7 Ekim 2023 tarihinde Hamas'ın İsrail'e karşı düzenlediği terör saldırısından sonra Ortadoğu'da önü alınamaz bir tırmanma devam ediyor. İsrail, "meşru müdafaa hakkı"nı kullandığını ileri sürerek Gazze'ye başlattığı orantısız (amansız) mukabelede 40.000 kadın, çocuk, sivil insanı yok etti. On aydır devam eden Gazze savaşı çeşitli girişimlere ve ateşkes sağlanması çabalarına rağmen bir türlü durdurulamıyor.
Bu savaşta taraflar İsrail ve Hamas gibi gözüküyor. Ama arka planda asıl mücadele İsrail-Filistin mücadelesidir. Çözümün iki devletli olduğu yönünde neredeyse herkes mutabık iken, artık İsrail iki devletli çözüme kapıları kapatmıştır. Öyle bir çözüm, İsrail her ne kadar istemese de, 7 Ekim öncesi daha mümkün gözüküyordu. Şimdi İsrail bir yandan Gazze'de savaşı sürdürürken, bir yandan da Batı Şeira'da baskısını artırıyor. Iki devletli çözüm artık, bir daha düşünülmemek üzere, İsrail için gündemden çıktı.
Büyük planda ise Ortadoğu sorunu İsrail/ABD-İran çatışmasına doğru evrilmektedir. Dolayısıyla savaş, bugün için Gazze'de veya biraz daha bölgesel düzeyde Lübnan'daki İran vekili Hizbullah ile İsrail arasında gibi görünse de (Yemen'deki Husiler de kendilerini göstermeye çalışıyorlar), yavaş yavaş dar bölgesellikten geniş bölgeselliğe doğru evrilmeye başlamıştır. Bu yönlenme yeni değil, zira İsrail'in asıl hedefi her zaman İsrail devletinin varlığını kabul etmeyen İran olmuştur. Bu hedefinde ABD'nin desteğini aldığından kuşku duymayan İsrail, İbrahim Anlaşmaları ile bazı Arap ülkelerinin de desteğini sağlamaya çalışmış, bunda da olabildiğince başarılı olmuştur. Hamas'ın 7 Ekim saldırısı bu gelişmeyi askıya almışsa da, özünde İbrahim Anlaşmaları'nın İran'a karşı daha geniş bir ittifak oluşturma hedefini güttüğü ve bunun henüz tam anlamıyla bozulmadığı anlaşılıyor. Zira Suudi Arabistan, İran'ın İsrail'e bir misilleme saldırısı başlatması halinde kendi hava sahasından geçebilecek İran füzelerini vuracağını açıkladı.
Peki, savaşta böyle bir geniş bölgeselleşmeye ne kadar yakınız? Temmuz ayından itibaren yaşanan gelişmelere bakılırsa, adım adım ilerliyoruz. Açılış, İsrail Başbakanı Netanyahu'nun ABD Kongresinde yaptığı konuşma ile başladı. Tarih ileride Netanyahu'yu nasıl yazacak bilemeyiz, ama en azından "ABD Kongresinde en çok konuşan yabancı devlet yetkilisi" sıfatının unutulmayacağı kesin. Bu konuda Winston Churchill'in bile önüne geçtiğine göre, Netanyahu bu alanda bir rekor sahibi (Churchill üç kez konuşmuştu, Netanyahu dördüncü konuşmasını yaptı). Netanyahu'nun konuşması ABD Kongresinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Katılımın çok yüksek olmadığı, Demokratların pek rağbet göstermediği gibi söylentiler olsa da, görüntülerin yarattığı algı Netanyahu açısından hem iç hem dış politika bakımından başarılı olmuştur.
Netanyahu ABD ziyaretinde zaten bu algıyı oluşturmak dışında bir hedef gütmüyordu. Asıl amacı da, hem içeride hem dış politika bakımından zaman kazanmaktı. Knesset tatile girmeden önce oluşan bu algının, yaz döneminde İsrail'de Netanyahu'ya karşı kimi siyasi çevrelerin herhangi bir olumsuz girişimde bulunmalarını engellediği söylenebilir. Böylece, en azından 5 Kasım tarihindeki ABD seçimlerine kadar Netanyahu iç dengeleri kontrol altında tutabilecektir.
