Sağı konuştuk. En yeni sola baktık. Şimdi Türkiye’de kendini solda gören “geleneksel” akımlara bakmak gerek zira bu geleneksellik bir meşruiyet sağlıyor. Beğensek de beğenmesek de söz konusu sollar Türkiye’de yelpazenin önemli bir alanı kaplıyorlar. İlk incelediğimiz “yeni sol” gibi değil bunlar. Kemikleşmiş. Hem oy verenleri var hem militanları. Hem ideologları var hem de günlük hayatta inananları. O yüzden elimizin tersiyle itilemeyecek kadar değerliler.
CHP sol mu? (Evet)
İkinci sol, Türkiye’ye özgü bir “sol”. Ulusalcı denebilecek, aslında ulusalcılığın yanında laikçi olarak da nitelendirilecek bir siyasi duruş. Kendisini sol olarak tanımlayan ve sağ partiler tarafından da sol olarak görülen bir siyasi akım. Elbette CHP bu akımın başat örgütü ama TKP’den İP’ye az ya da çok ulusalcı, az ya da çok laikçi birçok versiyonu var.
Üst-orta sınıf olarak nitelendirilebilecek bir grup özellikle CHP’ye kendini yakın görüyor zira Türkiye toplumunun iki temel (ve zayıf) noktasında rejimin tehlikede olduğunu düşünüyorlar: elbette bunlar dinsel ve etnik kimlikler. Bu grup genelde dinsel davranışların özgürleşmesine kuşkuyla baktı. Zira bu özgürlükleri insan hakları açısından değil rejimin bekası açısından ele aldılar. Özellikle başörtüsü konusundaki direnç son derece basit bir şekilde halledilebilecek bu konuyu bir sembol, siyasi bir manipülasyon objesi haline getirdi. Gelinen noktada başörtüsü normalleşti mi? Bilmiyorum. Ekrem İmamoğlu’nun çevresinde (sol mudur bu çevre?) normalleşmiş gibi görünüyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun çevresinde o kadar normalleşmemiş ki yasayla güvence altına alalım atağı yapma ihtiyacını duydu. İkna etmenin gerekli olduğunu düşündü.
Ama çevrenize bakın. CHP’ye taş olsa oy verecek (Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verdiler…) ama başörtüsüne hala şüpheyle bakan ve kendimi solda gören akrabalarınız, tanıdıklarınız var. Öyle değil mi? Ya siz?
İkinci konu elbette Kürt meselesi. Üst-orta sınıf bu meseleye de toprak bütünlüğü çerçevesinden baktı. Uzun süre sorunun gerçekliğini görmek/göstermek istemedi ve bir güvenlik meselesine indirgedi. Dolayısıyla ulusalcı sol AKP’ye genetik olarak karşı olmalıydı zira AKP hem toplumu dinselleştiriyor hem de başlarda Kürtlerle barış yapmaya yelteniyordu. Bu iki konuda özgürlükçü sol AKP’ye şartlı bir destek verdiğinden CHP’nin temsil ettiği “sol” ile beraber hareket etmedi.
Cumhuriyet tarihi boyunca ulusalcıların sırtlarını dayadığı iki kurum oldu. Birincisi ordu, ki AKP döneminde özgürlükçü solun da desteği ile siyasetten tecrit edildi ve gittikçe İslamlaştı. Ergenekon ve Balyoz davaları ulusalcı solun AKP karşıtlığını katladı. İkincisi ise bürokrasiydi fakat bu da 20 yıllık iktidarın sonunda son derece hızlı bir kadrolaşma ile AKP taraftarı bir hale geldi. Böylece ulusalcı sol iktidarı süresiz kaybettiği hissine kapıldı. Muhafazakârları ve Kürtleri alt sınıf olarak algıladığından birincisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik iktidarı eline geçirmesini sindiremedi; ikincisinin kendisiyle eşitlenme ihtimalini kabullenemedi.
