Çorlu tren katliamı 1: "Benim ölümüm, benim düğünüm"

Çorlu tren katliamı 1: "Benim ölümüm, benim düğünüm"
Kızım Bihter Bilgin 14 yaşında kaybettim, kız kardeşim Emel Duman’ı 36 yaşında kaybettim, kız kardeşim Derya Kurtuluş’u 30 yaşında altı aylık bebeğiyle birlikte kaybettim. Beren bebek. Çok büyük hayalleri vardı, çocuğumu öldürdüler. Onun vebalini ödeyemeyecekler, kardeşlerimin o kadar büyük hayalleri vardı ki; onları öldürdüler, onların veballerini de ödeyemeyecekler. Kalan iki yetimin, üç yaşında annesiz kalan Kemal’in de 10 yaşında annesiz kalan Efe’nin de

Çorlu tren katliamı: Benim ölümüm benim düğünümdür.

“Ben o akşam poşetlere baktığımda ‘benim değil’ diyordum, ‘Allahım şükürler olsun bizden değil’ diyordum. Sadece ceset görüyordum ve kapatıyor şükrediyordum. Ben o an insanlığımdan çıkmıştım.”

“Kızım Bihter Bilgin 14 yaşında kaybettim, kız kardeşim Emel Duman’ı 36 yaşında kaybettim, kız kardeşim Derya Kurtuluş’u 30 yaşında altı aylık bebeğiyle birlikte kaybettim. Beren bebek. Çok büyük hayalleri vardı, çocuğumu öldürdüler. Onun vebalini ödeyemeyecekler, kardeşlerimin o kadar büyük hayalleri vardı ki; onları öldürdüler, onların veballerini de ödeyemeyecekler. Kalan iki yetimin, üç yaşında annesiz kalan Kemal’in de 10 yaşında annesiz kalan Efe’nin de.”

Kızını, iki kız kardeşini ve 6 aylık yeğenini 8 Temmuz 2018’de Çorlu Tren Kazasında kaybeden Zeliha Bilgin böyle anlatıyor yaşadığı korkunç trajediyi. Aslında trajedi demek de haksızlık. 25 kişinin geride kalan ailesinin de sıklıkla dediği gibi, Çorlu Tren Katliamı bu. Bu yüzden anlatacağımız hikâye evet sert. Ama bu acıyı yaşayanlar varken, susmak da mümkün değil. Özellikle de yargı ve hükümet Çorlu Tren Kazası ve ailelerini tüm ana akımdan uzak tutmak için çabalarken.
O katliamda 9 yaşındaki oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Mısra Öz’ün anlattıkları da Zeliha Bilgin’inki kadar ağır ve acı.

“Kolay mı, hayır kolay değil, zor. Tüm bunları yaparken, aslında ruhen çok yoruluyorum. Ben artık onun özlemine dayanamıyorum. Öyle bir an geliyor ki, yatağa yattığımda, hep birlikte uyurduk, onun yanına yattığımda onunla konuştuğum şeyler aklama geliyor, bütün dünyayla iletişimimi kesiyorum. Bu hayatta kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir insanım ben. Ölümden korkmuyorum. Önceden korkardım, Arda’yı ardımda bırakmaktan korkardım. Şimdi de merkezde o, çünkü ona gideceğim diye düşünüyorum. Benim ölümüm benim düğünümdür. Lütfen arkamdan gözyaşı dökmeyin, oğluna kavuştu deyin diyorum.”

