Gazetecilere ders olacak yazı.. Duayen gazeteci Celal Başlangıç, ölüm tehdidine rağmen o haberi nasıl yaptığını böyle anlatmıştı
Buluşma saati gelmişti.
Dışarıda yağmur, karanlık, bir de soğuk var.
Elektrikler biraz önce kesildi. Otuz kişilik yer sofrasından geriye tabaklardaki artık kalmıştı. Sıyrılmış kuzu kemikleri ve pirinç tanelerine, solgun mum ışığı vuruyordu.
Günlerdin yaşananlar, derin çizgilere dönüşüp sofranın çevresindeki herkesin yüzüne yapışmıştı gölge gölge. Suskunluğun sesi egemendi; iç çekme, öksürük, tesbih şakırtısı, çakan çakmak, sönen çakmak...
Yeşilyurt köylüleri bekliyordu. Soğuk bir karanlıktaydılar mutlaka.
Kalkmam gerekiyor.
"Ben gidiyorum."
Sanki boşluğa düşmüştü bu ses. Gözler gizliden gizliye birbirine değdi.
Gözlerin birleştiği noktada Cizre'nin Sosyal Demokrat Halkçı Partili (SHP) Belediye Başkanı Tahir Vesek vardı. Belli ki gecenin bu saatinde evinden bir kişinin tek başına çıkması onu tedirgin ediyordu.
Yemek boyunca ayakta dikilip duran ince uzun gence parmağının ucuyla belli belirsiz bir işaret yaptı. Fırlayıp çıktı dışarı, işareti görünce.
Dışarıda yağmur, soğuk, bir de karanlık vardı. Tahir Vesek cama doğru uzattı elini:
"Şimdi gidebilirsin. İşin bitince çocuklar seni geri getirir. Sakın sokaklarda yalnız gezme."
Oda geniş bir avluya açılıyor, avlunun çevresi kale gibi yüksek duvarlarla çevrili. Amansız bir kan davasının ürünü bu duvarlar. Avludan dış kapıya kadar uzun bir koridor var. Her girintide filinta boylu gençler bekliyor.
Dış kapı açıldı. Çevredekiler kartal bakışlı, elleri kabzaya bir solukta uzanacak tetiklikte.
Hala bekliyordur Yeşilyurt köylüleri.
İki koldan iki insan kümesi, elektrik direklerinin diplerinden karanlığa doğru daldı. Bir "U" biçiminde sarmışlardı çevremi. Ceketlerinin yırtmacı, bir kabza kalınlığıda açılmıştı. Soğuğa ve yağmura, bir de karanlık eklenince ortalık olduğundan da fazla ürkünçleşiyordu.
Bölgede yaşanan işkence olaylarını incelemek için yola çıkan SHP heyetiyle birlikte Batman üzerinden İdil'e, oradan Cizre'ye gelmiştik. Yol boyunca korkunç işkence öyküleri dinlemiş, büyük bir gözaltı dalgasının yarattığı tedirginliğe tanık olmuştuk.
Her yerde karşımıza işkence yaralarını hala üzerinde taşıyan, gözaltına alınan yakınlarının akıbetini merak eden insanlar çıkıyordu.
İdil'den Cizre'ye geçerken SHP Merkez Disiplin Kurulu Üyesi olan İdilli avukat Hasip Kaplan kalabalıktan sıyrılıp yanımıza gelmişti. İşkence ve gözaltı belgeleri vardı Kaplan'ın elindeki dosyalarda. Bunlardan biri de elle yazılmış iki sayfalık dilekçeydi ve işte bu dilekçe beni Cizre'nin karanlık sokaklarından Yeşilyurt köylülerine doğru götürüyordu.
Günlerdir süren bir kabus yaşanıyordu Cizre'de.
İdil Caddesi'nden gelen polis aracı, yolun soluna yanaşmış. Kapıları açan resmi giysili iki polis tam araçtan inerken çapraz ateşe tutulmuşlar.
Günün tam ortası. Tarih 13 Ocak 1989... Saat 13.25...
İki kişiymiş ateş edenler. Cizre'de bir yıldır süren "kaldırımüstü cinayetleri"nin bir benzeriymiş yaşanan. İki tetikçi 14'lü tabanca, yakın mesafeden çapraz ateş... Ancak bir farkla ki, bu kez öldürülenler ihbarcılar değil, polisti!
