Türkiye’de Derinleşen Kriz, “Normalleşen” Eşitsizlik

Güncel hal, adaletsizliğin sistematik hale geldiği bir rejim gerçekliğini ve AKP’nin uzun iktidar sürecinin yarattığı krizlerin birikimini gözler önüne seriyor. Yaşananlar, hem siyasal alanın neoliberal dönüşümünü hem de toplumsal dokunun daha önce eşi görülmemiş biçimde aşınmasını ifade ediyor.

Türkiye’nin son dönem siyasal, toplumsal ve ekonomik gündemi, derin bir eşitsizlik düzeninin yansıması…

Güncel hal, adaletsizliğin sistematik hale geldiği bir rejim gerçekliğini ve AKP’nin uzun iktidar sürecinin yarattığı krizlerin birikimini gözler önüne seriyor.
Yaşananlar, hem siyasal alanın neoliberal dönüşümünü hem de toplumsal dokunun daha önce eşi görülmemiş biçimde aşınmasını ifade ediyor.

İktidar, kendi krizini yönetirken yeni oyun kurma stratejileri de geliştiriyor; muhalefet ise bu stratejilere etkili bir yanıt veremiyor.
TÜİK manipülasyonlarını, neoliberal zorbalık programlarını ve derinleşen yoksulluğun sonuçlarını çerçeveleriyle önüne koymuş politik aktörlerin esamesi okunmuyor.

Muhalefetin etkisizliğiyle birleşen durum, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun derinleşmesine, iktidarın kriz yönetimi stratejilerini, bir tür “normalleşme” söylemi altında uygulamasına yol açıyor.

Yoksulluk ve açlık, neoliberal zorbalığın yarattığı sistematik adaletsizlik kronik hale gelirken, devlet mekanizmalarının rıza üretimindeki araçsallığı da bu durumu halk nezdinde meşrulaştırma çabasına dönüşüyor.

Ne asgari ücrete ne de memur/ emekli zammına siyasal, toplumsal hiçbir itirazla karşılaşmayan Erdoğan rejimi de bunu fırsata çeviriyor zaten.
Kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada sorumluluğu hem muhalefete hem de halka atan Erdoğan: “Enflasyon ve istihdamda hamdolsun çok iyi noktadayız. TÜİK tarafından açıklanan enflasyon verilerine göre doğru yoldayız…Hayat pahalılığıyla mücadeleye vatandaşlarımızın katkı sunması önemlidir. Bunun yolu da fahiş fiyat uygulaması yapanları boykot etmekten geçiyor. Muhalefet rahatsız olsa da...” deyiverdi rahatlıkla, kendine muhalefet edercesine…


Neoliberal zorbalığın yeni evresi

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in yönetiminde, Erdoğan rejiminin “ekonomik rasyonalite” söylemiyle lanse ettiği program, aslında sert bir neoliberal yapılandırmayı içeriyor.
Şimşek’in ekonomi politikaları, rejimin kriz yönetimi arayışlarında neoliberalizmin en sert örneklerini oluşturuyor.
Türkiye’deki ekonomik düzen, halktan alınan kaynakların sermayeye aktarılmasıyla krizleri daha da derinleştiriyor.

Bu politika çerçevesi, enflasyonu kontrol altına almak iddiasıyla halkın yoksullaştırılmasını, kamu kaynaklarının özel sektöre transferini ve sermaye birikiminin devamını hedefliyor.
Bugün Türkiye’de, ücretler üzerindeki baskı, işsizliğin kronikleşmesi ve sosyal yardımların politik araçlara dönüşmesi, neoliberalizmin kriz üreten karakterini doğrular nitelikte...
Bu politikalar yalnızca eşitsizlikleri artırmakla kalmıyor, geniş halk kesimleri için sürdürülemez koşullar yaratıyor.

TÜİK’in enflasyon verileri üzerindeki manipülasyonları, bu programın toplumsal maliyetini saklama çabasının bir parçası.
Manipülasyonlar, bu düzenin maliyetini görünmez kılmaya çalışsa da hayat pahalılığı bu çabayı boşa çıkarıyor.
Kamunun gelir artırıcı politikaları, dolaylı vergiler ve yüksek enflasyonla, doğrudan halkın sırtına yüklenirken, aynı devlet, bu gelirleri işçiye ve emekliye adil bir şekilde dağıtmaktan kaçınıyor.

Çiğdem Toker’in dikkat çektiği “devletin alacağına %44, vereceğine %11,54 zam” örneği, rejimin eşitsizlik politikasını en çıplak haliyle gözler önüne sererken, bu eşitsizliğin ne kadar pervasızca kurumsallaştığını da gösteriyor.
Bu pervasızlıkta muhalefetin hiç mi payı yok desek, muhalefete muhalefet etmiş oluyoruz.


