Türkiye’de cezaevi koşulları daha çok, Yeşilçam filmlerinde yer alan sahne/sekansları ile bilinir. O nedenle mahkumları, şantiyelerde inşaat işçilerinin kaldığı odalar gibi, onları ranzalı koğuşlarda volta atan halleriyle hatırlarız.. Bazen aralarında kavga çıksa da, genel olarak cezaevi yaşamının büyük uyumu içinde geçer günleri. Kimi saz çalar, biri tepside çay dağıtır, diğeri ranzasında uzanmış gazete okumaktadır. Erkek başrol oyuncusun cezaevinde düştüğü her filmde tekrarlanan bu, izleyicide ‘bir cezaevi gerçeği’ algısı oluşturur.
18 yıl hapis hükümlüsü Mücella Yapıcı’nın kelepçeleri çıkartılmadan dişinin çekilmiş olması, bu anlamda biraz şaşırtıcı oldu. Bu nedenle, uygulamanın tüm mahpusların maruz kaldığı olağan bir durum olarak değil de, Yapıcı’ya karşı uygulanan özel bir muamele olduğu düşünülmüş olabilir.
Oysa ‘kelepçeli muayene yapılma’ geleneği, bizim cezaevi literatürü içinde hiç de yeni bir bilgi değildir.
KELEPÇELİ MUAYENE
İstanbul Tabip Odası taa 2014 yılında yaptığı basın açıklamasında, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin birçoğunun kelepçe ile muayene edildiğini, oysa uluslararası katılımlı İstanbul Protokolü’ne göre kelepçeli muayenenin kabul edilemeyeceği, dile getirilmişti.
Açıklamada adı geçen İstanbul Protokolü, şu bizim meşhur ‘İstanbul Sözleşmesi’ ile karıştırılmasın. Protokol denilen, 1999 yılında Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen, işkence ve insanlık dışı muamelelerle ilgili el kılavuzundan ibaret, yani herhangi bir yaptırım gücü yok.
Ama, Jandarma Genel Komutanlığı’nın bu konuda kapı gibi bir yönergesi var. Adı ve içeriği şöyle: Cezaevlerinin Dış Koruması Sevk ve Nakil Hizmetleri Yönergesi "Kelepçeler ölüm, yaralanma, kalp krizi, ağır hastalık gibi zaruri haller dışında kesinlikle açılamaz" ve "zorunlu ihtiyaçları birer birer ve hiçbir şekilde kelepçeleri açılmaksızın gerekli tedbirleri alındıktan sonra giderilir" ifadeleri yer almaktadır.
Hele bir uygulanmasın da, görelim.
Anlayacağınız bizim, mahpusların hekim muayenesi sırasında kelepçelerinin çıkarılmasını zorunlu hale getiren, henüz resmi bir düzenlememiz yok.
Öyle ki, 2009 yılında Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı, ceza infaz kurumlarındaki sağlık hizmetlerinin “ Birleşmiş Milletler Minimum Standartlarında” yürütülmesi için aralarında protokol düzenlemişler, ama içinde kelepçenin adı bile geçmemiş.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ise, kelepçe konusundaki son kararı, hapishane idarelerine bırakmış durumda, başka ne diyeyim.
Pratikte hal böyle olunca da, Ceza İnfaz Kanunu’nda kelepçenin en üst amirinin emriyle kullanılabileceği, açık ve net olarak yer alabiliyor.