İşte bu olay, bir dönüm noktası olmuştu Cizre'de. İki polisin öldürülmesiyle ilçede büyük bir operasyon ve gözaltı dalgası başladı.
Mahalleler tutuldu, girişler çıkışlar yasaklandı. Çarşıya ancak "ekmek alabilecek kadar küçük çocuklar" gidebildi. Büyük bir gerginlik yaşanıyordu Cizre'de. Bir yandan operasyon sürüyor, evlerin kapıları kırılıyor, içerdekiler dövülüyor, kimi gözaltına alınıyor, diğer yandan da halkın tepkisi giderek artıyordu. Geceleri "ilan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağı" uygulanıyordu. Anlatılanlara göre, gözaltına alınanların sayısı 300'ü aşmıştı.
"PKK'nın muhtarı"
İşte böyle bir Cizre'de, gecenin karanlığında, Yeşilyurt köylüleriyle sözleştiğim dükkanı arıyordum. Tahir Vesek'in evinden birlikte çıktığım gençler de bir bir bakıyorlardı kararlığın gölgesindeki tabelalara. Biri, "Tamam, buldum" dedi , "Kent Gıda Pazarı..."
Dükkanın aralık kapısından içeri girdim.
İçerde sekiz kişi oturuyordu. Sekizi de Yeşilyurtlu. Hasip Kaplan'ın bana İdil'de verdiği dilekçenin fotokopisini uzattılar:
"Okun mu bunu?"
Okumuştum ama, inanılır gibi değildi. Dilekçe önümde duruyordu. Mumun titrek ışığında gördükleri daha bir inanılmaz geliyordu insana.
"Cumhuriyet Savcılığı'na,
Sanıklar: 14-15 Ocak 1989 günü Yeşilyurt köyüne gelen güvenlik kuvvetleri.
Suç: Efrada suimuamele, işkence
Olay: 1) 14-15 Ocak 1989 gece saat 02.00'de Cizre'ye bağlı Yeşilyurt köyümüz, jandarma, komando, özel tim ve diğer güvenlik güçlerince sarılmıştır. Sabaha doğru köy yakınında bir eşek ve iki sıpa karaltı olarak görülmüştür, açılan ateş üzerine eşek yaralanmıştır.
2) Köye giren güvenlik görevlileri ise köyden üç kişinin kaçtığını söyleyerek tüm köylüleri kadın erkek bir araya toplamışlardır. Evler aranmış, hiçbir suç unsuru bulunamamıştır. Kadınların tek tek ağızları açılarak bakılmış, üstleri aranmış, tüm erkekler yüzükoyun yere yatırılmıştır. Burada sürekli olarak "Siz PKK besliyorsunuz, düşmansınız, bu köyü yıkacağız" denilerek her türlü küfür edilmiştir. Köy muhtarına 'Sen devletin değil, PKK'nin muhtarısın' denilmiş, yere yatırılan köylülerin sırtında, karda kışta saatlerce güvenlik güçleri gezmiş, kaba dayak atılmıştır.
3) Muhtar Abdurrahman Müştak, amcası Kamil Müştak, Abdullah Gündoğan ve Bahattin Müştak soruşturmaya alınmış, saatlerce dayak atılarak yaralanmışlardır.
4) Çevreden insan pisliği toplatılarak, muhtarın amcası Kamil Müştak'a, zorla, tek tek, yaşlı genç demeden pislik ağızlarına verilmiştir. Daha sonra bu insan pisliği, Kali Müştak'ın oğlu olan Bahattin Müştak'a zorla babasının ağzına verdirilmiştir. Yaşlı olan Kamil Müştak yaralanmıştır. Abdurrahman Müştak yaralanmış, Abdullah Gündoğan yaralanmıştır.
5) 15 Ocak günü köylü bırakılmamış, şikayet etmeleri önlenmiş, Kamil Müştak ve Ahmet Kaya yalınayak karda yedi kilometre ötedeki Cizre ilçesine götürülmüştür.
6) Köyde hiçbir suç unsuru bulunmadığı halde, her türlü aşağılık, yakışıksız ve yaslara aykırı olarak bize suimuamelerde bulunulmuş, işkence yapılmıştır."
Karanlıkta bir daha yüzlerine bakıdım. Okuduklarıma inanamıyordum. üstüne basa basa sordum:
"Size insan pisliği mi yedirildi?"
Sekizi birden kafasını salladı:
"Evet, hepimize birden insan pisliği yedirilmiştir."
Arka bacağı yaralı terörist!