ABD seçimlerine kadar sahada da bazı pürüzlerin ortadan kalkması, seçimlerden sonra yeni ABD başkanı ile Netanyahu'nun yeni yol haritasını görüşmeleri için İsrail'in lehine bir durum yaratacaktır. İşte burada da Hamas'ın siyasi lideri Haniye'nin ortadan kaldırılması yeni dinamikleri harekete geçirdi. Suikastın Tahran'da gerçekleştirilmesi ile İsrail İran'ı ciddi şekilde tahrik etti ve sahaya çekmek için çok büyük bir hamle yaptı. Şimdi top İran'ın sahasında.
İran, Nisan ayındaki gibi sıradan bir misilleme ile kalarak İsrail'in tahrikine uymamayı denemek istese bile, bu defa kendini bu şekilde sınırlamakla yandaşlarını tatmin edemeyecektir. Misilleme geciktikçe, Lübnan'da Hizbullah'ın asabı bozuluyor. Israil'in İran ile doğrudan bir çatışmaya girmek yerine önceliği Lübnan'da Hizbullah'a karşı yapacağı bir saldırıya verdiği söylentileri de Hizbullah'ın gerginliğini artırıyor. Iran da İsrail ile doğrudan bir karşılaşmayı tercih etmiyor ama çevredeki (Lübnan, Suriye, Irak, Yemen) bütün dengeleri düşünerek hareket etmesi gerektiğinin farkında. Bu arka plana bakınca, Ortadoğu'da daha geniş bir bölgesel savaşa epey yaklaştığımız sonucuna varabiliriz.
Türkiye Ortadoğu'da, İsrail-Filistin çatışmasında, Gazze'de ne gibi bir politika izliyor sorusu, bütün bu arka plan açısından bakıldığında, doğrusu açıklayıcı bir cevap bulamıyor. "İsrail'e gireriz" demekle, "üçüncü dünya savaşına hazırız" demekle, sabah akşam bir yandan İsrail'e ve Netanyahu'ya, bir yandan da "siyaset yapma" kısvesi altında Türkiye'de yaşayan vatandaşlara hakaret etmekle politika yapılmaz. Buna hamaset rantı demek daha uygun olur.
Esasen, AKP iktidarı döneminde Türkiye Ortadoğu'da gerçek bir kolaylaştırıcı ve/veya arabulucu alma vasfını çoktan kaybetti. Biraz tarih efendiler, biraz tarih! Atatürk'ün dış politikası ya da Lozan zaferi gibi tarihin en önemli sayfalarını unutturmaya çalışıyor olabilirsiniz ama 20. yüzyılın son on yılında Türkiye'nin izlediği Ortadoğu politikasının da mı hafızalarınızda izi kalmadı? O zamanlar izlenen politika hem Arap ülkelerini, hem israil'i kucaklayan, taraf tutmayan, böylelikle de Ortadoğu'da Türkiye'yi en önemli aktör haline getiren bir çizgideydi. Bugün, Filistinliler dahi Türkiye'nin izlediği İsrail aleyhtarı politikanın kendilerine fayda değil zarar verdiğini ifade ediyorlar. Bu muydu "Ortadoğu'da sorunlar Türkiye olmadan çözülmez" sloganıyla hedeflenen?
Dünya ve bölgemiz hızla geniş bir bölgesel savaşa doğru yaklaşırken, bu savaşın dışında kalmak yerine göbeğinde yer almak için atılan her türlü adım, kullanılan her söylem Türkiye'yi geri dönülmeyecek ve içinden çıkılmayacak bir felakete sürükleyecektir. Cumhuriyetin yüz yılına bakıldığında, böyle felaketlerden uzak durmanın ne kadar akil ve sağlıklı bir davranış olduğu tarih kitaplarındaki asil sayfalarda mevcuttur.