MÜCELLA YAPICI’NIN YAŞADIKLARI
Mücella Yapıcı, kelepçeli olarak muayene olma sürecinde yaşadıklarını, mizahi bir dille Birgün gazetesinde yazdı:
“ … askeri nizamda tek sıra olarak hastane bahçesinde ve içinde silahlı jandarmalar eşliğinde dolaşmaya başladık. Bir ara gülmem geldi… Ardından ellerimizde kelepçeler yine jandarmalar ve infaz görevlisi eşliğinde muayene mekânlarına ulaşıyor ve hekimlerimize kavuşuyoruz… Jandarmalar ve infaz memuru eşliğinde doktorun karşısına dikildim… benim bildiğim kalp hastalıkları uzmanları önce sizin odaya girişinize, renginize ruhsarınıza bakarak teşhise başlarlar.. “Git paravanın ardında göğsünü aç!” dedi. Ben kelepçelere itiraz ettim. ‘‘Böyle mi eko çekeceksiniz, deontoloji ilke, milke’’ dedim ama, jandarma “ne zaman çıkaracağımızı biz biliriz, sen karışma!“ diyerek beni tersledi. Ben paravanın ardında hazırlanırken jandarma kaçacağımdan çok korkmuş olacak ki paravanın arkasına bakarak beni kontrol etmeye kalktı. “Ne yapıyorsun evladım? Olur mu böyle şey?” derken, hekim geldi, “ben kelepçeyi görmedim” dedi. Haklı tabii onca süre bir kez dahi yüzüme bakmadı”
Bir filmden sahnesini anlatır gibi yapılan bu aktarım, bana Can Yücel’in bir şiirini hatırlattı:
AYIŞIĞI
Bileklerimizi morartmış yeni alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda prensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz…
Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
Mücella Yapıcı’nın yazısında ben en çok, “ Ben kelepçeyi görmedim” diyen doktorun, yalan söyleme ihtiyacı duymasına üzüldüm.
YA İSTANBUL PROTOKOLÜ DE OLMASAYDI
Kısacası hasta mahkumun kelepçesi kollarında bağlıyken muayene edilmesi, insan hakları mevzuatı içerisinde “ işkence ve kötü muamele” olarak tanımlanıyor, ama hepsi o kadar, bizim resmi mevzuatımıza yansıyan bir şey yok.
Yukarıda, ‘İstanbul Protokolü’ne, biraz haksızlık yaptım galiba. Protokol, Ankara Tabipler Odası tarafından, rehber kitap halinde yayınlanarak tüm hekimlerin uyması gereken zorunluluk haline getirilmiş. İstanbul Protokolü adını alması da, buradan geliyor zaten.
Rehberde şöyle denilmiş: Hekim, tabi olduğu etik ve deontolojik ilkelere rağmen kimi zaman tutuklu/hükümlü bireylerin muayenesinde yeterli bilgi ve deneyime sahip değildir. Hekim, bu bilgi ve deneyim eksikliği nedeniyle, bazı durumlarda da kolluk kuvvetlerinin etkisi altında kalarak hem hak ihlallerine hem de hukuki ve etik ihlallere neden olabilmektedir. Oysa tutuklu/hükümlü birey de hekimin hastasıdır ve güvene dayalı hasta/hekim ilişkisinin kurulması sağlık hakkına erişimde ilk adımdır.”
Gerçekten de hekimlerin, İstanbul Protokolüne uymamaları, disiplin soruşturması geçirmeleri için ciddi bir neden oluyor. Oda yetkilileri, muayene sırasında mahpusun kelepçesinin çıkarılması konusunda pasif kalan hekimlere yönelik olarak ciddi şikayet aldıklarını ve yapılan soruşturmalar sonunda disiplin cezası vermek zorunda kaldıklarını söylüyorlar.
MAHPUSHANE YAZARI
Hasta tutuklu ve hükümlü mahkumların hasta olduklarında yaşadıkları sorunları daha önce de bu köşede dile getirmiştim.
Ceza İnfaz Sistemi Sivil Toplum Derneği’nin (CİSST) bu konuda yaptığı çalışmalardan etkilenmemek mümkün değildi.
Bu yazıyla birlikte adım artık, ‘Mahpushane Yazarı’ olarak anılmaya başlayabilir, olsun.
Benim yaptığım, sadece cezaevleri konusuna az da olsa değinmiş olmak. Cezaevlerinde süren yaşam ise başlı başına bir gayya kuyusu, üzerine eğilip aşağı bakmak bile insanın başını döndürtmeye yetebilir.
Hele, Berivan Korkut tarafından yazılmış “ Türkiye’de Hasta Mahpus Olmak” diye bir kitap var. Okurken, zaman/mekan gerçeğinden kopmaya başladığınız fark ettiğiniz de “ Neredeyim ben? Burası neresi?” diyerek etrafınıza bakınmaya başlayabilirsiniz.
***
Sonuç olarak Türkiye’de yaşamak zor, ama mahpusların cezaevlerinde yaşadıkları Türkiye gerçeğinin çok ötesinde, distopya kurgusu içinde geçen bir bilimkurgu filmi gibi, sinemadan çıktıktan sonra bile etkisi devam ediyor.