Yeşilyurt köylülerinin başına gelenler pek öyle inanılır cinsten değildi. Aslında 12 Eylül'den bu yana yaşadıkları sözün dar gelmeyeceği bir öyküydü. Ama onlar sadece 14-15 ocak gecesi başlarına gelenleri bir dilekçeye yazıp önce Cizre Cumhuriyet Savcılığı'na, ardından Cumhurbaşkanlığına [Kenan Evren], Anavatan Partisi (ANAP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Doğru Yol Partisi (DYP) genel merkezlerine, İçişleri Bakanlığı'na [Mustafa Kalemli], Genelkurmay Başkanlığı'na [Necip Torumtay], İnsan Hakları Derneği'ne göndermişler, bu baskı belki bir gün biter diye.
12 Eylül'den bu yana hiç boş bırakılmamış Yeşilyurt köylüleri. "Korucu ol" baskısı, "Bize silah teslim etmezseniz..." tehditi, gece baskınları, gündüz baskınları... 12 Eylül 1980'de 120 ev ve yedi mezrasıyla Cizre'nin en büyük köyü olan Yeşilyurt'ta ev sayısı 80'e inmiş. Onlar yıllardır yaşadıklarını değil, sadece bir gece başlarına gelen utanç verici öykülerini son bir umutla duyurabileceklerine inandıkları her yere dilekçe yazıp göndermişler.
Aslında resmi makamlara verilen bu dilekçede anlatılanların çok daha ötesindedir Yeşilyurtluların yaşadıkları.
13 Ocak'ta iki polisin öldürülmesinden sonra ilçe merkezinde başlatılan operasyonlar, bir gece sonra köylere kaydırılmış. Cizre'ye yedi kilometre uzaklıkta olan Yeşilyurt köyünün çevresi, komando, özel tim, jandarma ve yörede görev yapan "sivil zevat" tarafından sarılmış.
15 Ocak başlayalı daha birkaç saat olmuştur. Saat 02.00'de kuşatma tamamlanmıştır. Köye birkaç yüz metre uzaklıktaki mezrada üç karaltı hareket eder. Askerler yaylım ateşine başlarlar. Karaltılar kaybolur. Köyün dört bir yanından ateş edilmektedir. Sıcak yataklarındaki Yeşilyurtlular neye uğradıklarını anlayamazlar. O anda anons duyarlar:
"Başını çıkartan öldürülür. Herkes evine gitsin. Pencerelerin kepenkleri kapatılsın."
Köyü bir sessizlik basar. Köy halkı evlerine çekilmiş, ne olacak diye beklemektedir.
Bir süre sonra görevli binbaşı, herkesin evlerinden çıkmasını ister. Kadın erkek, çoluk çocuk... Hatta çocukların beşikleriyle kapının önüne konulması emredilir. Bütün köy halkı alanda toplanmıştır. Komutan, kadınlarla erkeklerin ayrılmasını ister. Sonra, erkeklere döner, yaşlılara gençlerin iki ayrı grup oluşturmasını söyler. Yörede yaşlılık ölçüsü altmış ve sonrasıdır. Komutan genç gruba döner, "Yere yat" emri verir. Sonra köyden üç teröristin kaçtığını söyleyerek bunların bir an önce bulunmasını ister. Muhtar Abdurrahman Müştak ile amcası Kamil Müştak, köyde terörist olmadığını anlatmaya çalışırlar. Bunun üzerine muhtarla amcası "sorguya" alınır. Yörede "sorgu", aslında kaba dayaktır. Ardından komutan, askerlere emir verir ve onlar da yere yatmış gençlerin üzerinde dolaşırlar bir süre.
Köydeki tüm evler aranır. Hiçbir suç unsuru bulunmaz. Ama jandarma, köylülerin ilçeye inip şikayet etmesini önlemek amacıyla köyden ayrılmaz. Bu arada köyün çevresindeki göçebeler, muhtara bir haber salarlar. İş anlaşılmıştır. Köyden sabaha karşı çıktığı sanılan üç terörist, köyün eşeğiyle onun sıpalarıdır. Muhtar, açılan ateş sonucu arka ayakları parçalanan eşekle başında bekleyen sıpalarını alır, ahıra kapatır.
