Diva Uluçay ile Psiko-Cast: Birlikteliğin konforu, bağımsızlığın hazzı

Diva Uluçay ile Psiko-Cast: Birlikteliğin konforu, bağımsızlığın hazzı
Hayatimiz bu düzlemde gidip geliyor diyebilirim. [[İki kutup olarak görmemek de lazım. Daha eski teorilerin daha siyah ve beyaz olarak yansıttığı, ama aslında yetişkinlikte ve psikolojik olarak bağımsızlığa yaklaşıldığında bile başkalarına ihtiyaç duymaktan vazgeçmediğimiz gerçeği var. Karıştırabiliyoruz.

Hangisi daha cazip geliyor? Başka bir insanla bir olmanın yarattığı konfor ve mutluluk hissi mi, yoksa kendi başına var olabilen bağlantısız, uzantısız bir birey olmanın hissettirdiği özgürlük ve haz mı?

Bu sorunun cevabını hemen şu an bilemeyebiliriz. Hatta buna hiçbir zaman net bir cevap verememek de çok doğal. Bu soru her insanın, daha ömrünün ilk yıllarında mücadele etmeye başladığı bir ikilem. Belki de hayatının sonuna kadar gel-gitler yaşayacağı iki ayrı var olma durumu.

Sosyal canlılar olarak, diğer insanlarla kurulan duygusal bağ ve ilişkiler varoluşumuzun temel taşları olduğunu biliyoruz. İlişkilerdeki bu gel-gitler fark etmeden günlük yaşantımızın bir parçası haline gelen ve pek üzerinde durulmayan deneyimler oluyordur genelde. Ancak, biraz daha derinlemesine düşündüğümüzde bir çoğumuzun, ilişkilerinde sürekli ne kadar yakınlaşıp ne kadar mesafe koyacağını müzakere ettiğini farkederiz. Bu müzakereyi hem kendi içinde hem de yakın ilişki kurduğu bireyle, bilinçli veya bilinçdışı yaparız.

Hayatimiz bu düzlemde gidip geliyor diyebilirim. [[İki kutup olarak görmemek de lazım. Daha eski teorilerin daha siyah ve beyaz olarak yansıttığı, ama aslında yetişkinlikte ve psikolojik olarak bağımsızlığa yaklaşıldığında bile başkalarına ihtiyaç duymaktan vazgeçmediğimiz gerçeği var. Karıştırabiliyoruz.

Ben duygusal açıdan büyük ölçüde kendi kendine yetebilen bir insansam, psikolojik olarak hayatta kalabilmek için bir başkasına mecbur değilsem, ‘yalnız kurt’ veya ‘ıssız adam’ formunda yaşayıp kimseye ihtiyaç duymayacağım mi demektir?.

Bağımsızlıktan kasıt bu değildir. Bu daha çok bağ kuramamayı çağrıştırır ve pek de sağlıklı bir hale işaret etmez. Bağımsızlık: psikolojik açıdan kendi kendine yetebilirken aynı zamanda derin ve anlamlı ilişkiler kurabilmek, kırılgan hissettiğimiz anlarda da yardım isteyebilip, bir başkasına dayanabilmek – psikolojik olgunluk]]

Yetişkinlikteki psikolojik bağımlılık ve bağımsızlık hislerimizi anlamak için biraz en başa gidelim. Dünyaya annemizin bedenine fiziken bağlı durumda geliriz. Doğumla birlikte, hamilelik boyunca hayatta kalmamızı sağlayan kordon bağının da kesilmesiyle annemizden ilk bedensel ayrılığımızı gerçekleştirmiş oluruz. Bu olay, ömrümüzün ilk ayrılık deneyimi ve de ayrı bir beden, ayrı bir birey olma yolunda atlattığımız ilk badire olsa da gelişimimizin ilk aylarında aslında annemize tamamen bağımlı bir hayat süreriz. (Burada ‘anne’ sözcüğünü, klasik psikanaliz kuramlarından esinlenilerek ‘temel bakım veren’ manasında kullanıyorum. Ancak bir çocuğun duygusal gelişiminin tüm sorumluluğunun anneye yüklenmesi amacı kesinlikle gütmüyorum. Günümüzde anne-baba rollerinin değişime uğradığı, klasik kuramların ortaya çıktıkları dönemlerin aksine, annenin çocuk yetiştirmede tüm sorumluluğu üstlenirken babanın daha pasif rol oynadığı fikrinin geçerliliğini kaybettiği aşikâr).

