CANAN COŞKUN
Türkiye’de infaz rejimi, 1920’lerden günümüze değişen ihtiyaç ve güvenlik politikalarına göre evrilmiş durumda. 1970’lerden başlayarak gittikçe kalıcı hale gelen izolasyon uygulamaları, 2020’lerde Y ve S tipi kuyu cezaevlerine uzandı. Mahpusların anlattığına göre, bu yeni modelde tek kişilik hücreler ve sınırlı havalandırma, günleri ‘kuyu dibinde’ geçiyormuş hissi yaratıyor.
Akademik araştırmalara göre Osmanlı’da cezalandırma biçimi, suçluyu toplumdan uzaklaştırmak yerine kürek cezası gibi işlere koşmak üzerinden yürüyordu. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa ve Kuzey Amerika’daki modern hapishane modellerinden etkilenerek hürriyetinden alıkoyarak cezalandırma sistemine geçildi. Buna rağmen hapishaneler insani koşullardan uzaktı: hastalıkların kol gezdiği, kimi koğuşlarda 100 kişinin kaldığı, insanların ölüme terk edildiği yerlerdi.
Cumhuriyet’in devraldığı miras
Cumhuriyet’in ilanıyla Osmanlı’dan devralınan hapishanelerin fiziksel yetersizliği meclise de yansımıştı, yapılan yeni hapishanelerde de durum pek iç açıcı değildi. Volkan Soran, “Cumhuriyetin İlk Yıllarına Ait Hapishaneler Raporu Üzerine Değerlendirme” makalesinde hapishaneler içinde bulunduğu fiziki şartları tanıyabilmek için çoğu siyasi davalardan tutuklu ya da hüküm giymiş gazeteci ve yazarların yazdıklarına bakmak gerektiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor:
“1925 yılı başlarında yeni açılmış olan Ankara Hapishanesi’nde yatan bir gazeteci abdesthane kokusunun koğuşun ağır ve pis havasına karıştığı, oldukça kötü bir portre çizerken, aynı hapishanede 1926 yılı başında bir ay süreyle tutuklu kalan bir başkası koğuşlarda su tertibatı olmadığı için dışarıdan taşıdıkları suyu soba üzerinde ısıtıp leğende çamaşır yıkadıklarını hatta bazılarının bu su ile dökündüklerini anlatır. Yine bir başka siyasi mahkûm, 1926 yılında kaldığı Afyon Cezaevi’nin, her birinde 100 mahkûmun barındığı dört koğuşluk bir bina olduğunu, koğuşların arasında ve içinde mahkûmların hiyerarşik bir düzeni bahsedip, koğuşların içinin monoton fakat enteresan olduğunu, Anadolu’nun nabzının bu koğuşlarda attığını söylemektedir.”
Cumhuriyet’in ilk yıllarında hapishaneler gezilerek bir inceleme raporu hazırlanmış. Buna göre, cezaevlerinin kapasitesi her tutuklu ve hükümlü için en az 1,5 metrekarelik bir alan olarak belirleniyormuş.
Cumhuriyet Osmanlı’dan yalnızca harap haldeki cezaevlerini devralmamış, 1880 yılında çıkarılan “Tevkifhane ve Hapishanelerin İdare-i Dâhiliyelerine Dair Nizamname” de 1941 yılına kadar yürürlükte kalmış. Bir yandan da tutuklu ve hükümlülerin sanata, kabiliyetlerini gösterecekleri işlere yönlendirmenin temelleri atılmış. Cezaevlerinin iyileştirilmesiyle ilgili bir adım olarak Ankara Hapishanesi, tek tip kıyafet dayatmasının pilot mekanı olmuş.
