5 Ağustos 2022’de İstanbul’daki Tarihi Balıklı Rum Hastanesi’nin Geriatri servisinin binasında yangın çıktı. Yangın, itfaiye ekiplerinin iki saatlik çalışmasının ardından kontrol altına alındı. Servisteki 104 hasta ve çalışanlar tahliye edildi. Bu yangına müdahale konusunda “devlet büyükleri” ortada özel bir durum olduğunu kamuoyuna bildirmeye kararlıydı.
Sonuçta söz konusu hastane Rum azınlığın kadim kurumlarından biriydi ve devletin şefkatli eliyle kurtarılanlar azınlığın artık çoğunluğunu oluşturan yaşlılardı. Devlet duruma hâkim olduğunu, ne kadar müşfik olduğunu, Millet-i Hakime’nin Millet-i Mahkumeyi ne kadar iyi koruduğunu göstermek zorunda hissetti kendini. Yanan herhangi bir yer değildi, gittikçe içi boşalan azınlık kurumlarından hala ayakta kalabilenlerdendi. Yananlar herhangi bir yaşlılar grubu değildi, kazanın dibi, okyanusun tortusuydular.
DEVLET SEVİYOR
Olay yerine intikal eden İstanbul Valisi Sayın Ali Yerlikaya, “Burası bize emanet tarihi kadim şifa merkezi. En kısa zamanda eski haline getirmek için buradaki yaraları sarmak bizim boynumuzun borcu” dedi. Kim kime neyi emanet ediyor, kamuoyu içgüdüsel bir biçimde anlayacaktı.
Ertesi gün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın şu açıklamayı yaptı: “Sebebi henüz tespit edilemeyen nedenden dolayı Zeytinburnu Balıklı Rum Hastanesi'nde yangın meydana geldi. Cumhurbaşkanımızın talimatıyla olaya müdahale edildi”. Bu açıklama Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam rejimi kurduğunun bir göstergesi olarak anlaşıldı ve tepki çekti. Halbuki Kalın’ı dinleyenler gayet iyi anladılar.
Cumhurbaşkanı Balıklı’nın Rum olmasına rağmen talimat vermişti. Zimmî korunmalıydı zira “kendisine güvence verilen, koruma altına alınan kişi” demektir. İslâm ülkesinde vatandaş olarak Müslümanlarla beraber yaşayan başka din mensuplarına denilir. Erdoğan talimat verdi ve yangın söndürüldü. Devlet mukaveleye sadık kaldı.
Ertesi hafta daha da ilginç bir olay yaşandı. Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Başkanı, AKP’ye yakınlığı ile bilinen Konstantin Yuvanidis Sabah gazetesine bir röportaj verdi. Bu röportajda Yuvanidis zimmîliğin hakkını veren bir şekilde şöyle diyordu:
“Allah devletimizden razı olsun. Cumhurbaşkanımız yangın olduğu andan itibaren bizi hiç yalnız bırakmadı. Talimatlar verdi, sürekli ilgilendi. Önce Allah'a sonra Recep Tayyip Erdoğan’a minnettarım. Vali Bey, Zeytinburnu Belediye Başkanı da yangın sonrası binanın temizliği ve onarımı için gerekli çalışmaları yapıyor… Ben yangını 15 Temmuz'a benzetiyorum. Nasıl o gece insanımız birlik içinde mücadele ettiyse, yangında da öyle oldu… İmamoğlu bir tek yangın günü geldi, sonra gelmedi de aramadı da. Bütün partilerin başkanları yangın sonrası bizi aradı, ziyaret edenler de oldu. Bir tek Kılıçdaroğlu ne aradı ne de ziyaret etti. Bunu da bir düşünmek lazım… Yangın günü akbabalar gibi hastaneye üşüştüler, orada olsam hepsini kovardım."
Söz konusu röportajın iktidara yaranmak için yapıldığı, kelimelerin özenle seçildiği, uzaktan yakından alakası olmayan 15 Temmuz’a zorlama bir gönderme yapıldığı ve CHP’ye yapay bir çelme takılmaya çalışıldığı aşikâr. Yuvanidis zaten azınlık içinde (aynı selefi Dimitri Karayani gibi) çok eleştirilen bir figür. Diğer yandan, AKP’nin ne kadar toleranslı olduğunu göstermek için azınlıklardan figürleri vitrine koymayı sevdiğini de biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında ortada şaşılacak bir durum yok.
Devlet dövüyor
Ancak İstanbul Belediye başkanına laf sokan herhangi bir İslamcı cemaatin başındaki Millet-i Hâkime mensubu hoca, şeyh, imam değil de Millet-i Mahkumenin bir temsilcisi olunca elbette Sayın Ekrem İmamoğlu bunu yutmayacağını göstermek zorunda kaldı.
Yuvanidis’i aradı, arkasında kafa sallayan adamlarla azarladı, çocuklaştırdı (minorité, Fransızca hem azınlık hem de rüştünü ispatlamamış demek) ve daha da önemlisi bunu filme çektirdi ve servis etti. Böylece kamuoyu gene refleksle ne olup bittiğini anladı. Bir ekalliyet mensubu devlete zorunlu olarak minnetini dile getiriyor ve başka bir devlet temsilcisi tarafından azarlanıyordu. Her şey gayet normal. Gene de Twitter ahalisinin bir kısmı İmamoğlu’na bu şovu yüzünden tepki gösterdi. Bu güç gösterisi azınlık olma halini güzel betimliyordu İmamoğlu başka bir Müslüman vakfın başkanına bu muameleyi yapmaya cesaret edemezdi dendi.
Ermeni cemaatinin önde gelen isimlerinden ve entellektüel dünyanın tanınmış ismi Aras Yayınevi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş ise azınlık bireylerinin de kötü olabileceklerini, dolayısıyla eleştiriyi hak edebileceklerini söyledi: “Azınlık vakıflarında karanlık işler çeviren, mülkleri kendi çıkarları için kullanan, hükümette olana yaslanıp yaltaklanarak güç devşiren, böylece yedikleri haltları perdeleyen ağababalar var, çürümüşlerdir ama devirleri geçmiyor. Az demiş bence”
SUSMA YA DA KÖTÜ OLMA HAKKI
Burada çok ilginç bir noktadayız. Bir taraf diyor ki Yuvanidis azınlık olduğu için iktidara minnetini göstermek zorunda, ikinci taraf diyor ki azınlık olduğu için İmamoğlu videoya çekilmiş azarı yapmaya cesaret etti ve üçüncü taraf (ki bence en ilginci) diyor ki her Rum Rumluğundan dolayı korunmaya muhtaç değildir, bireydir ve bireyler kötüyseler kötülerdir.
Yani azınlık biter, birey başlar. Bu üç duruşun aynı şeyi söylediğini düşünüyorum. Kolektif olarak kötü olabilen grup azınlıkta demektir, ezilir, grubun içinden bireyler grubun tümünü lekelemeden kötü olabiliyorlarsa, orada azınlık biter, tahakküm azalır. Bir azınlık mensubunun konuşması bütün azınlığı bağlamaz, korkup konuşmaması ise azınlık hâlâ azınlıktadır demektir.