Çorlu yakınlarındaki Sarılar köyü mevkiinde meydana gelen kazada anne babasını kaybeden İsmail Kartal’ın hayatı da o gün değişenlerden. Tıpkı ölen yedisi çocuk 25 kişinin yakınlarının hayatının o günden sonra bir kez daha aynı olmaması gibi. Tıpkı Zeliha Bilgin gibi. İsmail bey anlatıyor:

“Annem Zübeyde Kartal 70 yaşında, babam Gani Kartal 73 yaşındaydı. Beraber yaşıyorduk, Küçükçekmece’de, alt katta onlar, üst katta biz. Şu anda alt katımız tamamen hayalet bir ev haline geldi. Her kapı açıldığında acaba babam mı yukarıya geliyor diye çocuklarım bekliyor. Anmadığımız günümüz yok. Ama kahvaltıda ama akşam yemeğinde anıyoruz. Ama çoğu zaman bir köşede acı çekiyoruz. Hepimiz aile olarak. Çünkü 44 yaşındayım ve onlardan hiç ayrılmamıştım. Hep evlendim hep onlarla yaşadık. Eşim benden çok daha bağlıdır aileme. Onun bu travmaya atlatması uzun sürüyor aslında.”

Travma. Belki geride kalanların yaşadıklarını bununla açıklamak bile yetersiz. Ankara’daki duruşması öncesi tanıştığımız ve kendilerine Çorlu Tren Katliamı Ailesi ismi verenlerin hepsinde tarifini yapamayacağımız ağır bir keder var. Bir de mahkemeler yoluyla kaybettiklerinin ruhlarını huzura kavuşturmaya olan kırılmaz bir inanç. O inançla zaten mahkeme mahkeme dolanıyorlar. Ama 4 Mart’ta Ankara’la gelmek zorunda bırakıldıkları duruşma tüm aileler için Mısra Öz’ün sözleriyle “ahlaksızlık”. Ana davayı ikinci bölümde ele alacağız. Bu podcastimizde ise kazayı, ihmalleri, kazadan sonra yaşananları ve geride kalanların yaşamlarını nasıl devam ettirebildiklerine bakacağız. Bir de Ankara’ya gelmek zorunda bırakıldıkları ikinci davayı. İkinci dava şu: Yargıdan bir türlü gerekli adımları görmeyen ve TCDD’ye danışmanlık yapanların bilirkişi olarak atanmasına tepki aileler, 12 Haziran 2019’da bireysel başvuru için Ankara’daki Anayasa Mahkemesi’ne geldi. Ve başvuru öncesi bir basın açıklaması yapmak istedi. Polis ise “milletvekillerini ayırın, diğerlerini süpürün” diye emir verdi. Ve polis “diğerleri” dediği mağdur aileleri süpürürken, Oğuz Arda’nın dedesi, Mısra Öz’ün babası Mehmet Öz’ü hastanelik olacak şekilde darp etti. Elbette diğerleri de nasibini aldı. Ama mağdur aileler aradan günler geçtikten sonra polisin bizi darp ettiler suçlamasıyla karşı karşıya geldiler. 4 Mart’taki ilk duruşmada 6 sanık vardı. Hepsi de mağdur aileler. İşte bu yüzden ahlaksızlık diyorlar. Yani mağdur ve adalet arayanken, sanık konumuna düşürüldüler. Ama hiçbirinin geri adım atmaya niyeti yok. Çoğunun ağzından çıkan cümle şu: “Benim çocuğum gitmiş, benim canım o kadar yanmış ki, hapse atsalar ne olur?” Bu arada hemen ekleyelim, Ankara’daki davanın ilk duruşması 13 Nisan’a ertelendi. Tüm aileler tekrar Ankara’ya gidecek. Sanki başka hiçbir dertleri yokmuş gibi.

“Bugün burada bizimle ne işimiz var, biz evlatlarımızın katillerinin hesap vermesini bekliyoruz, bizim burada ne işimiz var! Biz hesap vermeye geldik, neden? Biz hakkımızı aramaya geldik, nerde? AYM’de. Neden orası hak arama yeri değil mi? Ben nereye gideceğim. Kim koruyacak beni?”

İsmail Kartal da şöyle diyor:

“Maalesef esas mahkemede bir arpa boyu yol alamamışken, bize açılan bu dava sırtımıza bir hançer darbesi gibi şu anda onunla geçiyoruz.”