Kürtler ve MHP’nin yeni pozisyonu

Öte yandan, Abdullah Öcalan üzerinden yürütülen “yeni süreç”le, Kürt sorunu bir kez daha siyasal denklemin merkezine taşınmış durumda.
Ancak burada dikkat çeken, sürecin Devlet Bahçeli eliyle şekillendirilmesi…
MHP’nin Kürt sorununun çözümüne yönelik bir siyasal aktör olarak konumlandırılması, devlet aygıtının kriz yönetiminde pragmatik bir araç olarak kullanıldığını gösteriyor.
MHP’nin belirleyici rolü, olup bitenler, çözümden çok, “hegemonya” kavramıyla açıklanabilecek bu durum…
Erdoğan ve Bahçeli’nin söylem ve tavırlarıyla, Kürt sorununun çözümden çok, bir tür “kontrollü kriz” olarak yönetilmek istendiği de söyleniyor.
Bunlar, iktidarın süreç içinde karşıt güçleri kendisine entegre ederek toplumsal rızayı yeniden üretme çabasına denk düşüyor.
Bu hegemonya stratejisi, Kürt meselesinde iktidarın uyguladığı politikalar, bir yandan milliyetçi tabanı konsolide ederken, diğer yandan Kürt siyaseti içerisinde kırılmalar yaratıyor.
DEM’in siyaset tarzı, Bakırhan ve Hatimoğulları ağzından ifadesini bulan ikili yaklaşım, rejimin hegemonik stratejilerinin başarısını kolaylaştırıyor.
Öcalan üzerinden gündeme gelen tartışmalar, Kürt sorununun çözümüne yönelik yeni bir dönemin habercisi gibi sunulsa da Demirtaş’ın nerede konumlandığı, sürece dahli de sürecin akacağı mecra için önemli bir alan işgal edecek gibi duruyor.

Kifayetsizlik…

31 Mart seçimlerinin ardından dolaşıma sokulan normalleşme/ yumuşama stratejisi; Özgür Özel liderliğindeki muhalefetin, halkın yaşadığı krizlere yanıt verme konusundaki yetersizliğini açığa çıkardı görüşü de hakim.
31 Mart sonrasındaki hava bugün yok.
Özellikle son dönemde, CHP’nin sermaye yanlısı politikaların karşısında konumlanmayı bir kenara bırakarak, neredeyse rejimin kriz yönetimi programını tamamlayan bir figür haline geldiği eleştirileri var.
CHP siyasetinin sınırları, CHP’nin mevcut çizgisi, bu tespitin güncel örneğini oluşturuyor.

Asgari ücrete zamsız temmuz geçildi, aralıkta asgari ücretlinin % 28’lik hakkı gasp edildi.
“Ülke iktidara dar edilmediği” gibi, iktidar TÜİK marifetiyle memur ve emekliye % 11,54’lük bir zammı reva gördü.
SSK ve Bağkur emeklisine 14.469 TL ile yaşa diyen Erdoğan’a, Özgür Özel bu kez de emekliyle “ülkeyi ona dar edeceğini” söyledi kürsüden.
Sonuçlarını göreceğiz…


Manipülasyon ve normalleşen eşitsizlik

2023 yapımı “The Holdovers” adlı filmde Tarih Öğretmeni Hunham rolündeki Paul Giamatti’nin ağzından Demokritos’un şu ifadeleri dökülür: “ Dünya çürümedir, hayat algıdır.”
Bu söz bana ülkedeki yeni hali hatırlatmıştı.
Bugün Türkiye’de yoksulluk yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda bir sosyal krize dönüşmüş durumda.
Türkiye’de gelir adaletsizliği, enflasyon, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar artık çuvala sığdırılma gereği bile duyulmayan bir krizin yansımaları olarak karşımıza çıkıyor.
Temel gıda ve barınma gibi hakların piyasa dinamiklerine tabi kılınması, emekçi sınıfların yaşamını sürdüremez hale getiriyor.
Sermaye yanlısı politikalar, çalışanları ve emeklileri sistematik bir biçimde gözden çıkarıyor.
Asgari ücretin 22 bin TL olarak açıklanması, işçilerin temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Neoliberal zorbalık programı, toplumun geniş kesimlerini yalnızca yoksullukla değil, umutsuzlukla da kuşatıyor.
Rejimin ekonomik programına paralel olarak, toplumsal dokuda da bir “normalleşme” algısı yaratılıyor.
Toplumun geniş kesimlerinde yoksulluğun ve adaletsizliğin doğal bir düzen olarak kabul görmesi, tüm bu süreçler, rejimin ideolojik aygıtlarını daha etkin bir şekilde kullanmasını beraberinde getiriyor.
Medyanın büyük ölçüde iktidarın kontrolüne geçmesi, bu rıza üretiminin en önemli ayağını oluşturuyor.
Toplumsal eşitsizliğin “normal” bir durum olarak kabul edilmesi, medya eliyle “devlet” söylemi üzerinden inşa ediliyor.
Toplum ideolojik manipülasyonlar üzerinden kontrol altında tutuluyor; yeni düzende, rehin alınıyor.
Sermaye ve devletin birleşerek toplumu yönlendirdiği bu dönemde, sendikaların, muhalefetin susturulması, rejimin krizlerini görünmez kılma çabasını kolaylaştırıyor.


Hal böyleyken;
TÜİK manipülasyonları ve neoliberal zorbalık programlarının ifşa edilmesi,
emekçilerin ve emeklilerin haklarını savunan, halka dayalı bir muhalefet inşası, sermaye yerine, toplumsal adaleti önceleyen bir ekonomik program,
Kürt sorununda demokratik ve eşitlikçi bir çözümün siyasal zemininin yaratılması,
muhalefetin önünde duruyor; ama o muhalefet toplumun önünde duramıyor.

Hal böyleyken;
Türkiye’nin mevcut krizi, yalnızca politik ve ekonomik alanlarda değil, toplumsal ve ideolojik düzeyde de kapsamlı bir dönüşüm gerektiriyor.
Bu dönüşüm, neoliberal politikaları reddeden, halkçı bir siyasetle şekillenebilir.

Çözüm; rejimin hegemonya araçlarını ifşa eden bir ideolojik/toplumsal mücadeleden, emek eksenli bir siyasetin inşasından geçiyor.
Yoksulluk kader, adaletsizlik kural, eşitsizlik norm olmak zorunda değil.
Girdaptan kurtuluş mümkün; hakikatin sahiplenilmesi, emeğin siyasal bir güce dönüşmesi yeter.

Gündem Haberleri