AB’nin değerler krizi: Hukukun üstünlüğü yeni bir farklılaşma kriteri olabilir mi?

Önümüzdeki süreçte artık istikrarlı demokratik kurumlar, temel hak ve özgürlükler, azınlık hakları ve hukukun üstünlüğü kriterlerinde çok daha geri durumda olan bir grup ülke, bu siyasi kriterleri yaşama geçirmiş olan üyelerle aynı statüde, yani karar almadaki güçlerini koruyarak, tam üye olarak ayrı bir kategori oluşturabilirler.

Geçtiğimiz 10-11 Aralık AB Zirvesi, Türkiye’de ağırlıklı olarak Doğu Akdeniz krizi nedeniyle gündeme gelen yeni yaptırım olasılıkları bağlamında izlenmişti; ancak elbette ki Avrupa liderlerinin önünde bundan çok daha kritik konular vardı. Bu konuların içinde belki de en önemlisi, Macaristan ve Polonya’nın Birliğin 2021-2027, Çok Yıllı Mali Çerçevesi’nin ve Korona Kurtarma Fonu’nun onaylanarak üyelere dağıtılmasını engelleyen vetolarının nasıl aşılacağı meselesiydi.

Zirve sonunda bu ülkelerin istedikleri oldu: Yoğun müzakereler, Temmuz 2020’de bütçe ve Kurtarma Fonu üzerinde varılan anlaşmada zaten bağlayıcı hale getirilememiş olan hukukun üstünlüğü kriterinin, daha da yumuşatılmasıyla neticelendi. Her iki ülke vetolarını kaldırınca bütçe kabul edildi ve üye ekonomilere nefes aldıracak kredi ve hibelerin önü açıldı. Ancak bu uzlaşma aynı zamanda, birliğin son on yılına damgasını vuran çok boyutlu krizin en önemli boyutlarından biri olan değerler krizinin tüm şiddetiyle devam edeceğini de gösterdi.

Değerler krizi, Avrupa Birliği’nin siyasal kimliğini oluşturan insan onuru, eşitlik, özgürlük, adalet, temel hak ve özgürlüklerin korunması, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, ayırımcılık karşıtlığı, sekülarizm gibi temel demokratik değerlerde yaşanmakta olan gerileyişe referans veren bir kavram. Zirve kararları, bu değerlerde yaşanan gerileyişin Covid-19 kriziyle birlikte daha da derinleşeceğinin göstergesi oldu.

AB’nin değerler krizi, özellikle 2010’dan bu yana iki temel eğilimle açığa çıkmış olan bir kriz: Bu eğilimlerden birincisi Avrupa şüpheci, Birlik karşıtı, aşırı sağ, ırkçı ve popülist hareket ve partilerin Birlik çapındaki yükselişi, merkez siyaseti derinden etkilemeye ve merkez partileri de aşırı sağa doğru çekmeye başlamaları.

İkincisi ise özellikle Polonya, Macaristan, Slovakya, Romanya gibi üyelerde siyasal rejimlerin giderek otoriterleşmesi, anayasaların tek kişi iktidarlarınca adeta esir alınması, bu ülkelerde Birlik tarihinde görülmemiş ölçüde bir demokratik gerileyiş ve hukuk devleti erozyonu yaşanmaya başlanması. Korona Kurtarma Fonu müzakereleri sırasında, özellikle Komisyon Başkanı von der Leyen ve Angela Merkel
in AB değerlerinin erozyonuyla ilgili güçlü söylemleri, fon kapsamındaki hibelerin hukukun üstünlüğü koşuluna bağlanabileceği beklentisini oldukça yükseltmişti. Ancak Konsey Başkanı Michelin yürüttüğü müzakereler bunun o kadar kolay olmayacağını gösterdi.

Çok Yıllı Mali Çerçeve ve Kurtarma Fonu üzerindeki uzlaşma, ne yazık ki hukukun üstünlüğü ilkesi ciddi bir koşul olmaktan çıkarılarak sağlanabildi. Birlik içindeki demokratik gerileyişin durdurulabilmesi için bu değerlerin Birliğin işleyişinin temel çerçevesi olarak restore edilmesi fırsatı da kaçırılmış oldu. Ancak konu gündemde tutulmaya da devam edildi.

Örneğin
Ekim 2020de Birlik tarihinde ilk kez tüm üyeleri kapsayan bir Hukukun  Üstünlüğü Raporu yayınlandı. Rapor, hukukun üstünlüğü ilkesinin her üye ülkedeki durumu, dört alandaki uygulamalara ve gelişmelere bakılarak tespit etti: Adalet sistemi, yolsuzlukla mücadele çerçevesi, medyada çoğulculuk ve diğer kurumsal denge-kontrol mekanizmalarının durumu. Raporda en sert eleştiriler Polonya ve Macaristana yöneltilmekle birlikte, yolsuzluk, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüklerinin kısıtlanması konularında Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Malta, Romanya ve Slovakya için de ciddi eleştiriler yer aldı. Hatta Almanya ve Avusturya da, devlet reklamlarının özel medya kuruluşlarına tahsisine dair kuralların eksikliğinden ötürü eleştirildiler.