Şimdi tekrar o güne yani 8 Temmuz 2018’e dönelim. Zeliha Bilgin, o günü bir taraftan gözyaşlarıyla bir taraftan da adaletin geleceğine olan inancıyla anlatıyor:

“Çocuklar treni çok merak ediyorlardı. Dört yıl ara verilmişti trene. Çocuklar masallarda izledikleri tren sandılar onu. Tozpembe hayallerini gerçekleştirmek için gittiler ama ölümle ödediler hayallerini. Kardeşlerim de hadi onları götürelim dediler. Hepimizin özel aracı var, hemen döneriz, hala annem anlatıyor, Derya yavrum alma be Beren’i, anne hava çok güzel, çocuk temiz hava alsın, o da treni görsün, onu trende fotoğraf çekeceğim, büyüdüğü zaman hatıra kalır diyor. Ve Derya’nın telefonunda Beren’in fotoğrafları var. Ama Beren o fotoğrafları hiç göremeyecek.”

Pazar günü saat 5’e gelmeden önce defalarca kardeşleriyle ve kızıyla haberleşmiş Zeliha Bilgin.

“Gün içerisinde Bihter’le çok konuştum, treni beğenmediğini söyledi bana. Emel’le konuştum, onlarla konuştum. Bihter beni gün içinde görüntülü aradı, hep işim vardı. Hep ben seni arayacağım annem dedim, hep kapattım. Sonra aylarca ona ağladım. Günde 100 kere beni arardı, anne ne zaman çıkacaksın ne zaman işin bitecek. Bihter’le konuştuk, treni bekliyoruz bineceğiz dedi. Görüşürüz annem dedi. Ben kızımı morgda gördüm.”

Sonra 5.30’a doğru eşinden gelen telefonla hepsinin hayatı cehenneme dönmüş.

“Eşim telefon etti bana. Beş buçuk gibi. Zeliha Bihter geldi mi dedi. Dedi bir tren kaza yapmış diyorlar. Elim ayağım dondu. Ne yapacağımı şaşırdım. Hemen Bihter’i aradım. Ama beni gün içerisinde arayan telefona ulaşılamıyordu. Emel’i aradım, Derya’yı aradım, Derya’nın ulaşamadım, Emel’inki çalıyordu, Allahım dedim çok şükür bir yerlerdeler herhalde, ama Emel de telefona cevap vermiyordu. Tren dedim, ne olabilir ki dedim, raydan çıkmıştır, hiç bu kadar olacağını tahmin etmiyordum. Erkan’ı aradım, Emel’in eşini, abla biz yandık dedi. O anda kıyamet koptu. Sarılara gittiğimde her yer kan gölüydü. Her yer parçalanmış cesetler. Saat 10’a kadar, kızımı aradım, vagonların içinde, Akut, jandarmayı dev gibi ekipleri deldim geçtim. Hep kızımı aradım ama bulamadım. Sonra dediler ki, hepsi devlet hastanesinde. Emel ameliyata alındı. İyilermiş. İsimsiz telefonlara bakıyorum sadece. Diyorum ki Bihter kurtulduysa beni arayacak ben iyiyim diyecek. Anneler hep paniktir zaten. O hastaneye gidin, buraya gidin. Devlet hastanesine gittim, burada yok dediler, oğlum Derya teyzesini kaybettiğini öğreniyor, sonra diyor ki, Derya teyzem gittiyse ve bizimkilerden haber gelmiyorsa, ben morga bakmak zorundayım. İlk girdiğinde daha kardeşini görüyor. Oğlum çekiyor silahı başına dayıyor. Annem Bihter’in öldüğünü duyarsa dayanamam demiş, silahın emniyeti var imiş, silahtan nefret ederim. Devlet hastanesinde kapısında gördüm oğlumu, iki elinle saçlarını yoluyordu. Aramızda 50 metre vardı, anne ölmüş diyordu, dudaklarını okuyordum, korkudan kim ölmüş diyemedim, çünkü dört tane canım kayıptı. Ben hepsini arıyordum. Benim için Derya, Beren, Bihter hep aynıydı. Anne Bihter ölmüş dedi. Dünya bitti.”

