Türkçe-Osmanlıca tartışması üzerine bir kaç cümle (tümce)!

dil canlı bir varlık olarak her dilden etkilenir, halbuki dil devamlı devinim halindedir. Halbuki dil keser, biçer, birleştirir, yaratır. Aynen günümüz Türkçesindeki en sevdiğim kelime “Halbuki”de olduğu gibi. Bu tek kelimede “Hal” Arapça, “Bu” Türkçe, “Ki” Farsçadır….

22 Ekim 2022’de AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, şu açıklamayı yaptı: “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz”.

Söz konusu açıklama çok tepki çekti ama bu tepkilerin çoğu, sık sık olduğu gibi beyinden değil, karından yapıldı. Bu dil konusunda bir iki kelâm da ben etmek isterim. Beynimin diğer beyinlerden üstün olduğunu düşündüğümden değil. Uzaktan baktığım için ve konuyla ilgili bir Üniversite bölümünde çalıştığım için daha soğuk kanlı olabileceğimi düşündüğüm için.

Ama başlamadan evvel bir kaç ön veriyi kayda düşüp bir kenara koymak şart.

AKLIMIZDA TUTALIM

AKP’nin siyasal davranış kodlarını uzaktan da olsa takip edenler artık gayet iyi anladılar. Bu siyasal oluşumun ve özellikle de başkanının gündem sıkıştıkça sarıldığı üç adet can simidi var ve üçü de gayet etkili: “ecdadımız”, “alkol”, “kadın vücudu”.

Bu üç can simidi dış politika, yolsuzluk, ekonomi gibi makro konuları saklamak için birbirleriyle iç içe geçmiş bir şekilde ya da dönüşümlü olarak kullanılıyor ve hep de başarıya ulaşıyor. İspatı: bu yazı Sedat Peker’in yaptığı ifşalar ya da Türkiye’deki inanılmaz ekonomik darboğaz hakkında değil, dil üzerine. Madenci ölümleri üzerine de olabilirdi…

Türkiye’nin kamuoyu önderleri o kadar kutuplaşmış bir durumda ki iktidarın ağzından çıkan her kelime bir tarafça canhıraş savunulurken diğer tarafça nefretle reddediliyor.

Halbuki (bu kelimeyi aklınızda tutunuz lütfen) AKP’nin alametifarikası, var olan bir entellektüel tartışmayı alıp, dönüştürüp, zıt amaçlar için yürürlüğe sokması. Yani aslında her gündem değiştirme operasyonunda söylenenlerin bir kısmı doğru. Varılan sonuçlar tamamen yanlış olsa da. İşte bu yüzden AKP liderlerinin ve reisin gözüne girmek için canhıraş savunanlar da, AKP diyorsa mutlaka yanlıştır diyenler de kendi tezlerini savunmak için rahatlıkla argüman bulabiliyorlar. Bütün körler fili tuttukları yerden tarif ediyor. Bu önermeleri aklımızın bir yerinde tutup Dil konusuna girebiliriz.

Dil bir iletişim aracı değildir.

Evden çıktınız, kapıyı çektiniz, tek başınızasınız, yani bir düşünceyi “iletecek” kimse yok etrafınızda. Ve kapıyı çektiğiniz anda anahtarları içerde unuttuğunuzu fark ettiniz. Ağzınızdan dökülen kelimeler hangileri? Ya da ayak küçük parmağınızı sehpanın ayağına çarptığınızda ne diyorsunuz kendi kendinize? Ya da sevişirken, ağlarken, hayıflanırken nece konuşuyorsunuz? “Lisanımın sınırları Dünyamın sınırlarıdır” diyor Ludwig Wittgenstein (Tractacus, 1921). Dil bir iletişim aracı değildir, düşüncenin ta kendisidir. Kullandığınız dil ne kadar zengin ve çeşitli ise dünyanız da o kadar geniş, kullandığınız diller ne kadar çok ise dünyalarınız o kadar çok demektir.

Dilin zenginliği elbette sadece kelime haznesiyle ölçülemez. Diller betimlemeye ihtiyaç duydukları şeyleri betimlerler. O şeyler yoksa betimlemezler. Dilbilimciler buna işaretleyen / işaretlenen (signifiant / signifié) diyorlar. Eğer işaretlenen yoksa işaretleyen de yoktur. Foucault’nun “ismi yoksa cismi yoktur” demesi gibi

Fakat bazen dilin işaretlemeye ihtiyaç duymadığı şeyler (nesneler, kavramlar) ortaya çıkar. Milliyetçilik öncesinde, dil “millî dil” olamadan önce, yani aynı toplum gibi homojen ve saf olması talebi yokken bütün diller hiçbir komplekse kapılmadan başka dillerden işaretleyen ithal eder, o işaretleyenleri dönüştürür, telaffuzunu değiştirir, ekler yapıştırır ve benimserler. Bu doğal bir süreçtir ve her zaman dili (dolayısıyla dili kullananın dünyasını) zenginleştirir. Elbette bu Türkçe için de geçerlidir.