Tip cezaevlerine geçiş
Sevda Ağcakale’nin Ceza Mimarlığı başlıklı İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi yükseklisans tezine göre, tutuklu ve mahkumları suç tipi yönünden ayırarak farklı cezaevlerinde tutma pratiği Osmanlı’dan bu yana var. Osmanlı döneminde İstanbul’daki en ünlü zindanları Yedikule, Eminönü Baba Cafer, Kasımpaşa Tersane, Galata, Bab-ı Ali’de Tomruk ve Rumeli Hisarı’ymış. Asker suçlular Bab-ı Ali’deki Tomruk’a, devlet suçluları Yedikule, Rumelihisarı ve Tersane zindanlarına, katil, zina suçlusu ve borçlu gibi adi mahkumlar da Galata zindanlarına konulurmuş.
Cezaevlerinin “tip” harfleriyle sınıflandırılması ise 1950’lerde başladı. Güvenlik, infaz birliği ve idari standart sağlamak amacıyla oluşturulan bu sistem, zamanla A, B, C, E, F, H, K, L, M, T tipi gibi farklı yapılar doğurdu. 1950’li yıllardan itibaren A, A1, A2, A3, B ve C tipleri, 1970’lerden itibaren K1, K2, E tipleri, 1980’lerden itibaren 500 kişilik özel tip ve H tipi ve 2000’lerden itibaren F, L, ve T tipleri inşa edildi.
Tecridin temelleri atılıyor
Ağcakale’nin tez çalışması, 1970’lerden itibaren inşa edilen E Tipi cezaevlerindeki disiplin koğuşlarıyla tecrit uygulamasının ilk adımının atıldığını gösteriyor. Buna göre, bu tip cezaevleri, birbirinden havalandırma avluları ile ayrılan beş bloktan oluşuyordu. En dış bloklar servis ve idareye ayrılırken, iç bloklar ise tutuklu ve hükümlülere ayrılıyordu. Bu cezaevinde bir blok da 80 adet disiplin hücresine ayrılmış durumdaydı. 1972’de yapımına başlanıp 1980’de açılan Diyarbakır Cezaevi bu tip hapishanelerden biriydi. 1980 askeri darbesinde buradaki mahkumlara yapılan ağır işkenceler sebebiyle 50’yi aşkın kişinin hayatını kaybettiği belirtiliyor.
Tecrit uygulaması bundan sonra inşa edilen cezaevlerinin bir parçası oldu. 1980-90 yılları arasında yapılan M tipi cezaevleri de E tipi cezaevlerinin şemasına uygun tasarlanmıştı. Bu cezaevlerinde de 12 koğuş, altı da disiplin hücresi vardı.
“Özel tip cezaevi”
Tek kişilik hücre modelinin temeli 1987 yılında Eskişehir’de inşa edilen cezaevinin tadilattan geçirilerek koğuşların hücrelerle değiştirilmesiyle atıldı. Bu cezaevinin bir tipi yoktu, “özel tip cezaevi” olarak geçiyordu.
Koğuş sisteminin koğuş ağalığı gibi durumlara sebebiyet vermesi ve şiddet olayları gerekçesiyle bu modeldeki E, M ve H tipi cezaevlerindeki koğuşların kapasitesi 10’la sınırlandırıldı. Ancak ilçe hapishanelerinin kapatılması sebebiyle koğuştaki kişi sayısı fiilen 10’u aştı.
Tecrit kalıcı hale geliyor
2000’lere yaklaşırken tecrit uygulaması F Tipi cezaevleriyle kalıcı hale geldi. Bu hapishaneler 59 adet tek kişilik, 103 adet üç kişilik hücrelerden oluşuyordu.
6 Mayıs 1996 tarihli genelgeyle dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar, bu sistemi yasal zemine taşıdı. Genelgenin ardından siyasi mahpuslar açlık grevine başladı, 12 kişi yaşamını yitirdi. Genelgenin ardından Marmara bölgesindeki hapishanelerde kalan tutuklu ve hükümlülerin Eskişehir’deki “özel tip cezaevine” nakli kararı verildi.
Hayata Dönüş değil Tufan operasyonu
Ölüm oruçları cezaevlerinde yayılıyordu. Hayata Dönüş Operasyonu adı verilen ancak sonradan asıl isminin Tufan olduğu ortaya çıkan operasyonun düğmesine 29 Eylül 1999’da basıldı. Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 10 kişi öldü, 100’e yakın kişi de yaralandı.