Bir sessizlik oluyor konuşmamızda, sonra yine bir güçle devam ediyor Zeliha Bilgin:

“Herkesi devirdim geçtim, beni kızıma götürün dedim, parçaladım kendimi evladımı gördüm. İki saat önce anne görüşürüz diyen evladım cansız, buz gibi yatıyordu. Hakkımı hiçbir zaman helal etmeyeceğim. Davamın sonuna kadar gideceğim.”

O yüzden ağır da olsa ilaç tedavisine ve hayatına devam ediyor, etmek zorunda olduğunu söylüyor Zeliha Bilgin, giden 25 canın hesabını sorabilmek için olduğunu ekleyerek:

“Çok özledim. O kadar çok özledim ki… ben kızımın cesedini gördüğümde intihar kararı almış bir anneydim. Sonra bu kararı aldığımdan utandım, tedavi gördüm aylarca. Dayanamam dedim, yapamam dedim. Batuhan dedi ki, anne sen orda olursan ben de burada olurum. Bunu bil dedi. Sonra yapamam dedim. Bihter beni affet dedim. Bihter çok korkan bir çocuktu. Köye gittiğimizde sinekten filan korkardı. Ay ay yapardı. Kızım senin annen köy kızı, sen de köy torunusun derdim. Eşim aylarca ağladı, o böcekten çok korkardı, orada nasıl yatıyor Zeliha? Beni de soksunlar dedi, hep öyle ağladı. Çok büyük bir acı.”

Aynı acıyı aynı saatlerde yaşayan İsmail Bey de anne babasının o faciadan kurtulacağını düşünmüş hep:

“Ümitliydim aslında, neden ümitliydim. Annemin çok dirayetli ve güçlü bir kadın olduğunu ne yapıp ne edip o trenden çıkacağına inandım, sonuna kadar. Babam yakın zamanda beyinle ilgili bir sorun yaşamıştı, doktoru hep izin vermemişti, uzun seyahatler için, doktorundan da izin almaştı. Sevinmişlerdi, trenle gidip geliriz, yavaş yavaş oğlum demişlerdi. En güvenilir yol diyerekten. Ama en güvendiğimiz yol, üzerinde T.C. yazan bir yolun bizlere çok acı bir şekilde hayat yaşattı ve yaşatmaya devam ediyor.”
Acıdan önce güzel hayatları varmış, öyle diyor Zeliha Bilgin. Her anne gibi, çocuğunu anlatırken gururlanıyor, kızını hatırlayınca sesi bile değişiyor:

“Bihter böyle neşe doluydu, dünyayı çok seviyordu, yaşamayı çok seviyordu, o kadar büyük hayalleri vardı ki… Hani bazı insanlar hayattan pes eder, artık yaşamak istemiyorum der ya, bazen oğlumla onu konuşuyoruz, keşke biz ikimiz ölseydik, o yaşasaydı. O karar çok hayalleri vardı ki, güne bir kere de of diyerek başlamazdı, cıvıl cıvıldı, neşeli sıcak kanlı. Herkesin çocuğu kendine özeldir. Ama Bihter’de bir farklılık vardı. Girdiği ortamda kendini hissettirebilen bir çocuktu. Okulda, 2000 kişilik bir okulda okudu, sınava girdi, ama nereyi kazandığını öğrenemedi. Tercihini yaptı gitti.”

İstediği liseyi de kazanmış Bihter, ama kazandığının haberini kendi alamamış, annesi mezarı başında vermiş.

“Ben onun başına gittiğimde dedim ki, anneciğim sen cenneti de kazandın. Yani o emek. Okulun müdürünle kankasıydı. Oğlumun fen öğretmeniydi, onu örnek gösteriyormuş. Hani ergenliğe giriyor ya, anne yine kapak yaptım, yine beni övdü. Duaya inanan o kadar güzel bir çocuktu ki. Paylaşmayı severdi. Dilencilere para veriyor diye kızardım, artık inanmıyoruz ya dilencilere, avucunun içine saklar hemen verirdi. Verdin di mi derdim, anne yaaa derdi. Avukat olmak istiyordu. Hep avukatlık… böyle yararlı insan olmak istiyordu. Eğer okusaydı, hayatta olmak şansını elinden almasalardı, Bihter gelecekte insanlara yardımı ve katkısı olan ir birey olarak hayatını sürdürecekti.”

