Annie Ernaux, kendi varlığını tanımak ve suskunluğu bozmak

Toplumsal gözetimin, cinsiyet rollerinin kadın bedeni üzerindeki etkisini düşünürsek benliğini bulma süreci kadınlar için oldukça zorlu hâle gelebilir.

Kişinin kendini bulma hikâyesinde, aile, sosyal çevre, okul, yaşadığı yer gibi çeşitli faktörler devreye girer. Doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız yerin kültürel ve yapısal özelliklerine göre biçim almaya başlarız ve aile kişinin kendi öyküsünü yazmaya başladığı ilk kurumdur. Sonrasında okulun, öğretmenlerin, arkadaşların olduğu başka bir çevreye katılırız ve yaşam yolculuğu devam eder. Bunların hepsi içinde bulunulan kurumlar, yaşanan yer, katıldığımız çevreler kişinin kendi benliğinin oluşmasında önemli etkenler olarak karşımıza çıkar.

Toplumsal gözetimin, cinsiyet rollerinin kadın bedeni üzerindeki etkisini düşünürsek benliğini bulma süreci kadınlar için oldukça zorlu hâle gelebilir. Hele ki yaşanan yer herkesin birbirini tanıdığı yani birincil ilişkilerin hâkim olduğu bir taşra mekânı özelliği gösteriyorsa, kız çocukları ve kadınların kendini keşfetme, bedeniyle, hazlarıyla, olduğu şey olarak var olabilme çabası sıkıntılı bir dönemin de habercisi olabilir.

"Boş Dolaplar”

Annie Ernaux’nun Siren İdemen çevirisiyle, Can Yayınları tarafından basılan, “Boş Dolaplar” adlı kitabı da yukarıda düşündüklerimiz üzerinden değerlendirilebilecek bir metin fikrimce. Ernaux’nun “Seneler”(2021), “Babamın Yeri”(2022), “Yalın Tutku” (2022) gibi başka metinlerinde de gördüğümüz kişisel izlek bu metinde de takip edilebiliyor. Ancak bu metinde yazar hikâyesini anlatmak için devreye Denise Lesur adlı karakteri sokuyor. Denise Lesur’un hikâyesi, yazarın bahsettiğimiz metinlerinden de aşina olduğumuz ailesinin hikâyesiyle kesiştiriliyor. Bir kafe-bakkal işleten ailenin yaşamı, buraya gelip gidenlerin anlatıya dâhil edilmesiyle dönemin Fransa’sında, taşrada olduğu sezilen mekânda, yaşamın nasıl olduğunu tahayyül etmemizi sağlıyor.

Ayrıca, Denise’in hikâyesi genç bir kadının kendini keşfetme çabasına okuru ortak ederken, dönemin sınıfsal farklılıkları, sosyal yaşamı, okul, aile gibi kurumların bireyin yaşamına etkileri, toplumsal cinsiyet normlarının bedeni tahakküm altına alan, arzuları denetleyen yanı gibi farklı meseleleri de gündeme getiriyor.

Mutlu Bir Çocuk: Denise

“Boş Dolaplar”ın öznesi Denise’in mutlu bir çocukluğu olduğu söylenebilir. Ailesinin işlettiği kafe-bakkal sayesinde, istediği şekere, bisküviye kolayca ulaşabildiği, kafeye gelen müşterilerle şakalaşan kendi ifadesiyle onlara “aklına eseni yapmasına izin verilen”, sıkılmaya pek vakit bulamadığı bir çocukluk dönemi olarak görülebilir onunki.

Onun mutlu çocukluğunun arasına sızan başka hikâyeler ise Ernaux’nun genel üslubunun yansıması olarak, sınıfsal farklılıkları, toplumsal yapıyı, değişen alışkanlıkları, insanlar arası ilişkileri açığa çıkararak, dönemi de düşünmemizi sağlıyor. Metinde anlatılan aile, sınıfsal olarak yaşadıkları yerde epey üstün ancak kafe-bakkala borç yazdıran müşterilerden de anlaşıldığı üzere bu yerde insanların hepsi mutlu mesut yaşamıyor. Özellikle, hafta sonları Denise’in annesiyle gittiği hayırseverlik ziyaretlerinden de çok zor şartlarda yaşayan yoksulların, hastaların hikâyesine dokunuyoruz. Böylece, Ernaux hikâye ettiği Denise’in yaşamından bahsederken, yine dönemini anlatısına sızdırmayı başarıyor.

