Bir sorun bir çözüm - İkale ve işsizlik maaşı meselesi

Bir sorun bir çözüm - İkale ve işsizlik maaşı meselesi
İşçi 'haklı olarak, işverenimle uzlaşarak, kırmadan, dökmeden, davaya sebebiyet vermeden işten ayrıldım. Devletimden de işsiz kalacağım dönem için işsizlik maaşımı alayım' diye İŞKUR’a başvurduğunda ne yazık ki kapılar yüzüne kapanır.

KEMAL VURALDOĞAN


1996 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği’nin başlaması, 1999 yılında Türkiye’ye AB aday ülke statüsü verilmesiyle beraber benim gibi sıradan insanların hayatında çok önemli değişikler yaşanmaya başlandı. Çünkü AB’ye üye olmak için yapılması gereken ev ödevleri sadece demokrasiye, ifade özgürlüğüne yönelik değildi. Avrupa Birliğinin kendine özgü sosyal politikaları da vardı ve aday ülkelerin uyum sürecinde bu sosyal politikalara da uyum sağlaması gerekiyordu. Daha açık söylememiz gerekirse, “Avrupa Birliğinin yolu aynı zamanda işçiye, yaşlıya, engelliye, hastaya insan gibi davranmaktan geçiyordu.

Bu süreçte Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon hükümetinin tasarılarından biri kabul edildi ve 1999 yılında 4447 sayılı Kanunla Türkiye ilk defa işsizlik maaşı ile tanıştı. 2000 yılında işsizlik primi tahsilatları başlarken ilk işsizlik maaşı ise 1 Mart 2003’te ödendi. Bu yazıda da işsizlik maaşının aksayan yönlerinden birine değinip çözüm önerimi yazmaya çalışacağım.

Kanunu tasarlayanlar bilmediğimiz bir sebeple her türlü işsizliğe değil de kendilerince haklı gördükleri işsizliğe işsizlik maaşı ödenmesi esasını kabul ettiler. Yani ya işveren iş sözleşmesini haksız yere (haklı bir sebebe dayanmadan) sona erdirecek ya da işçi haklı bir nedenle işyerinden ayrılacak ki işsizlik maaşı ödensin. Google Bey’e işsizlik maaşı işten çıkış kodları yazdığımızda bu sebeplere kolayca ulaşmak mümkün.

İşsizlik maaşı için diğer koşullar ise işten çıkmadan önceki son 3 yılda en az 600 günlük SGK priminin ödenmiş olması ve işten çıkmadan önceki son 120 günde kesintisiz çalışmak. Kanunu kaleme alanlar anlaşılıyor ki işçisine de işverene de güvenmemiş.

Bu girişten sonra başlıktaki ikaleye gelelim. Türk Dil Kurumu sözlüklerinde yer almayan bir kelime ikale. Allahtan İslam Ansiklopedisinde yer bulmuş kendisine: bir şeyi gidermek, ortadan kaldırmak.

Aklı başında işçiler ve işverenler yahu madem birbirimizden sıkıldık neden birbirimizin açığını arıyoruz diyerekten el sıkışarak yollarını ayırmaya başlamışlar. Konu şu veya bu şekilde mahkemelik olunca da iş mahkemeleri ve Yargıtay bu el sıkışmaya yani işçi ve işverenin anlaşması ile iş sözleşmesinin sona ermesine ikale demiş. Okuyucuyu sıkma pahasına nispeten işçi dostu (önceki) Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin ikaleyi tarif ettiği kararlarından birinden kısa bir alıntı yapalım. Tadımlık alıntıyı yeterli görmeyenler lütfen kararın tamamına baksın.

…Bozma sözleşmesi (ikale) yasalarımızda düzenlenmiş değildir. Sözleşme özgürlüğünün bir sonucu olarak daha önce kabul edilen bir hukuki ilişkinin, sözleşmenin taraflarınca sona erdirilmesi mümkündür. Sözleşmenin, doğal yollar dışında tarafların ortak iradesiyle sona erdirilmesi yönündeki işlem ikale olarak adlandırılır

”Sözleşmelerin ikale ile sona ermesine örnekler de verelim ki acemisi için konu anlaşılır olsun.

10 yıldır aynı işyerinde çalışan işçi ücreti ve diğer şartları daha iyi bir iş bulduğunda bu gerekçe ile sözleşmesini feshederse kıdem tazminatı alamaz. Aynı işçinin işvereni de aynı işi daha düşük ücrete yapabilecek işçi bulduğunda bu gerekçe ile işçiyi tazminatsız işten çıkartamaz. Duruma göre işe iade ve veya kıdem ve ihbar tazminatı davası ile karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durumda işçi de bu durumu sezip, “Sevgili patron, ben güzel bir iş buldum, gel sen benim 10 yıllık kıdemimi ver, ben yoluma bakayım, kıdemi vereceğine dair bir kâğıda imza atarsan ben de senden başkaca bir şey istemeyeceğime dair imza atayım, işe iade davası da açmayayım. dediğinde ikaleye giden taşlar örülür ve uzlaşma ile herkes yoluna bakar.

Bazen de işverenden gelir ikale talebi, işçiyi çıkartmaya karar vermiştir ama işe iade davasından korkmaktadır. Durumu işçiye çıtlatır, tesadüf bu ya işçi de bir süre ciddi sağlık sorunları nedeniyle kendine sağlığına, tedavisine zaman ayırmak istemektedir. Bu durumda patron eline kalemi alır ve “Sevgili işçim, gel ben senin 2 yıllık kıdem tazminatını ödeyeyim. İhbar tazminatını da ödeyeyim. Üstüne 4 aylık maaşına denk gelecek parayı da hediye olarak vereyim. Tak çantanı koluna herkes kendi yoluna” dediğinde de ikaleye giden taşlar örülür ve uzlaşma ile herkes yoluna bakar.