Yani yaşasaydı belki de Bihter’in peşinde olacağı bir dava olacaktı bu. Belki de bu ülkede böylesi trajediler yaşanmasın diye uğraşacaktı. İsmail Kartal kendi acısını anlatıyor:

“Sabaha karşı beş civarları ilk önce annemin cenazesi Çorlu devlet hastanesi morguna getirildi. Annemi teşhis etmek kolay oldu. Çok fazla hasar almamıştı, bacağı kopmuş, kan kaybından ölmüş diye tahmin ediyoruz. Ama gözlerindeki o dehşet anını ömrümüz boyunca unutmak mümkün olmaz. Bir ben bir de eşim teşhis için girdik. Öyle bir anı inşallah kimse yaşamasın, gerçekten çok zor. Kim olursa olsun birini teşhis etmek çok acı verici. Hele de bu kişi anneniz olunca çok daha acı verici oluyor. Annemden iki saat sonra da babamın cenazesinin geldiğini söylediler. Şöyle, biz içeriye, şu yaşlarda birinin daha olduğunu söyledik, görevlilere haber verdi. Biz içeriye girip çıktık, ama ben babamı tanıyamadım. Yani evirip çeviriyoruz, tanınabilecek bir sima yok. Demir yığınının altında kalmış, batağın içinde kalmış yani. Ben değil dedim, eşim galiba dedi, yok değil dedik. Sonra görevliler geldi, hani özel bir eşyası ya da bir şeyinden tanır mısınız diye, biz de evet kıyafetlerinden çıkartabiliriz. Ben giderken köye ona mavi spor ayakkabısı almıştım, masmavi, hiç çamurlanmamışlar, içeriye girdim, bunlar kıyafetleri diye gösterdiler bana evet babam dedim. Anladım ki o tanıyamadığım şahıs maalesef benim babammış.”

Anneler, babalar, çocuklar, torunlar, eşler, büyükanneler, teyzeler, amcalar, yani herkesin en kıymetlisi yitip gitti. Ve şimdi o 25 kişinin ailesi, adalet adalet diye mahkeme salonlarında bağırıyor, adalet nöbetleri tutuyor, AYM’ye gidip kişisel başvuru yapmak istedikleri için polisten şiddet görüyor, üzerine yetmezmiş gibi bir de haklarında polisleri darp ettikleri için mahkeme salonuna sanık olarak çıkartılıyorlar. Oysa onların tek istediği bu tren kazasında sorumluluğu olanların yargılanması ve ceza almaları. Zeliha Bilgin devam ediyor:

“Yani istediğimiz çok bir şey değildi. Biz maddi hiçbir şey istemedik. Maddi kayıplarınızı karşılayacağız TCDD’den gelen zarflara dönüş bile yapmadık. Çünkü bizim maddiyatla işimiz yoktu. Çok canımız yanmıştı, o yüzden biz işin ceza boyutuna bakıyorduk. Bizim tek istediğimiz neydi? Bizim evlatlarımızı annelere babaları kardeşleri alan katiller hesabını versin. Adalet önünde. Hukuk önünde. Versin hakkını. Cezasını yatsın. Benim evladım geri gelmeyecek. Kardeşlerim de. 25 can da geri gelmeyecek. Ama bir daha benim gibi canlar yanmayacak.”

Bunun için de daha önce daha önce olan Pamukova tren kazasını örnek veriyorlar. 2004’teki hızlı tren kazasında tam 41 kişi can vermişti. Diyorlar ki eğer oradan bir ceza çıksaydı, şimdi size anlatacağımız ihmaller olmayacaktı. Zeliha Bilgin devam ediyor:

“Çünkü o kaza, o facia Trakya’da oldu. Trakya dümdüz bir ova. Ne dağ ne bayır var. Sen bu yolu neye dayanarak açtın? Altyapısını denetledin mi? Orda hızlı bir tren hattı yoktu. 150 yıllık bir tren hattı vardı, sen oraya hızlandırılmış treni saldın, onayladın, sen bunu denetledin mi? Eski hızında gitseydi tren o kaza olmayacaktı. Bugün benim evladım benim yanımda olacaktı. Herkesin canı yanında olacaktı. Orada hızlı tren açıldı, ama hiçbir önlem alınmadan açıldı. Bunu biliyoruz. Bunu herkes biliyor.”

