Cumhuriyetin 100. yılında en çok övündüğümüz olay Türkiye Kadın Milli Voleybol takımımızın başarılarıydı. Milletler kupası, Avrupa şampiyonluğu derken gözümüzü bu yılki Paris olimpiyatlarına dikmiştik. Madalya bekliyorduk. Ellerinden geleni yaptılar. İlk kez bir takım sporunda olimpiyat dördüncüsü olmak da başarı elbette, ama ekonomik, sosyal ve siyasal tablonun verdiği karamsarlık ve sıkıntıdan yılmış olan halkımız hiç olmazsa bir madalya olsun alalım diye bekliyordu kadınlarımızdan. Olmadı. Onun yerine U-20 voleybolcu kızlarımızın Avrupa şampiyonu olmalarıyla avunduk ve ümitlerimizi yine geleceğe erteledik. Son kırk yılın ilk altın madalyasız olimpiyatını geride bıraktık. Avrupa futbol şampiyonasında da başarılı olamadık.
Türkiye toplumu köklü bir değişiklik geçiriyor. Her şeyden önce keskin bir toplumsal kutuplaşmanın pençesinde kıvranmaktayız. "Ya bendensin, ya karşımdasın!", "ya sev ya terk et!" benzeri sloganlar ve söylemler o kadar kanıksandı ki, uzlaşma, denge bulma, tartışmalarda iki tarafın asgari müştereklerde olsun ortak bir anlayışa varmaları olasılığı artık sıfır! Ulusal bir dava olduğunda dahi bir taraf diğer tarafın başarısını hazmedemiyor ve kaybedince seviniyor. Aslında konu rekabet değil, çekememezlik! "Neden bizimkilerden çıkmadı da onlardan çıktı bu başarı?" anlayışı bir arada olmamız gereken konularda bile bölünmeye ve zıtlaşmaya yol açabiliyor. "Onlar" kim, "bizimkiler" kim? "Yerli ve milli olmak" adına mangalda kül bırakmayanlar, başarılı olanların başarısını küçümsüyor, mutlaka eleştirilecek bir taraf arıyor, buluyor ya da yaratıyor ve o başarının gölgelenmesi için ne gerekirse yapıyor. Kadın milli voleybol takımının başarılarını kıskananlar takımın oyuncuları hakkında söylemediklerini bırakmadılar.
Son yüzyılın Cumhuriyet değerlerinde eleştirilmedik konu ve alan kalmadı. Lozan, Montrö, II. Dünya Savaşı'nı henüz yeni toparlanmaya başlayan bir ulusu yeni bir maceraya ve felakete sürüklenmeden atlatmak gibi tarihimizin parlak sayfaları küçümseniyor, önemsizleştiriliyor ve sanki yeni bir tarih yazımı çabası içinde başka "değerler" ve "başarılar" ile gölgelenmeye çalışılıyor. Atatürk'ün şahsından ailesine kadar eleştiri ve itibarsızlaştırma çabaları yaygınlaşıyor.
Yeni bir tartışma da Atatürk'ün "yurtta sulh cihanda sulh" sözü üzerinden yürüyor. Bir kişi söylüyor, kırk kişi düzeltemiyor! Tartışma öyle anlamsız gelişiyor ve seviye o derece düşüyor ki, Atatürk'ün bu sözleri söylemesinin ardındaki derin anlam hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmayan insanlar boş tartışmalar içinde kutuplaşmayı pekiştiriyorlar ve işin çığrından çıkmasına yol açıyorlar. Atatürk'ün, üstelik hayatı savaş meydanlarında geçmiş bir asker olarak, dünyada en barışçı söylemleri kullandığı unutturulmak isteniyor. Bu sözlerin, "Milletin hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir" cümlesi ile Anzak annelerine yazılan mektuptaki müşfik, kapsayıcı ve barışçı söylemle birlikte düşünüldüğünde nasıl bir barış özlemini dile getirdiği Türkiye'nin dışında dünyanın her yerinde örnek gösterilirken, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlarımızın bunu anlaması için çaba göstermek yerine, bir zayıflık ve korku ifadesi olduğu ileri sürülüyor.
Cumhuriyetin geride bıraktığımız yüz yılında her yeni başarıdan gurur duyan nesiller yetişti. Bugün ise Cumhuriyetin kazanımları ve başarıları yerine 953 yıl önce Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Alparslan'ın Malazgirt zaferi ve 571 yıl önce Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethi öne çıkarılıyor. Bu ifadelerle bunların küçümsendiği sanılmasın, aksine, tarih kitaplarının sayfalarında hak ettikleri yerlerini almaları ve genç nesillerin bin yıllık bir arka planı bilmeleri elbette önemli. Peki, son yıllarda Nobel ödülü kazanan sanatçı ve bilim insanlarımızın isimleri en az onlar kadar önemli değil mi? Bin yıllık tarihle övünen evlad-ı fatihan o isimleri biliyor mu, tanıyor mu? Ya da bu başarılarla övünüyor mu?
Biz 1923 yılında kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci yüzyılındayız. Bu ikinci yüzyılın "Türkiye yüzyılı" olarak adlandırılıp adlandırılamayacağını ancak yüz yıl sonra anlayabiliriz. Adını bugünden koymakla yüzyıla damga vurulmuyor. Önce o şekilde anılmayı hak eden bir uğraş, strateji, başarı ve ilerleme gerekiyor. Bu yükümlülük, iktidarıyla muhalefetiyle, bu toprakları yurt olarak benimsemiş ve burada yaşamaktan gurur duyan herkesin, tekrar ediyorum, herhangi bir ayırım yapılmaksızın herkesin omuzlarında taşınması gereken bir yükümlülük. Genel seçimleri geride bırakalı bir yıl, belediye seçimlerini geride bırakalı beş ay olmuşken, daha şimdiden dört yıl sonrasının yönetim makamlarını veya beş yıl sonrasının belediyelerini paylaşma hayali ile değil, o makamları hak edecek eylemlere dayalı bir gerçekçilikle yaşamak gerekiyor.
Yarın 30 Ağustos! Cumhuriyetin ilk yüzyılını döşeyen temel taşlardan birinin yıldönümü. Son yıllarda 30 Ağustos kutlamalarında her yıl giderek hafifleyen, zayıflayan ve sıradanlaşan bir kutlama değil, titreyip kendimize geldiğimiz, coşku, gurur ve geleceğe dönük ilerici bir kararlılıkla kutlayacağımız bir Zafer Bayramı ulusuma kutlu olsun!