Ertesi gün binbaşı gelir, "Teröristleri buldun mu?" diye sorar muhtara. "Evet" der muhtar, "Buldum". Komutan duyduklarına inanamaz. Nerede oldularını merak etmektedir. Muhtar ahırı gösteri; "İşte orada". "Ne işleri var orada?" diye bağırır komutan. Muhtar sakindir, yanıtlar:
"Eşekle sıpalarıdır. Dün terörist diye onları vurmuşsunuz."
Sonu dışkı yedirmeye kadar varacak olan baskı ve işkenceler işte bu olaydan sonra bir dilekçeye dönüşür ve ilgili olduğuna inandıkları her kişiye, kuruma başvururlar. Bir de raporları vardır ellerinde işkence gördüklerine dair.
'Gitmeyin sizi vuracaklar'
"Bir kazaya kurban gitmemek" için yazıyı bölgeden ayrıldığım gün yazdım.
Ancak, 1989'un Ocak ayında "Yeşilyurt köylülerine asker dışkı yedirdi" diye bir haber girebilir miydi?
Bu soruya "Evet" demek pek kolay değildi.
Bu yüzden haber olarak değil de izlenim olarak yazdım. Dışkı yedirme olayını yazının sondan bir önceki paragrafına deyim yerindeyse "gizledim". Başlığını da "Münferit bir işkence öyküsü" diye attım.
22 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te, birinci sayfadan tek sütuna anonslanarak yayınlandı yazı.
Ancak korktuğum başına gelmişti.
Sondan bir önceki paragrafa gizlediğim "dışkı yedirme" olayı, köylülerin bu konuyla ilgili anlatımları tümüyle çıkartılmıştı yazıdan.
O zamanlar böyle durumlarda akla ilk gelen soru "Bu mesleği bırakmalı mı artık?" oluyordu.
Değişik duyguların git-gelinde yaşarken telefon çaldı Arayan Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal'di.
"Yazın çok güzel olmuş eline sağlık" diyordu.
Durumu anlattım, atılan bölümü aktardım ve artık gazetecilik yapmanın pek anlamlı olmadığını, bu yüzden istifa etmeyi düşündüğümü söyledim.
O da şaşırmıştı.
"Köye bir daha girer misin?" dedi. Hiç tereddüt etmeden "Evet" deyince, "Sen köye git, ben de manşet yapacağım" diye söz verdi.
Cumhuriyet'in Adana'daki bürosunda yeniden Yeşilyurt'a gideceğimi duyan herkes aynı görüşte birleşiyordu:
"Gitme, senin vururlar."
Bu tartışma sırasında, bürodan içeri SHP Adana Milletvekili Cüneyt Canver girdi. "Gitmeli mi, gitmemeli mi" tartışmasına o da karıştı. sonunda Canver kararını açıkladı:
"Gidersen ben de seninle gelirim Yeşilyurt'a."
Bu kimsenin görüşünü değiştirmemişti:
"Gitmeyin, bu sefer ikinizi de vururlar."
Demek ki, daha da kalabalık gitmek gerekiyordu.
SHP Diyarbakır Milletvekili Fuat Atalay'ı aradım. "Tamam" dedi Atalay, "Ben de gelirim."
Sonunda bir plan yapıldı. Canver'le ben Adana'dan Cizre'ye gidecektik. Atalay da ilk uçakla Ankara'dan Diyarbakır'a gelecek, orada Siirt muhabirimiz Cengiz Mumay'la buluşacaktı. Birlikte Cizre'ye geçeceklerdi. Buluşma yerimiz de Cizre Belediye Başkanı Tahir Vesek'in makamıydı.
Hemen Tahir Vesek'i aradım "Biz geliyoruz" diye.
Daha bu telofonun üzerinden yarım saat geçmemişti ki Vesek, Cizre'den soluk soluğa arıyordu.
"Senin telefonun ardından bana 'faili meçhul' bir telefon geldi. 'Gelmesin, vurulacak' diye."
Belli ki telefonlar çok sıkı dinleniyordu. Hatta dinlemeye kalmayıp tehdit etmeye de sıvanmışlardı.
İlkokul karakol yapılacaktı
Sonunda planladığımız biçimde Cizre Belediye Başkanlığında buluştuk.
Başkan Vesek "Bırak milletvekilleri gitsin ama sen gitme" diyordu sürekli olarak. Israrı sonuç vermedi. Canver, Atalay ve Mumay'la birlikte Yeşilyurt köyüne doğru yola çıktık.
Yeşilyurt'a gitmek için Cizre-Nusaybin yolundan ayrılıp dağlara doğru uzanan dar, toprak bir yola sapmak gerekiyordu.