İngiliz psikanalist Donald Winnicott, geniş anne-yeni doğan gözlemleri sonucunda, “There is no such thing as a baby” (“Bebek diye bir şey yoktur”) sözünü, bu olguya dikkat çekmek için söylemişti. Winnicott’a göre, küçük bir bebek henüz tek başına bir varlık değildir; ömrün bu kritik ilk aylarında bebek diye bir şey yoktur, ancak ve ancak bebek-anne ünitesi/bütünlüğü vardır. Ve yine bebekken, annemiz tarafından yalnız bırakıldığımızda (sadece fiziken değil, duygusal yalnızlık da olabilir bu), çok korkar ve ömrümüzün geri kalanında sıkça başımıza gelecek ayrılık kaygısını ilk bu anlarda hissetmeye başlarız. Bu dönemde bu kaygıların nasıl üstesinden geldiğimiz, yetişkinlik hayatımızdaki yakın ilişkilerimizde yakınlık ve mesafeyle başa çıkma yöntemlerimizde de belirleyici rol oynayacaktır. Sağlıklı bir gelişimde bu bağımlılık süreci ilelebet sürmez; bebek büyüdükçe, kendini ve dünyayı keşfettikçe, benliğini ortaya koymak, bağımsızlığını ilan etmek ister. Bu süreci doğru destekle en az hasarla tamamlayabilmek de ileriki yaşamımızda kendi isteklerimize ve seçimlerimize güvenebilmemizin önünü açacaktır. Burada doğru desteğin püf noktası, bize gereğinden az veya fazla değil yeteri kadar yardımcı olan, bizi zamanından çok önce veya sonra değil, tam vaktinde özgür bırakan ebeveynler tarafından büyütülmektir.

Anlatılan birlik hissi mutluluktan uçurur cinsten bir hazdır. Aynı veya benzer hissi yetişkinliğimizde de yaşarız. Sevgililer birbirlerine âşık olduklarında, seks esnasında veya doğaya çıkıp doğayla bütünleşildiğinde benzer bir ‘bir olma’ hissini tadarlar. Ne var ki, bu tarz bir olma ‘anları’ sona eren anlardır. Ve sona erdiklerinde biz artık diğer insanla bütünleşmiş bir ünite değil, özerk bir insan olarak evrendeki yerimizi korumuş oluruz. Bu bir olma ve ayrışmış olma halleri arasında ciddi sorunlar yaşamadan gidip gelebiliyorsak, duygusal olarak fazla yıpranmadan bir başkasıyla ilişki kurabiliyoruz anlamına gelir. Nefesmiş gibi, suymuş gibi, zihinsel varlığımız için O’na muhtaç olduğumuzu hissetmeden bir başka bireyle çok yakın olabilmek, hatta yeri geldiğinde onunla bütünleşip kendimizi o anın içinde güvenle kaybedebilmek. Ama yeri geldiğinde de sadece bağımsız, tek başına bir birey olabilmek, o yakınlığın tekrar kurulabileceğine dair inancı kaybetmeden. Çok yüzeysel olarak söylüyorum, bunu başarabildiğimizde sağlıklı ilişkiler kurabiliyoruz sanırım. Biz büyürken genellikle yolunda giden bir ayrılma-bireyselleşme süreci, yetişkinliğimizde kendi seçimlerimizi sahiplenme becerimize, kendimizi ve dünyayı keşfetmek için ihtiyacımız olan güvene sahip olmamıza da yol açar. Sevdiklerimizi kaybetmemek için her daim görüş alanımızda olmalarına gerek duyulmayacağına dair inancımıza da katkıda bulunur.

Batı dünyasında geliştirilen çocuk gelişimi kuramları kuşkusuz farklı kültürlerle birebir örtüşmeyecektir. İnsan ilişkileri ve çocuk yetiştirme konularında nesilden nesle aktarılan yazısız kurallar her kültürün kendine özgü olduğundan, aile ilişkilerimiz, alışkanlıklarımız, örf ve adetlerimiz de Batılı aile yapısından hatırı sayılır derecede farklılık gösterir. [[Kendi kendine yetmeyi, bireylerin sözlü olarak kendini ifade etmesini metheden Batı bireyciliği, yüzyıllardan beri dini, sosyal, politik ve ekonomik mecralarda ortaya çıkmıştır.

Birey, kendi hak ve sorumlulukları olan biri, toplum da kişisel ihtiyaçların altında görülmüştür. Batılı filozoflar bu çok net birey olgusunu yaratırken, zihin ve bedeni de birbirinden ayırmıştı. Ayrı incelenmişti. Psikanaliz de böyle bir kültürden doğdu. Aynı geleneğin psikolojik mecradaki gelişimi olarak görebiliriz. Bu nedenlerle psikanalizde bahsedilen kendilik, daha kolektivist kültürlerde algılanan kendilikle tam örtüşmeyebilir. Hangisinin iyi veya kötü, doğru veya yanlış olduğuna kafa yormaktan çok, mutlak doğru kabul etmeksizin, bu teorilerden ne öğrenebiliriz düşünmek işimize gelebilir.