Milliyetçilikle beraber dile yeni bir görev yüklenir. Bu görev inşa edilen ulusa elbise dikmek olarak betimlenebilir ve böylece dil araçsallaşır. Bir şey yaratmak için yaratılan bir alete dönüşür. İsmi değişir (Boşnakça, Sırpça, Hırvatça, Karadağca…’nın aynı dilin değişik ulusal isimlerinde olduğu gibi), “ötekinin” işaretleyenleri mümkün olduğunca “temizlenir” (Türkçe’de olduğu gibi, bize fazla yakın ötekinin dili reddedilir, yasaklanır hatta yok edilir). Buna glottocide diyebiliriz. Hatta bazen ölü dil canlandırılır (İbranice örneğinde olduğu gibi). Dil artık hem kılıçtır hem de kalkan.

Artık Osmanlıca, Türkçe tartışmasının kalbine girmeye hazırız.

Osmanlıca, Türkçe, Osmanlı Türkçesi, “Eski Türkçe”, vs.

Osmanlı imparatorluğu tebaasının “Osmanlıca” konuştuğunu düşünmek prezantist bir tarih yazımının (historiographie) Osmanlı imparatorluğu tarihini ihtiyaca göre Türkleştirerek ya da İslamlaştırarak rehabilite etmeye çalışması sonucunda ortaya çıkan bir yanılsama. Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaası başta Helence, Ermenice, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice, Sırpça, Bulgarca, Gürcüce, Ladino (Eski İspanyolca) olmak üzere onlarca dil kullanıyordu.

Dil ile o dilin yazımı için kullanılan işaretler silsilesini karıştırmamak gerek. Gene Osmanlı imparatorluğu içinde dönemsel ve bölgesel olarak Arap alfabesi, Arap-Fars alfabesi, Helen alfabesi, Ermeni alfabesi gibi alfabeler kullanılmakla kalmamış, değişik dilleri de yazıya dökmüşlerdir. Örneğin Helen alfabesiyle yazılan Türkçe metinler, Ermeni alfabesiyle yazılan Helence metinler (burada Yunanca / Rumca isimlerini kullanmak sorunludur), Arap alfabesiyle yazılmış Türkçe metinler, Latin alfabesiyle yazılmış Ermenice, Fars alfabesiyle yazılmış Kürtçe metinler, Arap alfabesiyle yazılmış Kürtçe metinler vardır.

Osmanlıcanın özellikle Farsça ve Arapçadan alıntılanmış kelime ve kalıplarla zenginleştirilmiş, içinde Helence ve Ermenice hatta Ladino kavramlar bulunduran, Arap alfabesiyle not edilen bir Türkçe olduğu bilinmekte. Her dil gibi Osmanlıca da dinamik ve 16. yüzyılda kullanılan Osmanlıca ile 19. Yüzyılda kullanılan Osmanlıca farklılıklar gösteriyor. Diğer bir deyişle Osmanlıca grameri, sentaksı, kelime haznesi başlı başına ayrı bir dil değil senkretik bir dil. Ama bir dil. Son tahlilde hem saray dili olarak, hem yazılı dil olarak, hem de elitlerin dili olarak var olan bir dil. Osmanlıca vardır!

Cumhuriyet kurulduğunda dil tartışmaları çoktan başlamıştı (Osmanlıcayı Latin harfleriyle yazmak, Osmanlıcayı “sadeleştirmek”, Türkçeyi rehabilite etmek dahil). Diğer bir deyişle ne Kemalistlerin öne sürdüğü “beyaz sayfa” teorisi tam anlamıyla gerçeği yansıtır ne de İslamcıların “bir sabah uyandık ki…” teorisi. İkisi de prezantist ve demagojiktir.

Ancak Cumhuriyet’le birlikte “inşa edilmekte olan ulusa dil biçme” hareketine hız verildiği de doğrudur. Bunu bir paket olarak görebiliriz: Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Latin Harflerine geçme meselesi (1928), Türk Dil Kurumu (1932) ve bu kurumla başlayan “Türkçe’nin sadeleştirilmesi” hareketi, Soyadı Kanunu (1934), Yer isimlerinin Türkçeleştirilmesinin ilk safhası (1934) Güneş dili Teorisi (1935-…).

OSMANLICAYA DÖNÜŞ?

Günümüz tartışmasının iç içe geçmiş üç boyutu var: dil, din ve “ecdad”. Elbette Latin harflerinin adaptasyonu ile Arap harfleri yeni burjuvazide İslam’la özdeşleştirildi. Kuruluşta temel amaç Arapça harflerle İslam arasında ilişki kurarak Türkiye toplumunu zorla sekülerleştirmekti. Günümüz “Osmanlıcaya dönüş” zorlamasında temel amaç gene Arap harfleriyle İslam arasında ilişki kurup zorla müslümanlaştırmak. Diğer bir deyişle aslında tartışma “Osmanlıca” konusunda değil Alfabe konusunda. Arap alfabesi doğulu olmak olmamak, Müslüman olmak olmamak gibi dikotomik (ve dolayısıyla Manikeist) konularla ilgili bir sorunsal. İktidarın “Osmanlıca’ya dönüş” dayatması aslında Arap alfabesine dönüş meselesiyle sınırlı. “Ecdad” işin meşrulaştırma bahanesi. Eğer Mahir Ünal ecdadın ne haltlar yediğini bilseydi, ismini ağzına almazdı.