18’inde ölen Serhat Şahin’in babası Hüseyin Şahin de kazanın sadece yağmura bağlandığını, kimsenin sorumluluk almadığını söylüyor:

“Biz mahkemeler başlamamıştı. İddianamede yağmura bağlayarak ölümlerin yani yağmurdan olduğunu gördük. Bilirkişilerin yazmış oldukları konuları gördük. Yol yapımıyla ilgili sorun olmadığını söylüyorlardı. Bunun itirazı için gelmiştik. 03.06

Ama mağdur aileler ve avukatları her şeyi birer birer ortaya çıkıyordu. Mısra Öz, TCDD’nin yol bakımındaki ihmallerine bir tane daha örnek veriyor.

“Bu menfez için yapılan daha önceki kontrollerde, bu yol açılmadan önce, yapılan bir raporda, bu yol üzerindeki menfezlerin bakımı için bir bütçe varmış, fakat bu kazalı menfez eksik, kusurlu ya da hatalı olarak bile görülmemiş. Tabii böyle olunca, diğerleri için ayrılan ödenek bu menfeze ayrılmış ve diğer menfezler de tamirat için halihazırda bekleyen menfezler. Yani o yol hala ölüm saçıyor.”

Kazadır olmuştur anlayışı arama kurtarma çalışmalarında da devam etmiş. Mısra Öz anlatıyor:

“Olay günü yaşanan arama kurtarma faaliyetlerinin yetersizliğiydi. Aileler ulaşmıştı. Hepsine ayrı ayrı sorular soruldu. Tren yolu, nasıl ses duydunuz, patlama şeklinde miydi, yağmur var mıydı gibi sorular soruldu. Arama kurtarmanın yetersiz olduğunu herkes söyledi, ambulanslardan önce traktörlerin gittiğini, çorlu Sarılar köyünün ilk yardımı yaptığını, uzvunu kaybetmiş ya da yaralıların traktörlerle taşındıklarını bunları anlatıldı. Kayıt altına alındı.”

İsmail Kartal da bizzat tanık olduğu şöyle anlatıyor:

“Katliamı da bana kız kardeşim bana haber verdi. Anne babam Muratlı’da, orada küçük bir köy evi var, bahçe işleri yapıyorlar. Annem akşam trenini kullanmazdı pek. İşlerini yetiştirememiş, akşam trenine kalmışlar. Maalesef o gün yağan yağmurun, evet o gün Muratlı’da güçlü bir yağmur yağdığından bahsediliyor. Akabinde, Sarılar’a geçen yağmurun bu şekilde bir menfez boşaltma olayını öğreniyoruz. Ama menfezden önce bu hat dört sene kapalı kaldı. Bakım gördü, tamir gördü. Çünkü Avrupa’yla birleşen bir yol olacaktı. Ama düzgün yapılmadığını katliamda görmüş olduk.”
Dönemin Ulaştırma Bakanı Ahmet Aslan ise ihmali kabul etmiyor, bir tür takdiri ilahi demeye getiriyordu. Şöyle diyordu sabık Bakan:
“14:20 ile 15:10 arası yaklaşık 50 dakikalık süreçte metrekareye 32 kg yağmur düşmüş, bu da oradaki menfezde olağanüstü bir şişmeye neden olmuş, yağmurun raylar ile menfez arasındaki malzemeyi götürmesi sonucu boşluk oluşturmuştur.”
Sonra da ekliyordu: Söz konusu boşluğun makinistler tarafından görülmesinin mümkün olmadığını, bunun ancak lokomotif geçtikten sonra fark edildiğini. Ayrıca neden tren kazası sonrası ekipler hemen zarar gören rayları yerinden çıkarıp zemini düzeltti ve tekrar buraya ray döşedi? Cevaplar susan yetkililerde. Peki bir diğer ihmal olarak arama kurtarma çalışmaları neden aksadı o zaman?
Söz İsmail Kartal’da:

“Ben facianın olduğu saatlerde Çerkezköy saray tarafındaydım, haber alır almaz oraya intikal ettim. Hatta arabayla bir yere kadar gidebildik, yerlerin çamur olması ve trenin kırsal alanda devrilmiş olması yaklaşık 2 kilometre de koşarak gittim. Yani tam bir facia. İlk yardım eğitimi almış biri olarak, dağcı olarak kurtarma çalışması adına yapılan acil bir eylem planı olmadığını ben daha orada anladım. Ne makinistin ne görevlilerin böyle bir şeyden haberdar olmadığı çok açıktı. İnsanları yönetemiyorlardı. İnsanlar tamamen kendi başlarına harekete ediyorlardı. Akabinde Çorlu’dan gelen rayların bozuk olmadığı oradan kurtarma ekiplerinin bir trenle gelebileceğini ben daha o an gördüm. Ama hala insanlar ambulanslar gelemediler. Çamur çünkü. Köylünün çabaları sayesinde birçok insan ağır yara almadan kurtarılmış olma ihtimali çok yüksek.”

Ve işte o ihmaller zinciri 25 canın yok olup gitmesi, geriye bir sonraki podcastimizde anlatacağımız usulsüzlüklerle dolu bir dava, yüzlerce yaralı ve ilk günkü acıyla yaşamaya çalışan onlarca yakın bıraktı. Son tekrar Zeliha Bilgin’de. Üç yaşında trenin altından çıkan, annesini ise o trenin altında bırakan yeğeni Kemal’den başlayarak anlatıyor:

“Kemal kaza esnasında Bihter’in kucağındaymış. Bihter onu atıyor. Karşı koltuğun altına gidiyor, belki onu kurtarmak için attı, biz bilmiyoruz. Allah’la kendi arasında, Kemal aylarca, ben Bihter ablama küstüm dedi. Beni koltuğun altına attı, ben orda uyudum, sonra beni treni kullanan çıkardı. AKUT çıkarıyor, 3 yaşında çocuk. Bihter ablam tam bana sakız verecekti. Sonra tren devrildi, ama Bihter ablam beni kucağından karşı koltuğun altına attı. Bihter’in son sözü, teyze diye çığlık atmış. Kardeşim, Derya olan, korkma teyzem duruyor demiş. Bunlar son kelimeleri. Emel de Efe sıkı tutun demiş. Hayat bu kadar. Çok isterdim o trende olmayı, belki de onlarla ölmeyi, geri kalmak çok kötü bir şey. Hele ki bu adaletsizlikle karşı karşıya kaldığın zaman daha da acı. Acının üzerine bin kat acı katılıyor.”

Bu davada hesap vermesi gerekenler hiç oralı değilken, o kendini suçluyor. Artık her biriyle aile olduğu insanların acılarını o kaza anında görmediği için sadece. Ve sesinin herkese ulaşmasını istiyor, çünkü artık ana akıma bile çıkartılmıyorlar. Rahatsızlık vermesinler diye. Oysa onların desteğe ihtiyacı var. İnsan kalabilen herkesle.

“Yani bizi insan kılığından çıkardılar. Ben olay yerine gittiğimde cesetleri poşetlerini açıp yüzlerine baktığımda da bizden biri değil diye sevinen bir insan oldum o an. Önceden böcek görsek, Bihter’le havluyla balkondan silkeliyorduk. Hayır onun canı var diyorduk. Eşim sorunca. Ama ben o akşam poşetlere baktığımda benim değil diyordum, Allahım şükürler olsun bizden değil diyordum. Sadece ceset görüyordum ve kapatıyor şükrediyordum. Ben o an insanlığımdan çıkmıştım.”

Gündem