“İki Ayrı Dünya”

“Boş Dolaplar”ın kahramanı Denise Lesur’un asıl hikâyesi mutlu çocukluk günlerini geride bırakmak zorunda kalacağı özel okula kaydıyla başlıyor. “İki ayrı dünya” olarak tanımladığı bu dönemde, kendisinin hem ekonomik hem de sosyal statü bakımından okuldaki diğer arkadaşlarından “farklı” olduğunun ayırdına varması, onun içinde derin bir çelişki oluşmasına, aile ortamından, kendisinden utanmasına, koşullarına öfkelenmesine ve bir hiç gibi hissetmesine neden oluyor. Ergenlikten genç kadın oluşa geçiş sürecinin tüm sıkıntılarını anlatıya yerleştiren Ernaux, bize böylece, genç bir kadının yaşamda kendi yerini belirlerken, başkasının gözündeki anlamının önemini hatırlatıyor.

Çünkü sosyal statü ve sınıfsal konum kişinin başkasının bakışındaki yerini tayin ederken önemli bir etken hâline gelebiliyor. Ne giydiğin, ne yediğin, konuşurken hangi kelimeleri kullandığın bile başka anlamları çağırıyor. Ki, Denise Lesur bunun getirilerini çok derinden hissediyor, kendisini değersiz, hiçleştirilmiş hissediyor, çocukluğunun ona “kraliçe” gibi hissettirdiği aile ortamı artık yok, okuldaki arkadaşları gibi değil ve bu “fark” okulda rahat hissetmemesine sebep oluyor, onun durumu şu cümlelerde ifadesini buluyor: “Keşke Denise Lesure olmasaydım, üstelik bu daha başlangıç. Bütün kızlar kendi kafasına göre yaşıyor, dinliyor, yazıyor, rahat rahat tuvalete gidiyor, bense onların dinleyişini, yazı yazışını, tuvalete gidişini seyrediyorum. Sınıfa girdiğim anda ufaldıkça ufalıyorum, hiç oluyorum…”

Bu durum ailesine, onların yaptıkları işe, yaşadığı çevreye, temsil ettikleri sınıfın özelliklerine karşı öfkelenmesine hatta nefret duymasına sebep oluyor çünkü içinde bulunduğu hâlden onları sorumlu tutuyor. Sınıfsal olarak üstte oldukları anlaşılan arkadaşlarının, giyim biçiminin, muhabbetlerinin ona yabancı olmasının, uydukları adabı muaşeret kurallarını bilmemesinin nedenini ailesine bağlıyor.

Tüm bunlara bakınca kendi sınıfının bilincinde olmayan, “burjuva özentisi” bir genç kız görmek ilk bakışta çok kolay olurdu. Ancak Ernaux’nun anlatısında ele aldığı ergenlikten kadınlığa geçiş süreci, tüm o öfke patlamaları ve bunun içine yerleşen sınıfsal ayrıcalıklar, konumlar, sosyal çevre gibi meseleler aslında bireyin varoluş sancısına dokunan, bunu yaparken de toplumsal kodların birey için önemini hatırlatan bir yan içeriyor. Ayrıca, çocukluğunun geçtiği yerde ve aile ortamında sahip olduğu sınıfsal ayrıcalığın kaybının da onun durumunda etkili olduğu söylenebilir. Yeni konumunun getirdiği “farklılığın”, daha doğrusu içinde bulunduğu çevrede öteki olarak kurulan varlığının sebebini kendinde aramaya başlıyor Denise, dışlanmış oluşunu kendinde bir “kusur” bir “günah” gibi tahayyül ediyor.

Başkasının gözündeki yeri, kendini varlığının dışına itmeye ondan utanmaya, ona öfkelenmeye dönüşüyor. “İki ayrı dünya” olarak tanımladığı aile ve okul yaşamı arasında sıkışan varoluşu onda benlik bölünmesine neden oluyor. Bir yandan bir dediğini iki etmeyen ailesine karşı duyduğu nefret ve öfkenin vicdan azabı diğer yandan ait hissedemediği, dışlanmış bir hiç olarak kendini gördüğü okul arasında, boşlukta bir genç kız anlatısıyla karşılaşıyoruz böylece.

Onun tüm bunlardan öğrendiği şey ise, “farklı olmayacaksın”. Bunu aşmanın yolunu derslerinde başarılı olmakta buluyor, okulda en yüksek notu almak onun için artık kendini gerçekleştirdiği, başkasının gözünde olduğu şeyin dışında varlık gösterebildiği, koruması gereken ayrıcalık olarak tahayyül ediliyor. Koruyamadığı sınıfsal konumundan gelen “farklı” olma hâlini, başka bir ayrıcalık şekli bularak çözmeye çalışıyor.