Böylece Gezi Parkı direnişi yukarıdaki iki konuda memnuniyetsizliği ifade etmek için bir fırsat olmuştu. Anlaşılacağı gibi, ulusalcı solun memnuniyetsizlik ve AKP karşıtlığı konuları özgürlükçü sol ile aynı değildi ancak CHP’nin Kadıköy mitingini iptal edip kitleleri Taksim’e çağırması, TKP’nin ve İP’nin özellikle üniversitelerdeki nispeten güçlü örgütleri aracılığı ile Taksim’i bir megafon gibi kullanması hareketi güçlendirdi. İlginç bir şekilde Türk bayrakları ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” söylemi meydana girmiş oldu. Bu durum iki sonuç doğurdu. Birincisi bu “yeni” söylem örgütlü olarak Kürtleri meydandan uzak tuttu, bireysel olarak harekete katılanlar olduysa da, “Amed’den Gezi’ye direnişe destek” yürüyüşü olduysa da 2013 hareketi Diyarbakır’ı ayağa kaldırmadı. Kaldırsaydı ne olurdu? Eğerlerle tarih yazılmaz ama belli ki Kürt siyasal hareketi Gezi’yi örgütsel olarak destekleseydi işler farklı bir boyuta ulaşırdı. Belki de AKP’nin son on yıllık paranoyası buradan geliyor.
İkinci sonuç yukarıda zikredilen iki solun ilk defa –farklı sebeplerden de olsa- omuz omuza polis şiddetine ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yaralayıcı diline karşı durmaları oldu. Gençler, Mustafa Kemal’in askerleriyiz gibi küf kokan sloganı hemen allayıp pullayıp “Mustafa Keser’in askerleriyiz”e çevirdiler ve böylece hareketin ulusalcılaşmasına fırsat vermediler. 29 Haziran’daki Lice olaylarından sonra Lice için yürüdüler ve direnişin barış sürecini engelleyen bir bahane olmasını reddettiler. 2013 Haziranı ayı boyunca bu iki grup birbirlerine dokundular, etkileşime girdiler. TKP’lilerden “aslında biz Kürtlere de eşcinsellere de karşı değiliz” söylemi duyulabilirken, Göztepe Parkı’ndaki forumda CHP’li emekli öğretmenler Atatürk ilkelerinden bahsettikten sonra Roboski için bir dakikalık sessizlik eylemine katıldılar, Yoğurtçu Parkı forumunda “halkların kardeşliği” sloganları atılabildi.
Benim hiçbir şüphem yok. Gezi CHP’yi dönüştürdü. Beklediğimden daha az dönüştürdü ama dönüştürdü. CHP Gezi ile Sosyal Demokrat bir siyasal parti olmadı belki ama 2013-2023 CHP’si bir çok konuda (her konuda değil) 2003-2013 CHP’sinden daha solda.
Radikal sol radikal mi? (Evet)
2013’te Taksim’e 3 Haziran’dan sonra çıkan bir başka “sol” daha var. En zor anlaşılanı, en yaralısı, en bölünmüşü, ismi en zor konulanı. Radikal sol, devrimci sol, “aşırı” sol nitelemeleri nereden baktığınıza göre değişir. Bu sol gerçekten de Türkiye tarihinde en ezilmiş, hapishaneleri, işkenceleri, sürgünleri tatmış bir sol. Özellikle bölüne bölüne ufacıklaşmış, fraksiyonların birbirlerinden düşman gibi söz ettikleri bir sol. O yüzden de çok bilenmiş ve bazı fraksiyonları şiddete yatkın. CHP’nin elitistliğinden, özgürlükçü solun naifliğinden uzak. Kimisi samimi olarak “devrim” olabileceğine inanarak meydanlara çıktı ve gerektiğinde şiddet kullanılabileceğini gösterdi. Ancak bu sol(lar) diğer ikisinin içinde eridi. Özellikle Çarşı grubunun etkinliği söylemleri yumuşattı, “vandalizm” (bu terime sinir oluyorum) son derece marjinal kaldı. Buna rağmen bu grupların varlığı AKP iktidarına bahane verdi. Açıkçası Taksim komününde herkes kendi işine geleni gördü. Özgürlükçü solun barış ve çevre söylemini öne çıkaranlar olduğu gibi ulusalcı solun Kemalist söylemini ya da radikal solun “yasadışılığını” korkuluk gibi kullananlar da vardı.
Son tahlilde on sene önce bu üç kategori bir ay boyunca önce Taksim’de, sonra forumlarda, yürüyüşlerde ve sosyal medyada etkileşime girdi. On senedir yaydıkları korku tükenmedi. Elinde iktidar kırıntısı olan herkes altına işedi ve “Gezi” dendiğinde işemeye de devam ediyor.