Adalet Bakanlığı’nın talebiyle devreye aydınlar girmişti. Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Oral Çalışlar, Mehmet Bekaroğlu ve Can Dündar 9 Aralık 2000’de Bayrampaşa Cezaevi’ndeki ölüm orucu eylemleriyle görüştü. Görüşmeler bir ara sayı pazarlığına kadar geldi. Örgütler, 20 kişi kalalım diyordu, bakanlık en fazla 6-7 diyordu. Bir ara F tiplerine sevkler durdu ve artık İstanbul’daki Tufan operasyonunun ayak sesleri geliyordu. Ölüm oruçlarına karşı bir propaganda da yürüyordu bir yandan. Gizlice vitamin alıyorlar, gizlice yemek yiyorlar diyorlardı.
19 Aralık 2000’de İstanbul’da Bayrampaşa ve Ümraniye Cezaevi başta olmak üzere 20 cezaevine asker tarafından eşzamanlı operasyonlar düzenlendi. Operasyonda 30’u tutuklu ve mahkum olmak üzere 32 kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce mahpus da ciddi yaralanmalar yaşadı. Operasyonda el bombaları, lav silahları ve gaz bombaları kullanılmıştı. Operasyondan ciddi yanıklarla kurtulan kişilerin o halleri hafızalara kazınmıştı.
Kuyuya doğru: Y ve S tipleri
Türkiye’nin infaz rejimi, tarihsel olarak bakıldığında her dönemde “güvenlik” gerekçesiyle daha fazla tecrit, daha fazla denetim üzerine kuruldu. Ancak bu eğilim siyasi kırılmalarla paralel ilerledi.
2016’daki darbe girişimi, bu sistemin bir sonraki aşamasını hazırladı. Kuyu tipi (Y ve S tipi) cezaevlerinin planlaması bu dönemde başladı. Avukatların aktardığına göre, bu cezaevlerine 2021 itibarıyla sevkler yapıldı. İlk etapta yalnızca “FETÖ” davalarından hükümlülerin ve ağırlaştırılmış müebbet mahpusların kalacağı söylense de, somut gerekçe gösterilmeden çok sayıda mahpus bu cezaevlerine nakledildi.
Y tipi cezaevleri, artık sadece duvarlarıyla değil, elektronik sistemle açılıp kapanan kapılarıyla, neredeyse tamamen insansız bir denetim biçimini temsil ediyor.
Cumhuriyet’in başındaki kalabalık koğuşlardan bugünün kuyu tipi hücrelerine uzanan çizgi, Türkiye’nin infaz rejimine dair çok şey söylüyor: güvenlik gerekçesiyle başlatılan her adım, insanı biraz daha yalnızlaştırdı.
İnsan kişiliğini ezmek, onurunu ayaklar altına almak...
Kuyu tipi cezaevleri ile toplumsal olarak ve siyaseten neyin hedeflendiğini "Hücrelerin 24 saat kamerayla izlenmesi, kapıların elektronik olarak açılması, mahkumlarla butonlarla iletişim kurulması... bunların hepsi ancak modern teknolojinin kullanılmasıyla mümkün olan şeyler. Ve moderniteni araçsallaştırılmış aklı ve teknolojisi insanın kişiliğini ezmek, onurunu ayaklar altına alıp çiğnemek için kullanılıyor" diye anlatan Fatmagül Berktay, şu noktanın altını çiziyor:
"Bugün Türkiye’de artık mahkûmun eylemi ile cezası arasında gerçek anlamda kavramsal bağ kalmamış durumda; hukuk ve yargı isteğe göre eğilip bükülüyor; neo-liberal zihniyet ve uygulama dünyasında başarıya ulaşmak için “her şey mübah”, isterse utanılacak bir başarı olsun..."
Yarın, hak savunucularının ve insan hakları örgütlerinin “kuyu tipi” cezaevlerine dair uyarılarına kulak vereceğiz.