Erken yapılmasına kesin gözüyle bakılan ama tarihi konusunda tek belirleyicinin AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olan genel seçimler ülke siyasetinin aylardır ana gündem maddesi.
Seçmen gözünde yaşadığı itibar kaybı artık gizlenemez hale gelen Cumhur İttifakı seçim yasası değişiklikleri ile lehine bir durum yaratmaya çalışıyor. Yüzde 10’luk seçim barajı altında kalmasına kesin gözüyle bakılan ittifakın küçük ortağı MHP için barajın yüzde 7’ye düşürülmesi planlanırken, sosyal medyadaki muhaliflerin ve bağımsız medyanın sesini kısmak için de çeşitli hazırlıklar sırada bekliyor.
Muhalefet cephesinde ise tartışmalar çok daha geniş kapsamlı. Millet İttifakı’nın ana omurgasını oluşturan CHP ve İYİ Parti arasında ‘tek adam rejimi’ sonrasında hedeflenen güçlendirilmiş parlamenter sistem, demokrasiye geçiş programı ve Erdoğan’ın karşısına kimin aday olarak çıkacağı tartışılıyor.
Muhalefet cephesinde yer alıp da Millet İttifakı’na dahil olmamış partilerde ise durum biraz daha karışık görünüyor. Bu tespitin nedeni Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın “dindarların sınava çekildiğine” yönelik açıklaması.
5 Eylül’de İstanbul’da partisinin düzenlediği bir etkinlikte konuşan Babacan şunları söyledi: "Neredeyse her millî bayramımızda Türkiye’nin dindar insanları adeta bir sınava çekiliyor. Gözümüzden kaçmıyor. Laiklik ilkesini yıllarca çarpıtan zihniyet hak ve özgürlükler üzerinde kurduğu baskıyla, laiklik kavramını bir süre lekeledi. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayanlar, yanlış anladıkları laiklik kavramının arkasına yıllarca sığındılar. Aynı zihniyet, arada sırada inançlı vatandaşlarımıza da göndermeler yapıyor. Millî günlerimiz üzerinden, bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına izin vermeyiz. Bu zihniyete pabuç bırakmayız. Kimse boşuna heveslenmesin. Devletin her kademesini her kimlikten vatandaşımıza açacağız.”
Dindarlara milli bayramlarda kim gönderme yapmış olabilir? Bu soruya yanıt arayan herkesin aklına İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 30 Ağustos Zafer Bayramı etkinlikleri kapsamında sergilenen vals gösterisi geldi. DEVA Partisi lideri Babacan, valsi dindarlara bir gönderme olarak algılamıştı.
“ZULME GEÇİT VERMEYECEĞİZ”
Bu ifadeleri tartışma yaratan Babacan iki gün sonra, bu kez Ankara’da aynı konuyu yeniden gündeme getirdi. Bu kez daha kapsayıcı bir dil kullanmaya özen gösteren ve ‘dindar’ vurgusundan vazgeçen Babacan, "İktidarı ele geçirenin kendinden olmayana uyguladığı zulme geçit vermeyeceğiz. Bu ülkede hiç kimse bir daha üvey evlat muamelesi görmeyecek" dedi.
Babacan her ne kadar Ankara’da durumu toparlamaya çalışsa da “dindarları sınava çektirmeyiz” söylemi, siyasi tarihteki yerini buldu. DEVA partisi lideri, milli bayramların coşkulu kutlanmasının, vals gibi batı kökenli bir dans gösterisinin yapılmasının, kimleri kapsadığını tam anlayamadığımız ‘dindarlar’ı rencide ettiğini düşünüyor. Hatta bir adım daha ileri giderek, bir iktidar değişikliği durumunda bu dindarların ötekileştirileceğini, zulme uğrayacağını düşünüyor, en azından bu endişeyi yaşıyor.
