Yurt dışındaki olaylar yurt içindeki insanları, yurt içinde olanlar da dünyayı etkiler. Sadece askeri alanda değil, diplomasi ve uluslararası ilişkiler konusunda da derin bir bilgi ve birikime sahip Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" sözleri bu durumu ne kadar iyi kavradığını göstermekle kalmamış, aynı zamanda bu anlayışı halkına ve tüm dünyaya da anlatmak için kullandığı en veciz ifade olarak dünya diplomasi tarihinde yer bulmuştur.
Dış politika ile iç politika genellikle derinden bağlıdır. İç ve dış politika arasında net bir çizgi çizmek bazen imkansız denecek kadar zordur. Bu iki politika alanı arasındaki yakın ilişki, politika yapıcıların dış ilişkilerle ilgili kararları eleştirel bir gözle değerlendirirken, bu kararların iç meseleler üzerindeki etkilerini de göz önünde bulundurmalarını gerekli, hatta bazen kaçınılmaz kılar. Bunun tersi de geçerlidir.
Hal böyle olsa da, bazen iç politika ihtiyaçları dış politikayı abartılı hatta olduğundan daha farklı şekilde anlatmayı ve bu farklı anlatımla iç politika alanında bazı kazanımlar elde etmeyi amaçlayan yöneticiler tarafından bir araç olarak kullanılabilir. Bu davranışa "dış politikanın iç politika uğruna araçsallaştırılması" diyoruz. Ne yazık ki, bu tür araçsallaştırma her ülkede değişik yönetimler tarafından değişik zamanlarda kullanılmıştır, halen de kullanılmaktadır.
İsrail 7 Ekim 2023 tarihinde bir terör saldırısına uğradı. Bu saldırı sonucunda 1200 vatandaşını kaybetti, bir çok vatandaşı da saldırıyı gerçekleştirenler tarafından rehin alındı. İsrail devleti için bu şekilde bir saldırıya uğramak yönetimin istihbarat bakımından çok ciddi bir zaafiyeti olduğunu gösteriyordu. Ardından başlayan İsrail-Hamas savaşı ise İsrail'in prestij ve imajını kurtarmaya yönelik bir katliama dönüştü. Gazze'de 41 bin insan hayatını kaybetti, bunların 16 bini çocuk.
İsrail yıllardır varlığını korumak ve buna karşı gelen unsurlarla mücadele etmek üzerine kurgulanmış bir güvenlik sistemi ile yaşamaktadır. İran'ı, güvenliğini en çok tehdit eden devlet olarak görür ve İran'ın vekilleri olarak bilinen Hamas, Hizbullah, Hutsiler gibi örgütlerle olduğu gibi Irak ve Suriye'de yerleşik çeşitli diğer İran vekili unsurlarla da bu mücadelesini sürdürür. Bu şekilde güvenlik tehdidi algısı içinde yaşayan bir devletin bu tehdide karşı mücadele etmesinin meşru olmadığını savunmak zordur. Benzer bir mücadeleyi Türkiye de güney sınırlarında Irak ve Suriye'de konuşlanmış PKK ve YPG gibi unsurlara karşı sürdürmektedir.
İsrail, Gazze'deki katliamı, yine terörle mücadele adı altında bu defa Hizbullah örgütüne doğru yöneltmiş ve Lübnan'ı da kana boyamıştır. Uluslararası sistem İsrail'in kendi güvenliğini sağlamak maksadıyla sürdürdüğü katliamları, sivil can kayıplarını durduramamaktadır.
İsrail için bu "güvenlik sağlama operasyonları" adı altında sürdürülen ve on binlerce masum insanın canına mal olan savaş aslında bir güvenlik ve dış politika konusu gibi görünüyorsa da, Başbakan Netanyahu'nun ülkedeki önemli iç politika meselelerini unutturmak amacıyla bu savaşı araçsallaştırdığı, durmasını istemediği, durduğu takdirde ülkedeki hukuk sisteminin kendisi hakkında askıda duran bir çok davayı yeniden canlandıracağı endişesini taşıdığı, bizzat İsrail kaynakları tarafından dile getirilmektedir. Bu görüş dikkate alındığında, İsrail'in Gazze ve Lübnan'da Hamas ve Hizbullah'a karşı sürdürdüğü savaş bir amaç yerine bir araç haline dönüşmektedir.
Türkiye'de ise son günlerde İsrail'in savaşının bir araç olmadığı, aslında geniş bir amacı olduğu şeklindeki tartışmalar gündemin en üst sırasına yerleşti. Buna göre, İsrail'in asıl amacının ve hedefinin Anadolu toprakları, dolayısıyla Türkiye olduğu ileri sürüldü. Bu iddiayı dile getiren çevrelerden ne İsrail'in Türkiye'den nasıl bir tehdit algısı içinde olduğu duyuldu, ne İsrail'in Türkiye'ye saldırmak istemesinin gerekçeleri anlatıldı, ne de İsrail'in Türkiye'ye nasıl saldıracağı tarif edildi. Netanyahu'nun, kendi vatandaşları tarafından dahi savaşı iç siyasi nedenlerle araçsallaştırdığı ve yaydığı söylenirken, Türkiye'de Netanyahu'nun savaşının "amacı" yaratıldı ve bu amaç Türkiye olarak gösterildi. Hal böyle olunca, Türkiye'de bu görüşü savunanların da aslında İsrail'in savaşını araçsallaştırdıkları kanaati yayılmaya başladı.
Ana muhalefet partisinin TBMM'yi bu konuyu ele almak üzere bir olağanüstü toplantıya çağırması işte bu "araçsallaştırma"nın sorgulanması ve gerçeğin ne olduğunun anlaşılmasına yönelikti. Bu sonucun elde edilmesi şeffaf, açık ve kamuoyunun önünde gerçekleşen bir TBMM oturumu ile mümkün olabilirdi. Böyle bir oturum, İsrail'in Türkiye'ye neden saldıracağının, Türkiye'den nasıl bir tehdit algıladığının, Türkiye'ye saldırmak için nasıl bir plan ve strateji kurguladığının bu iddiayı ortaya atanlar tarafından anlatılmasına imkan tanıyacaktı. Ne var ki, TBMM oturumunun "kapalı" yapılması teklifinde bulunmakla, muhalefet kamuoyunu bu şekilde bir bilgilenme hakkından mahrum etti.
8 Ekim tarihindeki TBMM oturumunda ne konuşulduğu, kimin hangi açıklamalarda bulunduğu, karşı görüşleri kimlerin dile getirdiği, karşı görüş dile getirenlerin İsrail tehdidini ileri süren görüşleri ne şekilde sonuçsuz bırakmaya çalıştıkları en az 10 yıl boyunca gizli kalacak. İsrail'in Türkiye'ye saldıracağı iddiasında bulunan çevreler bu iddialarını kullanmaya devam edecekler, aksini iddia edenler de bunun doğru olmadığını dile getirecekler, ama kimse kapalı oturumda neler konuşulduğunu açıklayamayacak. Önümüzdeki 10 yıl da "Acaba İsrail ne zaman, neden ve nasıl Türkiye'ye saldıracak?" sorusunun sanal gölgesi altında geçecek. Ne hazin bir tesadüftür ki, dış politikanın iç politika için araçsallaştırılması konunun iki aktörü için de geçerli olmaya devam edecek.