Köy yolunun sapağında üç askeri araç duruyordu. Bizim araçları görünce bir cip ile iki cemsenin motorları çalıştı. Tam yaklaştığımızda da önümüzden köye doğru hareket etti askeri araçlar.
Hep birlikte, konvoy olarak köye doğru gidiyorduk. Olayın gerilimi iyice artmıştı. Demek ki bizi bekliyorlardı.
Beş kilometrelik toprak yol neredeyse bitiyordu. Yeşilyurt'un evleri görülmeye başladı. Askeri araçlar yavaşlamaya başladı. İçinden askerler ikişer metre aralıklarla atlayarak köyü sarıyorlardı. Hepimizde, bir tuzağın içine kendi ayağımızla giriyoruz, duygusu vardı.
Cizre ilçesinin yamaçlarına doğru çıkan toprak yol bittiğinde, askerler, köyün "terk edilmiş" ilkokulunun önünde durdu. Yeşilyurt'un çevresindeki taşı bol, karasabanın güçlükle çekildiği tarlada katırlarla çift süren köylüler endişeyle kaldırdılar motor seslerine kafalarını.
Köy muhtarı Abdurrahman Müştak evinden fırladı telaşla. Köyün harabeye dönmüş ilkokulunun önünde askerleri görünce, günlerdir yaşadığı tedirginliğin çizgileri dalga dalga oturdu yüzüne. Ancak hemen ardından milletvekilleri Canver ve Atalay ile Mumay'la beni görünce biraz rahatladı.
Tüm köy halkı çevremizi sarmıştı. Günler önce köye yapılan baskını anlatmaya hazırlanıyorlardı. Bir yandan da gözleri köyü kuşatan askerleri tarıyordu. Hepsinde bir merak vardı; "Bugün ne yapacaklardı acaba? Niye gelmişlerdi?"
Askerler komutana koşup emir aldıkça köylülerin tedirginliği artıyordu.
Bir askeri araç tozu dumana katarak köylülerle birlikte durduğumuz meydana doğru geliyordu.
Hemen bir önlem almaya çalıştı Canver:
"Sen şimdi rahat anlatamazsın askerlerin yanında. Eğer bizi dinlemeye kalkarlarsa, ben sana 'Muhtar, evinde bir çay ikram et bize' derim. Eğer peşimizden eve gelmeye kalkarlarsa da içeri sokmayız."
Bu önleme gerek kalmadı. Topluluğa fazla yaklaşmadan gelen aracın komutanı muhtarı çağırdı.
"İlkokulun anahtarını ver."
Yeşilyurt Köyü İlkokulu bir yıl önce kapatılmış, öğretmen atanmadığı için. Muhtar elini pantolonunun cebine atıp sarı, büyük bir anahtar çıkardı. Askeri araç geldiği gibi, tozu dumana katarak uzaklaştı.
Muhtarı şimdi de yeni bir telaş sarmıştı şimdi de. Bize doğru dönüp son bir çare olarak yakınmaya başladı:
"Bakın, daha bugün köy sabah yedide basıldı. Köyün hoparlöründen 'Kimse evden çıkmasın kimlik kontrolü yapılacak, evler aranacak' duyurusu yapıldı. Köyün aşağısında amca oğlum Halil Müştak'ın evi var. 10 yıl önce evi boşaltıp Cizre'ye yerleşmişti. Ev virane. Kapısı bezle bağlı. Evin içinde bana bir torba gösterdiler. İçinde beş tane el bombası vardı. Birkaç tane de tahrip kalıbı. Bir tutanak yapıp imzalattılar. Torbaların başında da fotoğrafımı çektiler. Şimdi okulun anahtarını verdim. Nereden bileyim içine bir şey bırakmayacakların?"
"Haydi yürüyün, gidip okula bakalım."
Bu, milletvekillerinin önerisiydi. Hep beraber kalkıldı.
Okulun çevresi askerlerle sarılıydı. İçeride kırık dökük sıralar, duvarlarda mevsimler şeması ve Atatürk'ün fotoğrafı vardı. Bir yıldır okulun kapısı açılmamıştı. Bir süre önce muhtara bildirim yapılmıştı. Okulun boşaltılması isteniyordu. İlkokul, karakol olarak kullanılacaktı.
Bir yandan okulu gezerken, diğer yandan muhtar Abdurrahman Müştak anlatıyordu yıllardır başına gelenleri.