Dil konusunda Osmanlıcanın (Eski Türkçenin… bu dilin bütün isimleri sorunludur) “sadeleştirilmesi” konusunda da aslında ana sorunsal din olmuştur. Arapça ve Farsça kelimeler avlanırken, hâlâ da kullanılan Helence (denizle ilgili kelimelerin hemen hemen hepsi), Ermenice (örneğin madencilikle, kuyumculukla ilgili kelimeler), Fransızca kelimelere dokunulmamıştır. Yani asıl problem Türkçenin Türkçeleştirilmesi değil Türkçenin Arapçadan (ve Farsçadan) uzaklaştırılmasıydı.

Bu désarabisation kısmen başarılı oldu ama sadece kısmen. Doğulu görünürlüğü pekiştiren bu kelimelerin yerine yeni kelimelerin kullanımında üç yol izlendi. Hep var olagelmiş olan Anadolu popüler Türkçesinden kelime devşirme, Orta Asya Türkçelerinden (Tarihi ya da değil) kelime bulma, ve en sonda da hâlâ da devam eden kelime icat etme yöntemleri.

Bu kısmen başarılı oldu zira dil canlı bir varlık. Vücut organ naklini bazen kabul eder bazen reddeder. Kimi zaman bulunan kelime “tutar” (tayyare – uçak), kimi zaman iki hatta üç kelime varlıklarını sürdürür (kelime-sözcük) kimi zaman ise yeni kelime o kadar yapaydır ki hiçbir zaman dile girmez. Örnekleri çok, kimi uyduruk örneklerin de uyduruk olduğunu unutmayalım.

Dolayısıyla Osmanlıcaya dönüşün “Osmanlıca” ile ilgisi az, Arap Alfabesini öğretmekle ilgisi var. Ki bu dinsel içeriğinden soyutlandığında son derece önemli ve müspet bir gelişme. Zira Arap alfabesini öğretmek Arapça öğrenmeye vesile olabilir (Osmanlıca Arapça değildir) ve Arapça, Latince, Helence ve Farsça ile beraber bölgemizin en önemli medeniyet dillerinden biridir. Arapça öğrenmek iyi bir şeydir. Ancak günümüz konjonktüründe hem karşıtları hem de yandaşları açısından Arapça ile İslam arasında birebir bir ilişki kurulmakta ve göçmenlerin Türkiyeyi Araplaştıracağı paranoyası, Arapçayı başlı başına bir dil olarak değil İslamlaştırmanın bir aracı olarak görülmesine yol açıyor. Ülkede nefret objesi haline gelen göçmenlerin Arapça konuşması ve yazması, toplumu Arapça konusunda daha da irrite ediyor.

Her dilde felsefe yapılır. İstisnasız her dilde. Günümüz Türkiye Türkçesi ile de felsefe yapılır, “Osmanlıca” ile de. Arapça da bir felsefe dilidir, Fransızca da. Diller özgür bırakıldıklarında ihtiyaçları olan kavram ve kalıpları derhal bulurlar ve dönüştürürler. Artık ihtiyaçları olmayan kavram ve kalıpları da yavaş yavaş söküp atarlar. Buna Dilsel Darwinizm diyebiliriz. Dillerin fakirleştiği dönemler jakoben dil politikalarının zorlayıcı olduğu dönemlerdir. Dün olduğu gibi ve sarkacın diğer tarafa savrulması ile, bugün olduğu gibi.

Sonuç olarak Osmanlıcanın öğrenimi, Osmanlıcanın öğrenimi olsaydı bu kesinlikle savunulacak bir şey olurdu. Ama değil. İdeal bir dünyada Arapça, Farsça, Latince ve Helencenin okullarda öğretilmesine taraftar olmamak imkansız. (Bunu yanında elbette bütün bölgesel dillerin ve bütün azınlık dillerinin öğretilmesi bu dillerde eğitim verilmesi gibi). Dil kendi başına korkulacak bir şey değil ama burada söz konusu olan dil değil din ve ulusal proje.

Halbuki dil canlı bir varlık olarak her dilden etkilenir, halbuki dil devamlı devinim halindedir. Halbuki dil keser, biçer, birleştirir, yaratır. Aynen günümüz Türkçesindeki en sevdiğim kelime “Halbuki”de olduğu gibi. Bu tek kelimede “Hal” Arapça, “Bu” Türkçe, “Ki” Farsçadır….

Bu metni, son cümlesine kadar okuma sabrını gösterenler için not: Yukarıdaki metinden Arapça, Farsça, Helence, Latince, Fransızca kelimeleri çıkararak tekrar okumayı deneyiniz, çok eğleneceksiniz…

Köşe Yazıları Haberleri