespeare'in dünyasında da insanların kaderini belirleyen şey kendi içleri değil, dışarıdan üzerlerine çöken olaylardır.
İçimiz hep sıkışık, ruhlarımız tıknefes
Buradan bakınca Hamlet'in zihni, düşüncelerin kendi üzerine kıvrılıp durduğu dar bir koridora dönüşür. Ne yaparsa yapsın o duvarları genişlemez. Zira sıkıştığı yer kaderi değil, olayların onu sürüklediği kör noktadır. Ophelia da kendi hayatına değil, babasının otoritesine, sarayın baskısına ve başkalarının kararlarına mahkum edilir. Onun daralması ruhun çöküşüne dönüşür. Desdemona, yalın bir gerçekliği bile anlatacak alan bulamaz, yanlış anlamalar içinde boğulan bir karaktere dönüşür. Lear ise kendi yarattığı düzenin ağırlığı altında çöker. Kendi kurduğu otoritenin korkuları içini sıkıştırır durur. Yaşının farkına varıp gücünü kaybedeceğini anlayınca sevilme ihtiyacına girer. Örnekler uzar gider. Shakespeare'in sahnesi büyük bir dünya gibi görünür ama aslında her karakter dar bir mekanda dolaşır. Büyük laflar ederler, büyük duygular yaşarlar ama içlerinde hareket edecek alan kalmamıştır. Shakespeare'in insanları maruz kaldığı olayların içlerine sızmasıyla sıkışır. Asıl boğucu olan da ve onlarla buluştuğumuz nokta budur.
Bugün en dürüst olanımızın en masum yalanıdır "Nasılsın?" sorusuna verdiği yanıt. İyi veya kötü olmaktan, hayatımızın akışından, günümüzün nasıl geçtiğinden bağımsız, sessiz bir yerde durur birbirimizden sakladığımız halimiz. Söylemesek de biliriz, içimiz hep sıkışık, ruhlarımız tıknefes.
Bu ruh hali, en derin acıların karşısında kelime bulamamayı da beraberinde getiriyor. Zira kelimeler artık duyguların ağırlığını taşımaya yetmiyor.
Bu hafta şehitlerimizin haberini aldığımda elim klavyede gezindi durdu, fakat bir tweet bile yazamadım. Sessizlik, sözcüklerin üzerini kapladı. Pek çoğunuz gibi beninde yasın sessiz tarafında durdum.
Bugün bu yazının sonunda onları anmak istiyorum. Mekânları cennet, aziz ruhları şad olsun. Ailelerinin, sevdiklerinin ve ülkemizin başı sağ olsun.
İçim çok sıkışık.