1982 yılında köylerden silah toplanmaya başlanmış. Yeşilyurt'tan 40, mezralarından da 20'şer silah istenmiş. 180 silah bulunmayınca da köy çeşmesinin başındaki dut ağacına kollarından asıvermiş askerler muhtarı. O günden bu yana benzeri uygulamalar çok olmuş. Tümüne de ses etmemişler. Ta ki en son olay meydana gelinceye dek.
PKK lehine yazan gazeteciler
24 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te tüm ayrıntılarıyla yayınlandı Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirme olayı. Hem de manşetten. Hasan Cemal sözünü tutmuştu.
Ortalık karıştı. Muhalefet biraz ürkek de olsa, ayağa kalkar gibi olmuştu. Başbakan Turgut Özal "Ya doğru değilse?" diye soruyordu.
Gazetede haber çıktıktan bir gün sonra Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu ve Jandarma Asayiş Komutanı Korgeneral Hulusi Sayın Ankara'da ortak bir basın toplantısı düzenledi.
Sözüm ona İstanbul'dan Cizre'ye uzanan büyük bir operasyon başlamış, Adı "Birlik" olan bu operasyonu baltalamak için bu iddia ortaya atılmıştı.
Hatta Korgeneral Sayın "bazı gazete muhabirleri PKK'nın lehine, devletin aleyhine yazılar yazmayı görev saymışlar sanki. Bunlar belki bilmeyerek, yanlış bilgi ile oluyor ama bazıları da özel nedenlerle yazıyorlar" diyordu.
Hatta general Sayın haberi okur okumaz soruşturma emri verdiğini söylerken soruşturma sonucunu da açıklıyordu aynı anda:
"Olay en ince teferruatına kadar incelenecek ve kimse korunmayacaktır. Bu iddiaların birçok kısmının yanlış olduğunu, yapılacak olan açıklamalarla sizler de öğreneceksiniz."
Haberin çıkmasından neredeyse bir hafta sonra köylülere dışkı yedirdiği iddia edilen binbaşının adı ortaya çıkmıştı; Cafer Çağlayan.
Daha binbaşı ifadeye bile çağrılmamıştı.
Yeşilyurt köylülerine kimse hala gelip sormamıştı "Size dışkı yedirildi mi?" dye.
Ama olayı yazdığımız için neredeyse beni PKK''li ilan edeceklerdi.
Gazeteciler de OHAL Valisi Kozakçıoğlu'na iddiaları soruyor. "Savcıya gitsinler" diyor Kozakçıoğlu. Yeşilyurt köylüleri savcıya gitmişler zaten. Ama savcı ne yapsın. 12. Jandarma Komando Tabur Komutanlığı'na bir yazıyla iki polisin şehit edilmesi olayıyla ilgili olarak Yeşilyurt köyüne yapılan operasyondaki birlik komutanının adını soruyor.
Yanıt da geliyor; "Operasyondaki komutanın kimliği Cafer Çağlayan" diye.
İmza: J.Kd. Binbaşı Cafer Çağlayan...
İşte OHAL'in hali...
Binbaşı ifade vermek için Cizre Adliyesi'ne gittiğinde gazeteciler fotoğraf makinasına davranıyor. Yanındaki yüzbaşı silahı çekip bir gazeteciye doğrultuyor:
"Resim çekmeye kalkarsan kurşunu alnına yersin."
Haberin çıkmasından üç gün sonra İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli bir açıklama yapıyor "OHAL Valiliği ve Jandarma Asayiş Komutanlığı'ncak tahkik edilmiş ve bu iddiaların doğru olmadığı saptanmış bulunmaktadır" diye.
Hoppala. Oysa daha soruşturma sürüyor, binbaşı adliye koridorundan çıkmamış bile, köylüler ifadelerinde olayı tüm ayrıntılarıyla anlatıyorlar savcıya. Tam o sırada İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) dışkı yedirmekten mahkum oldu.
Aslında güvenlik güçlerinin, Kürt köylülerine ilk dışkı yedirme olayı değildi bu, ama olay gerçekleştikten hemen sonra, sıcağı sıcağın yazılan, uzun bir mücadele süreci sonucunda sorumlusunun mahkum edildiği ilk olaydı bu.
Her ne kadar gerek ulusal, gerekse de uluslararası hukukta haberimizin doğruluğu tescil edilse de bugüne kadar verilen her brifingde hem Genelkurmay'ın koridorları, hem de kulaklarım çınladı hep "vatan haini" diye.
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.