Bedenin Keşfi

“Boş Dolaplar”ın anlatısının bir kadının bedenini, hazlarını, cinselliği keşfettiği kısmında ise başka bir durumla karşılaşıyoruz. Burada, küçük bir yerde yaşayan genç bir kadının, toplumsal cinsiyet normlarıyla, aile kurumuyla yüzleşmesine ve varlığının farkına vararak, kendi gözündeki yerini belirleyerek, üzerine dikilmiş gözleri saf dışı bırakarak uyanışına tanık oluyoruz.

Denise’in cümleleriyle anlatırsak: “Elini sokuyor, aşağı iniyor. Hep yukarıdan aşağı doğru. Parmaklarının altında haz yoğunlaşıyor. Bir anlık şaşkınlık. O güne kadar meğer göğsüm hiçbir işe yaramıyormuş. Birden bedenimdeki binlerce noktanın zenginliğini hissediyorum ve henüz hepsinin keşfedilmediğinin farkındayım.” Çocukluğu boyunca kafasına işlenen “günah” imgeleri, annesi ve arkadaşlarının kendi aralarında konuşurken kulak misafiri olduğu “sürtük kadın” hikâyeleri, kilisede günah çıkarırken kendisine söylenen “yoldan çıkan günahkâr kız” imajı, hiçbiri onun hazlarını denetlemesini sağlamıyor. Denise artık utanmıyor, bedeniyle, keşfettiği arzularıyla kadın oluşuyla tanışıyor, kendi varlığını tanıyor.

Ve Ernaux Nobel Edebiyat Ödülünü Alır

Bu yazı üzerinde çalışırken Annie Ernaux’nun Nobel edebiyat ödülünü aldığı haberi geldi. Kendi okurluk deneyimimde ödül belirleyici bir yere sahip değil, bunu itiraf etmeliyim. Ancak bir yazar ödüllendirilecekse, onun yapıtları onurlandırılacaksa bunun Ernaux gibi bir yazar olmasına hiç itirazım yok.

Ernaux’nun ödüllendirilmesi neden önemli derseniz sadece bahsettiğimiz “Boş Dolaplar” kitabından vereceğimiz şu örneğe bile bakmak yeterli olur fikrimce. “Boş Dolaplar”da anlatılan kadın hikâyesi kürtajla sonlanıyor, kürtajın yasak olduğu bir dönemde genç bir kadının sıkıntısını, neler yaşadığını gösteriyor yazar ve kitabı bu konuyla açıyor, yaşadığını atlatmak için nereye sığınacağını bilemeyen anlatıcı şu cümleleri kuruyor:

“Ders programındaki yazarlardan birine çalışsam, Victor Hugo mesela ya da Péguy. Düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Hiçbirinde benimle yaşadığım şeyle ilgili tek kelime, şu an hissettiğim şeyi tarif edecek, bu berbat anları atlatmama yardımcı olacak tek satır yok.” İşte Ernaux’nun yaptığı şeylerden biri bu erkek egemen edebiyat ortamında, cümlesi eksik bırakılmış kadınların sorunlarını çekincesizce kendi benliğini ortaya koyarak yazmak.

Ayrıca, sonrasında kurduğu şu cümlelerde söylediği gibi, her şeyin bir hikâyesi, duası varken, kitapların dilsiz bıraktığı konularda metinler var etmek ve suskunluğu bozmak: “Doğumdan düğüne, ölüm döşeğine kadar her duruma dair mutlaka bir dua var; kaçak bir kürtajcıya giden yirmi yaşında bir kız hakkında, dönüşte yolda yürürken, kendini yatağa atarken aklından geçenler hakkında da bir tane olmalıydı. Tekrar tekrar okurdum onu. Kitaplar dilsiz bu konuda…”

Ernaux metinlerinde susturulmuş bir ağzı açarak ona bir dil veriyor, dişil bir dil. Bu metin üzerinden örneklesek de onun tüm metinlerinde bu çekincesiz, kendini ortaya koyarak yarattığı dilin izlerini sezebiliriz. Mesela “Yalın Tutku”da yasak aşk hikâyesini anlatırken, haz almanın, tüm bedeninde aşkı hissetmenin sadece erkekler için olmadığını savunması da, cinselliği tabu olmaktan çıkarması da bunu göstermiyor muydu?

Kısacası, Ernaux’nun kendisiyle iç içe geçmiş tüm metinleri, onurlandırılmayı hak ediyor çünkü o yıkıcı bir yazar, varlığını dâhil ettiği anlatısıyla, sessizliğe mahkûm edilmiş hikâyeleri cesurca anlatıp kadınları yalnız hissettirmemesiyle de.

Köşe Yazıları Haberleri