Batı kültüründe normal kabul edilen birtakım hususlar bizim kültürümüzde tuhaf karşılanabilir. Örneğin, ilişkilerde ‘mesafe’ hususunu ele aldığımızda hemfikir olacağız ki, kültürümüzde gerek aile içindeki gerekse dışındaki yakın ilişkilerde bireysellik daha az gelişmiş, sınırlar daha bulanıktır. Burada mesafeden kasıt, örneğin geniş aile içerisinde bireylerin kendi özeli, kendi alanı olması, hayat seçimlerini kendisi, kendi adına yapabilmesi ve aile bireyleriyle sağlıklı yakın ilişkisi olsa da duygusal bağımsızlığını gerçekleştirebilmesi, kendine has bir yetişkin birey olabilmesidir. Az önce anlattığım çocuk gelişimindeki ayrılma-bireyselleşme süreci bizim aile yapımızda kimi zaman belki de hiç tamamlanmayan bir olgudur.

Bu gözlem tabii ki her aile için geçerli olmayabilir, ancak adımıza her işimizi halleden, her düştüğümüzde kalkabileceğimize dair inancıyla yanı başımızda “ben buradayım. Sen yapabilirsin” mesajı vermek yerine, belki de biz daha yerden kalkmaya hazır olmadan kolumuzdan tutup bizi güvenli alana geri yerleştiren ebeveynlerin evlatları olarak öz benlik bilincimizi acaba ne dereceye kadar kazanıyoruz? Kim olduğumuzdan, gerçekten neyi sevip neyi sevmediğimizden, seçimlerimizin bizim olup olmadığından nasıl emin oluyoruz? Bunlara bağlı olarak da öz sevgi ve saygımız ve özgüvenimiz arzu ettiğimiz düzeyde mi? Kişinin kendine bu soruları sorması ve derinlemesine düşünmesi öz farkındalığı ve yakın ilişkilerinin sağlığı açısından kuşkusuz pek faydalı olacaktır.

İlk yıllarında kişinin temel bakım verenleriyle sağlıklı bir şekilde çözümlendiremediği yakınlık-mesafe ikilemi yetişkinliğinde bilhassa romantik ilişki partnerleriyle ilişkisinde sorun olarak karşısına çıkabilecek; geç kalınmış bireyselleşme süreci yaşayıp, bakım verenle yarım kalan süreci partneriyle tamamlamaya kalkıştığında hem kendi iç dünyasında hem de ilişkilerinde krize yol açabilecektir. Yetişkinlikteki yakın ilişkilerde karşılaşılacak sorunlar, örneğin, yakınlık kuramama, samimiyetten korkma, bağlanmadan korkma veya kendi ihtiyaçlarını hiçe sayarak ne pahasına olursa olsun bağlı kalma şekillerinde açığa çıkabilir. Yakınlığın acı veren bir deneyim olduğunu öğrenmiştir mesela ömrün ilk yıllarında. Hayatta kalabilmek için muhtaç olduğu ebeveyn fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını iyi karşılayamamıştır. Duygusal acıya dayanılabileceğini tek başına idrak edecek yaşta değildi o zaman, o yüzden de belleğinde bu durum çok korkutucu, kaçınılması gereken bir deneyim olarak kalır, ve yakınlıktan kaçar. Yeterince iyi olmadığına ve ne olursa olsun günün birinde terkedileceğine inanmıştır veya. Bunu ortadan kaldırmak için terkedilmeden önce kendisi terk eder. Bir ilişkiden diğerine geçer, sürdüremez. Yakınlık çok boğucu hissedildiği için de tercih edilmeyebilir. Özgürleşmek istediğinde, birey olmak istediğinde buna izin verilmemiştir. Kendine ait bir zihninin olması için uygun koşullar yaratılmamıştır. Yakın ilişki onu yutacakmış gibi gelir. Korkar ve kaçar. Yakınlaşmak istemez. Veya kendi özerk ve bir bütünden ayrışmış haliyle hayatta kalamayacağına inandırılmıştır. Bu yüzden, ne pahasına olursa olsun, ona iyi gelmese de bir ilişkiyi sürdürür. …. Bu sebeple, kişinin kendi hal ve tavırlarını anlaması ve ilişkilerinde mutluluğu yakalaması adına, yaptığı seçimleri kendi geçmişi ve iç dünyası çerçevesinde irdelemek her zaman yararına olacaktır.

Yaşam