Son yıllarda Avrupa, aşırı sağın yükselişiyle sarsılıyor. Fransa'da Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik (RN) partisinin yargılandığı dava, bu siyasi hareketlerin Avrupa'nın pek çok ülkesinde güç kazandığını gösteren önemli bir dönüm noktası. Le Pen'in Avrupa fonlarını zimmetine geçirme iddialarıyla karşı karşıya kaldığı bu davanın Fransa'daki aşırı sağın geleceğini etkileyeceği düşünülüyor. Aynı zamanda, Avusturya'da aşırı sağcı Özgürlük Partisi'nin (FPÖ) yükselişi, Avrupa genelinde aşırı sağ popülist hareketlerin nasıl güç kazandığını gözler önüne seriyor. Bu gelişmeler, kıtada artan hoşnutsuzluk dalgasının ve siyasi güvensizliğin bir yansıması olarak değerlendiriliyor.
Marine Le Pen'in yargı süreci
Fransa'da aşırı sağcı RN partisinin lideri Marine Le Pen, 2004-2016 yılları arasında Avrupa Parlamentosu'ndan aldığı fonları parti çalışanlarına ödeme yapmak için usulsüz bir şekilde kullandığı suçlamalarıyla yargılanıyor. Le Pen ve partinin diğer önemli isimleri, bu fonları Avrupa Birliği'nin amaçları dışında harcayarak zimmetlerine geçirmekle itham ediliyor. Davada, Marine Le Pen ve babası Jean-Marie Le Pen de dahil olmak üzere 27 kişi yargılanıyor ve bu kişilerin 10 yıla kadar hapis cezası ve 1 milyon euroya kadar para cezası alması olasılık dahilinde görülüyor. Bunun yanı sıra, Le Pen'in beş yıl boyunca siyasi haklarından mahrum bırakılması, onun gelecekteki kendisinin "doğal" tanımladığı cumhurbaşkanlığı adaylığını tehlikeye sokuyor.
Marine Le Pen, daha önce üç kez cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmış ve her defasında önemli sonuçlar elde etmiş bir siyasi figür. 2027 seçimlerinde yeniden aday olmayı planlayan Le Pen, Fransa'da göç, güvenlik ve ekonomik sorunlar üzerine inşa ettiği popülist söylemiyle geniş bir seçmen kitlesine hitap etmeye devam ediyor. Le Pen, yıllardır Avrupa Birliği'ni eleştiren bir milliyetçi lider olarak biliniyor, ancak bu yargı süreci onun "Avrupa karşıtı" duruşunu zayıflatarak halk arasında soru işaretlerine yol açma ihtimalini de taşıyor.
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Marine Le Pen'in liderliğindeki aşırı sağın yükselişini uzun süredir yakından izlediği biliniyor. 2017 ve 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Le Pen'e karşı zafer kazanan Macron, aşırı sağın yükselişine karşı merkezde yer alan bir siyaset izlemeye çalıştı. Ancak Le Pen'in göç, güvenlik ve ekonomi gibi konulardaki popülist söylemleri, Macron hükümetinin bu alanlarda yaptığı reformları gölgede bıraktı. Le Pen'in seçmenler arasında giderek daha fazla popüler hale gelmesi, Macron'un aşırı sağla mücadeledeki stratejisini zorlaştırdı.
Macron hükümeti, bu davayı aşırı sağın finansal etik konularındaki sorunlarını gözler önüne sermek ve Le Pen'in partisinin sorumluluktan uzak olduğunu vurgulamak için bir fırsat olarak görüyor. Fransa'da kamu fonlarının zimmete geçirilmesi ve yolsuzluk konularındaki hassasiyet, Macron'un bu davayı kendi siyasi avantajına çevirebilir.
Ancak Macron'un bu süreci nasıl yöneteceği büyük önem taşıyor. Le Pen'in seçmenleri, bu suçlamaları siyasi bir saldırı olarak algılayabilir ve bu durum Le Pen'in mağduriyet söylemini güçlendirebilir. Bu davayı bir kenardan izlemeye devam edelim. Diğer yandan Macron'un da popülaritesi hiç olmadığı kadar düşük durumda. BM'de daha adil bir düzene ihtiyaç duyulduğunu söyleyen Macron'un krizlere ve büyük sorunlara karşı "çerçeveye ve ortak kurallara" ihtiyaç duyulduğunu söyledi.