Genç kentsoylular tarafından hiç bilinmeyen Halk TV ya da özgürlükçü solcular tarafından alay edilen Ulusal Kanal keşfedildi. Twitter ve Facebook’ta herkes herkesin resim ve videolarını paylaştı, Facebook listesinden isminin önüne TC koyanlar “çapulcu” olarak değiştirdiler ya da ikisini beraber kullandılar. Şimdi baktım, bu satırların yazıldığı Aralık 2022’de Twitter’da yüzlerce çapulcu, yüzlerce T.C. ve yüzlerce ikisinin kombinasyonu var.
Arkadaş listelerinden milliyetçi ve Kürtlerle barışa karşı olduklarını düşündükleri TC’lileri çıkaranlar “TC Çapulcuları” tekrar eklediler, Sol gazetesinin tirajı 25.000’i buldu, İbrahim Kaypakkaya posterini taşıyanlar eşcinsellerden dayanışma gördü vs. Yani 1980 darbesinden beri görülmeyen bir ortak paydada buluştular. Özgürlükçü sol otoriter söyleme karşı, Kemalist sol dinciliğe karşı, devrimci sol AKP kapitalizmine karşı iken gelinen noktada herkes her şeye karşı hale geldi. Herkes Çarşılaştı... (“Çarşı her şeye karşı!”).
Alternatif doğar mı? (Evet)
3 yazının da başlığındaki ki sorumuza geri dönelim.
Bu memnuniyetsizler koalisyonundan bir alternatif doğdu mu? Demokratik sol, iktidarı popülist sağdan almak üzere mi? Benim cevabım evet. Anlatayım.
Açıkçası 10 yıllık hareketten bir çatı partisi, bir lider ya da bir seçim zaferi çıkabileceğini umanlar yanıldılar. Gezi direnişi otoriter sisteme hükmetmek için değil sistemi dönüştürmek için yapılmaktaydı. Bütün bu memnuniyetsizliklerin arasında en çok öne çıkan konu, bireylerin kendi hayatlarına etki edebilme istekleriydi. Ulusal siyasette hükmetmekten çok mikro düzeyde sorumluluk almak istiyordu bu nesil. Ve artık kalıplara sokulmak istemiyorlardı. Aynı üstten bakış, aynı otoriter söylem Kemalistlerden ya da Marksistlerden gelse gene sokaklara dökülürler gibi geliyor bana. O yüzden bu koalisyondan bir alternatif elbette çıkar ancak bu yeni bir iktidar, yeni bir hükümet ya da yeni bir belediye başkanı olsa da otoriterleşmesine izin verilmez. Hükümet, başkan ya da belediye başkanı kim olursa olsun bireylerin seçimler arasında da karar mekanizmalarına katıldığı alternatif bir sistem özlenen. Bu, yerel yönetimleri güçlendirmekten de öte (ki bu şart) sürekli katılımcı ve sürekli müzakereci bir demokratik sistem. Türklerin, Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Sünnilerin, Alevilerin, ateistlerin, bayram dindarlarının, LGBT’lerin... ait oldukları grupların dışında da birey olabildikleri ve gruplarına kendi istedikleri zaman ait oldukları bir toplumsal sistem.
Bu açıdan bakıldığında alternatif elbette doğmak üzere. Aoğlu ya da Beoğlu, Yavaş ya da hızlı, Demirtaş ya da Çeliktaş. Fark etmez. Bu isimler katalizör olur, oya vesile olabilirler ama sistemi açtıkları oranda değerli olurlar.
Ancak bu koalisyon muktediri düşürüp yerine yeni bir muktedir oturtacaksa, bu yeni iktidar Kürtlerle yüzyılın barışını parantez içine alıp muhafazakârları ve gayrimüslimleri gene toplumun çeperine yerleştirecekse, bu yeni iktidar AB’yi Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalist bir güç olarak lanse edecekse, askeri ve yüksek bürokrasiyi gene tahta oturtacaksa, alternatif muktedir “kendine uygun nesiller yetiştirme” misyonunu tepeden inme dayatacaksa... alternatif doğmasın. Doğmayacaktır zaten.