Kabul etmek gerekir ki, 10-11 Aralık Zirvesi kararlarında -bu ülkelerin veto tehdidine adeta boyun eğilerek- Kurtarma Fonu hibe ve kredilerinin dağıtımında hukukun üstünlüğü kriterinin daha da yumuşatılması, değerler krizi açısından büyük bir taviz oldu. Ancak daha da önemlisi, Orta ve Doğu Avrupa’lı üyelerde giderek hızlanan demokratik gerileyiş sorununun yakın zamanda çözülememesi ya da bu konuda etkin bir mekanizmanın oluşturulamaması, Birlik içinde şöyle bir tablonun ortaya çıkabileceğini de gösterdi: Önümüzdeki süreçte artık istikrarlı demokratik kurumlar, temel hak ve özgürlükler, azınlık hakları ve hukukun üstünlüğü kriterlerinde çok daha geri durumda olan bir grup ülke, bu siyasi kriterleri yaşama geçirmiş olan üyelerle aynı statüde, yani karar almadaki güçlerini koruyarak, tam üye olarak ayrı bir kategori oluşturabilirler. 

Diğer bir deyişle, Birliğin mevcut farklılaşmış entegrasyon yapısı içinde, Avro alanı üyesi olmayan ya da Schengen üyesi olamayan üyelerin yanısıra, bir de demokratik olmayan bir ülkeler grubu ortaya çıkabilir. Burada şöyle bir soru karşılaşıyoruz: AB içinde bir üyenin Schengen içinde olmaması ya da Avro alanında olmaması AB kimliğine aykırı bir durum değildir; daha çok o üyenin özgün koşulları, kendi tercihleri ya da Birlik kurumlarının o üyenin mevcut koşullarını nasıl değerlendirdikleri ile ilgili bir durumdur. Ancak bu otoriter ülkeler, yukarıda detaylandırılan Kopenhag siyasi kriterlerini yaşama geçirdikleri için üye olabilmişken, şimdi bu demokratik niteliklerini kaybetmişlerdir ve AB kimliğinin temeli olan bu değerlerden ciddi ölçüde uzaklaşmışlardır.

Dolayısıyla AB kimliğinden uzaklaşmış bu ülkelerin, AB’nin geleceğine dair kritik kararların alınacağı önümüzdeki on yılda tam üye olarak kalmaya devam etmeleri mümkün olabilir mi? Değerler krizinin kalıcı, kronik bir hal alması Birlik açısından sürdürülebilir mi? Bu soruların AB’nin geleceği tartışmalarının temel soruları olması önümüzdeki süreçte kaçınılmaz görünüyor.

Toparlamak gerekirse, AB Covid-19 krizine farklılaştırılmış bir bütünleşme (differentiated integration) yapısı ve çok boyutlu bir kriz içinde yakalanmıştı. Halen Birlik, 27 üye ülkenin Birlik politikalarına farklı düzeylerde entegre olduğu, bazı üyelerin diğerlerinden farklı sosyo-ekonomik koşullar ve bütünleşme tercihleri içinde bulunduğu bir yapıya sahip. Son on yılda bu farklılaşma yapısı içinde, siyasal rejimleri bakımından farklılaşmakta olan ancak daha da önemlisi AB kimliğinin dışına çıkmaya başlamış bir ülkeler grubu ortaya çıktı. Tekrar vurgulamak gerekirse, bu yeni farklılaşma, diğer farklılaşma biçimlerinde olduğu gibi Birlik düzeyinde alınan kararların ya da bazı üyelerin bilinçli tercih ve politikalarının sonucu değildir.

On yılı aşkın bir süredir devam eden küresel neoliberal krizin yarattığı liberal demokrasi krizinin, AB düzlemindeki yansıması olan bir değerler krizinin sonucudur. Birçok yorumcuya göre Birliğin Covid-19 krizinden mevcut farklılaştırılmış bütünleşme yapısının daha da sağlamlaştığı bir biçimde çıkması, yüksek bir olasılıktır. Birliğin merkezinde yer alan, daha fazla bütünleşmiş ve siyasal birliğe doğru gidebilecek ülkelerin kararları bu durumu netleştirecektir. Kısa vadede değerler krizinin ve hukukun üstünlüğü ilkesinde yaşanan yozlaşmanın AB içinde yeni ancak siyasal olarak yönetilmesi çok zor bir farklılaşmanın önünü açtığını görüyoruz. Diğer farklılaşma kriterlerinin aksine, bu farklılaşmanın AB’nin kimliğine dair olması ise, meseleyi çok daha karmaşık bir hale getiriyor.

 

Köşe Yazıları Haberleri