Avusturya'da aşırı sağcı FPÖ'nün yükselişi
Fransa'da Marine Le Pen'in karşı karşıya olduğu yargı süreci devam ederken, Avusturya'da aşırı sağcı FPÖ Herbert Kickl liderliğinde Sosyal Demokrat Parti (SPÖ) ve Avusturya Halk Partisi'ni (ÖVP) geride bırakarak ülkenin en güçlü siyasi partisi haline geldi. Bu, sadece Avusturya için değil, Avrupa genelinde aşırı sağın yükselişini gösteren önemli bir gelişme niteliğinde. FPÖ, Avusturya'da hoşnutsuz, sistem karşıtı ve göçmen karşıtı seçmenlerin birleştiği bir siyasi güç olarak büyüdü.
"Die Presse" gazetesinin analizine göre, Kickl'in liderliğinde FPÖ, ülkenin ekonomik krizlerini, göçmen sorunlarını ve halkın genel hoşnutsuzluğunu etkili bir şekilde kullandı. FPÖ, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü sorgulayan popülist söylemleriyle, Avusturya'nın acılarla dolu tarihine rağmen halkın geniş bir kesiminden destek buldu. ÖVP ise enflasyon ve göç gibi temel sorunlara çözüm üretemediği için seçmen desteğini kaybetti ve sağ popülist FPÖ karşısında güçsüz kaldı. Bir yandan da FPÖ'ye karşı düzenlenen protestolarda, 'Naziler Parlamentodan Çıksın' sloganları atılmadı değil.
Avrupa genelinde aşırı sağın güçlenmesi ve seçimlerin etkisi
Fransa ve Avusturya'daki aşırı sağcı partilerin yükselişi, Avrupa genelinde sağ popülist hareketlerin güç kazandığı bir dönemi işaret ediyor. Bu dönemde ortaya çıkan ekonomik belirsizlikler, COVID-19 pandemisinin yarattığı ekonomik krizler, göçmen sorunları ve artan siyasi güvensizlik, aşırı sağcı partilerin halkın hoşnutsuzluğundan faydalanmasını sağladı. Aşırı sağcı partiler, mevcut siyasi elitlere ve Avrupa Birliği gibi ulus-ötesi yapılara karşı eleştirilerini artırarak, milliyetçi ve popülist söylemlerle geniş kitleleri kendilerine çekiyorlar.
Fransa'da Marine Le Pen'in karşı karşıya olduğu dava ve Avusturya'da FPÖ'nün elde ettiği zafer, Avrupa genelinde aşırı sağın nasıl şekillendiğini gösteren iki önemli gelişme olarak öne çıkıyor. Fransa'da yolsuzluk suçlamalarıyla yüzleşen Marine Le Pen, siyasi kariyerini kurtarmaya çalışırken, Avusturya'da aşırı sağcı FPÖ, ülkenin en güçlü partisi olarak yükselmeye devam ediyor. Bu gelişmelerin, Avrupa'daki siyasi dengeleri değiştirecek potansiyele sahip ve kıtada sağ popülizmin geleceğini belirleyecek anahtar olaylar olarak görülüyor.
Aşırı sağın güç kazandığı bu dönemde, Avrupa'nın merkezci partileri ve liderleri, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü koruma sorumluluğuyla karşı karşıya. Ancak ekonomik krizler ve göçmen sorunları gibi yapısal meseleler çözülmedikçe, aşırı sağcı partilerin yükselişi engellenemeyebilir. Özellikle Avusturya'daki seçim sonuçları, aşırı sağın Avrupa genelinde ne kadar etkili olabileceğini göstermesi bakımından dikkatle izlenmeli. Avrupa'nın geleceği, aşırı sağın bu güçlenmesine karşı nasıl bir strateji geliştireceğine bağlı olarak şekillenecek.
2024 yılında aşırı sağın yükselişi Avrupa'ya damgasını vururken, İsrail – Gazze – Suriye ve Lübnan hattını tüm karmaşıklığıyla dünyayı yeniden şekillendirmeye aday. Reisi'nin halen gizem barındıran uçak kazasından Nasrallah'ın öldürülmesine kadar olan çizgide Netanyahu'nun İran halkının "düşünülenden daha erken özgürleşeceğini" söylemesi açıkçası endişeleri uyandırmaya devam ediyor. İran Dini Lideri Hamaney'in "bölgenin geleceğini Hizbullah'ın belirleyeceği" söylemini de yabana atlamamak lazım.
Ülkelerin iç dinamiklerini ele alarak geçen hafta özeti çıkarayım dedim. Malum 2024 seçim yılı demokratik değerler açısından iyi geçmiyor. 7 Ekim 2023'ten bu yana da savaş sınırımıza epeyce yakın ve yeni bir göçmen dalgasını da yanında taşıyacak bir niteliğe bürünüyor.
2025'te bugünleri mumla aramayalım da...