Söylem her haliyle sorunlu ve tehlikeli. Kim dindar? Dindarlığın ölçütü ne? Siyasi çekişmelerde ya da rekabette ‘dindarlık’ bir kriter olmalı mı? AKP iktidarı kaybedince tüm dindarlar kaybetmiş mi oluyor? Dindarlık eşittir AKP ve DEVA Partisi mi? Muhalefet partileri, siyasi iktidarın ekonomik ve siyasi programıyla mı mücadele ediyor, yoksa ‘Babacan’ın söylemine göre’ iktidarı destekleyen, ona oy veren ‘dindarlar’la mı?
BABACAN FARKINI ORTAYA KOYDU
Babacan açısından bakıldığında ise şu soru öne çıkıyor: Tüm muhalefet partileri yeni dönem için farklılıkları değil, ortaklıkları ön plana çıkarma, ortak değerler üzerinden bir demokrasi inşa etme çabasındayken bir genel başkan neden ‘dindarlar ve karşıtları’ söylemini öne çıkarır?
Belli ki Babacan, çeşitlenen, iktidar kan kaybettikçe beklentileri artan muhalefet partileri arasından sıyrılmak için kendisine farklı bir kulvar yaratma peşinde.
Fakat bu söylemle başarılı olması çok mümkün görünmüyor. Toplumu din ekseni üzerinden kutuplaştırma siyasetini Erdoğan yaptı, bir süre de başarılı oldu. Ama onu iktidara getiren bu yaklaşım şimdi iktidardan gidişinin de nedeni olacak gibi görünüyor. Mağdur edebiyatı üzerinden muhafazakar kesimin hassasiyetlerini manipüle eden, bu uğurda toplumun diğer kesimlerini öteleyen, hatta “Afedersiniz Alevi” gibi söylemlerle aşağılayan, cemaatleri devlet kurumlarının ortağı, gizli sahibi haline getiren Erdoğan, bu yolla kurduğu sistemin çöküşüne artık engel olamıyor.
Erdoğan iktidarı bunları yaparken, Babacan’ın hassasiyetlerine dikkat çektiği ‘dindarlar’ın büyük çoğunluğu kendileri gibi olmayanlara yapılan zulmü sessizce izleme yolunu seçti. Bu sürecin en yakın tanıklarından biri Ali Babacan’ın kendisi. 2002-2015 yılları arasında Dışişleri ve Ekonomi Bakanlığı görevlerini yürüttü. AKP’nin 19 yılı bulan iktidar döneminin 13 yılında çok önemli makamlarda oturmuş bir ismin, bu dönemde yaratılan mağduriyetleri ve mağdurları görmememesi, bilmemesi imkansız. Durum böyleyken özeleştiri yapması, sorumluluklarını kabul etmesi ve yeni bir dil ile yola çıkması gereken Babacan kolayı seçerek ‘geldiği yere’ göz kırpmayı tercih etmiş oldu.
Toplum kesimleri arasındaki mağduriyetleri yarıştırmak ne etik ne de demokratik bir yöntem. Fakat 19 yıldır iktidar tarafından yok sayılan toplumsal kesimleri, siyasi görüşlerinin farklılığı yüzünden çalıştıkları kurumlarda her türlü eziyeti gören, KHK’larla işlerinden edilen emekçileri, akademisyenleri, evdeki şiddete karşı, eşitsizliklere karşı mücadele ederken sokakta polis şiddetine uğrayan kadınları görmezden gelip bir yılda 4 kez düzenlenen milli bayram etkinliklerinden rahatsız olan ‘dindarları’ bugünün ve potansiyel olarak geleceğin bir numaralı mağduru ilan etmek anlaşılır bir durum değil.
Türkiye’nin bugününde ilk sıraya dindarları koyduğunuz bir ‘mağdurlar sıralaması’ Ali Babacan’ı AKP ve MHP’ye karşı oluşturulmaya çalışılan demokrasi cephesinde bir yere taşımaz. Olsa olsa Erdoğan sonrası AKP, ya da ondan geriye kalanlar için beklentilerini ortaya koyar.