Yazımıza konu sorun da tam burada başlar. İşçi 'haklı olarak, işverenimle uzlaşarak, kırmadan, dökmeden, davaya sebebiyet vermeden işten ayrıldım. Devletimden de işsiz kalacağım dönem için işsizlik maaşımı alayım' diye İŞKUR’a başvurduğunda ne yazık ki kapılar yüzüne kapanır.

İŞKUR da kendince haklıdır. İkale kanunlarda yer almayan iş yaşamının kendi dinamikleri içinde ortaya çıkan bir usul olduğu için ne yazık ki 4447 Sayılı Kanunda ikaleye ilişkin bir hüküm yoktur ve İŞKUR ikale ile yani anlaşma ile sona eren iş sözleşmesi nedeniyle işçilere işsizlik maaşı ödeyemez.

Yapılması gereken basittir aslında. 4447 Sayılı Kanunun İşsizlik ödeneğine hak kazanmanın şartları başlıklı 51. Maddesine yumuşak g yani ğ bendi eklemek ve ğ bendine, “İş sözleşmesinin tarafların karşılıklı anlaşması sonucunda sona ermesi hallerinde” yazmak ve işçi ve işvereni uzlaşmaya teşvik etmek.

Adliye tecrübesi olanlar haklı olarak güçlü işveren güçsüz işçiyi ikale ile kandırabilir diyecektir. Bu risk ikalenin mahkemeler tarafından kabul edildiği ilk günden beri var ne yazık ki. İşinin hakkını veren hâkimler ikale sözleşmesinin Yargıtay ilke kararlarına uygun olup olmadığını ikale teklifinin işçiden veya işveren gelmesine göre denetliyor ve dengenin bozulduğu durumlarda ikale sözleşmesini geçersiz kabul ediyor.

Sonuç olarak işsizlik sigortasında biriken paralar işçilerin maaşından kesilen bir para. Amacı da işsiz kalan işçiyi bir süreliğine de olsa desteklemek. İşçi işverenler anlaşarak ve davalık olmayarak işten ayrıldığında cezalandırılmamalı aksine ödüllendirilmeli, teşvik edilmeli. Bunun yollarından biri de kanun değişikliği yaparak ikale ile sona eren sözleşmeleri de işsizlik maaşı kapsamına almak.

Unutamadıklarım

Avukatlığa başladığım yıllarda mağdur işçilerin iş mahkemesinde davasını kazandıktan sonra mahkemenin gerekçeli kararını almaya gittiğinde, “yasah hemşerim” muamelesine maruz kalması.

Somutlaştıralım. Davayı kazandığınızda karşı taraf mahkeme kararına konu borcu ödemezse yapabileceğiniz tek şey gerekçeli kararı icraya koymak ve karşı tarafın varsa malvarlığından tahsil etmek. Mahkemeden gerekçeli kararı yani ilamı almaya gittiğinizde, dönemin Harçlar Kanunundaki, “karar ve ilam harcı ödenmedikçe ilgiliye ilam verilmez” maddesi gerekçe gösterilerek mahkeme kararı işçiye verilmiyor, devlet, işverenin yani davayı kaybeden tarafın ödemesi gereken mahkeme harcını da işçiden yani davacıdan almaya çalışıyor, ödemeyene de gerekçeli kararı ilamı vermiyordu. Diyebilirsiniz ki ne var bunda, yatırsın harcı alsın mahkeme kararını, koysun icraya, sonrasında işverenden harcı da tahsil etsin. Türkiye gibi zombi (kağıt üzerinde sağ, gerçekte ölü) şirketlerin veya malvarlığını yengenin üstüne yapan gerçek kişi patronların olduğu düzende bırakın harcı birçok işçi iş kazasında kaybettiği bacağının, gözünün alacaklarını bile tahsil edemiyor maalesef.

Muhtemelen Ankara Barosundan N. Ünal (adınıza ulaşamadığım için özür dilerim) isimli avukatın da başına aynı şey gelince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kapısını çalıyor ve meşhur ÜLGER-TÜRKİYE davasında, davayı kazanandan karşı tarafın ödemesi gereken harcın istenmesi ölçüsüzdür kararını çıkartıyor.

Sonrasında Anayasa Mahkemesi Harçlar Kanunu madde 28/a’yı iptal ediyor.

Ama burası Türkiye, bu defa da bir kısım icra müdürleri ve icra mahkemesi hâkimleri toplanıp gayri resmi bir karar alıyor. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararı mahkemeden ilamı harçsız almaya yarar. İlamı icraya koymak isteyen ise davalının ödemesi gereken harcı ödemek zorundadır diyorlar. Neyse ki dönemin Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü, “Şu işçileri, davacıları rahat bırakın, hem ilamı mahkemeden alsınlar hem de icraya koysunlar.” diyor da yerli ve milli aktörlerin yarattığı kocaman bir sorun idealist avukatların ve Avrupalı Hâkimlerin ve aklı başında kamu görevlilerinin küçük bir dokunuşuyla ortadan kalkıyor.
Aradan geçen 25 yılda tüm bunlar unutuluyor ve günümüz işçilerinin çoğu Avrupa Birliğine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine düşman gözüyle bakıyor çünkü kendisine öyle gösteriliyor…

Gündem