Gezi davası: “Hiçbir şey olmadıysa bile kesinlikle bir şey oldu”

Gezi davası: “Hiçbir şey olmadıysa bile kesinlikle bir şey oldu”
18 Şubat’ta görülen Gezi davasının karar duruşmasına giderken herkeste bir gerginlik vardı. Tam 2,5 yıl önce tutuklanan Osman Kavala AİHM kararına rağmen tahliye edilmemişti. Savcının iki duruşma arasında mahkemeye sunduğu mütalaasında, üç sanık için ağırlaştırılmış müebbet, diğerleri için de 20 yıla varan hapis cezaları isteniyordu.
 
“Hiçbir şey olmadıysa bile kesinlikle bir şey oldu”

BERİL ESKİ Can Atalay: “Hocam çok fazla bir şey söyleyebilecek durumda değiliz. Yani bu duruşma. Eyvallah. Sağ olun. Ya bir şey oluyor yani bir şey oluyor, yani bilmiyorum.” 18 Şubat’ta görülen Gezi davasının karar duruşmasına giderken herkeste bir gerginlik vardı. Tam 2,5 yıl önce tutuklanan Osman Kavala AİHM kararına rağmen tahliye edilmemişti. Savcının iki duruşma arasında mahkemeye sunduğu mütalaasında, üç sanık için ağırlaştırılmış müebbet, diğerleri için de 20 yıla varan hapis cezaları isteniyordu. Mahkeme heyetinin duruşmalardaki tutumu da herkesi umutsuzluğa sevk ediyordu. Nasıl sevk etmesin? Bundan önceki benzer davalarda yaşananlar ortadaydı. Gezi duruşması hem öncesiyle hem sonrasıyla insanlara üzüntü, çaresizlik, umut, hayal kırıklığı ve öfke duygularının tamamını yaşatmayı başardı. Milletvekillerinin, avukatların, gazetecilerin, sanıkların sohbetlerde yaptıkları analizler gelişmelere göre sürekli değişiyordu. Sürpriz karardan önce duruşma salonundakilerin ortak esprisi “Hiçbir şey olmadıysa bile, kesinlikle bir şey oldu” cümlesiydi. Malum, AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’un iptal edilen İstanbul yerel seçimleri için söylediği bu cümle artık siyasi analizlerin kilit cümlesi haline geldi. BURADAN O KISMI KOYALIM: Evet, Gezi duruşmasında karar verilirken de karardan sonra yaşananlar da o kadar karmaşıktı ki, bu cümleden başka bir izah akla gelmiyordu doğrusu. Ben Kısa Dalga’dan Beril Eski. Bu podcastte size tarihi bir günü ve Gezi duruşmasında yaşananları anlatacam. Buyrun. 18 Şubat sabah saatleri. Kış soğuğu ve sabah ayazı. Hava hala aydınlanmamış. Silivri’ye doğru yola çıkıyoruz. Duruşmaları cezaevi kampüsünde yapma fikri herkese eziyet olsun diye düşünülmüş kesinlikle. 2-2,5 saatlik bir yol. E haliyle giderken hızlı bir kahvaltı ve tuvalet molası vermek şart. Duruşmanın görüleceği binanın önüne geldiğinizde çileniz bitmiyor. Aramalardan ve kontrollerden geçip duruşma salonuna ulaşmak ayrı bir dert. İşte salondayım. Avukat olduğumdan avukatlar kısmından davayı izlemeye karar veriyorum. Biraz daha konforlu ve olan biteni izlemeye daha elverişli sanki. Devasa bir salonda yapılıyor duruşma. 12 Eylül davalarının spor salonlarında yapılması gibi, bu dönem de Silivri’deki bu devasa salonla hatırlanacak. Uzun bir dikdörtgen spor salonu düşünün. Girişe yakın ucunda izleyiciler, diğer ucunda hâkim heyeti. Ama aradaki mesafe öyle uzun ki, izleyicilerin olduğu yerden ancak hâkimin cübbesinin rengi seçilir, belki o bile seçilemez. O yüzden de iki büyük ekran koymuşlar heyet kürsüsünün yanına. Söz alanlar o ekranlardan takip ediliyor. İzleyici alanı 200-250 kişilik. Sağ kanatta avukat bölümü var. 120 kişilik bir alan ve tıklım tıklım dolu. Yaşlı, genç, tanınmış, az tanınmış… Dizi dizi avukatlar. Eldeki belgelerine bakıp son kontrolleri yapıyorlar, birbirleriyle sohbet ediyorlar. Karşı kanatta diplomatlar, gazeteciler ve müşteki vekilleri var. Çok sayıda milletvekili duruşmada yine. Meclis’in yeni sistemde iyice gözden düşmesi de belki etkili olmuştur: Vekiller iyi birer duruşma izleyicisi oldular bu dönemde. İnsan hakları savunucuları ve gazeteciler…

Gezi’nin güzel yüzlü simgesi Berkin Elvan’ın annesi de izleyiciler arasında. Mahkeme heyeti ve izleyicilerin arası ise sanıkların oturacağı alan. Salonun duvarlarının rengi konsepte uygun: Kahverengiye çalan bir yeşil. Sandalyeler bordo, masalar koyu kahve. Mahkeme heyetinin ve savcının oturacağı kürsü, salonun büyüklüğünün karşısında ezilmemiş. Salon büyüyünce kürsü de büyümüş. Hatta büyüklüğünün üzerini çizmek istercesine bir de neredeyse antik Yunan dönemi tapınaklarından esinlenmiş beyaz sütunlarla çevrilmiş. Biraz yakınlaşıyorum, acaba sütunlar 3D printer’dan mı çıkma diye merak ediyorum. Malzemesi plastiğe benziyor. Kötü bir mimari, çirkin duvarlar, iç karartan renkler. Sanıklar gergin görünmüyor. Hatta aksine neşeliler, şakalaşıyorlar sürekli. Kolay değil, duruşmadan ceza çıksa muhtemelen jandarmalar onları da alacak ve cezaevine gidecekler. Az buz değil, ağırlaştırılmış müebbet ya da 20 yıl hapis… Onca izleyici, avukat, insan hakları savunucusu hiçbir şey yapamayacak üstelik. İnsanlık hala nasıl ilkel bir noktada diye düşünüyorum belki birazdan yaşanacak bu sahne gözümün önüne geldikçe… hakkında ölene kadar cezaevinde kalma cezası istenen Mücella Yapıcı yakınımda oturuyor. Başımı uzatıp nasıl olduğunu soruyorum, “Yani” diyor, “Hayretler içindeyim”. Hayretler içindeyiz hala, bütün bu yaşananlardan sonra bile. Ve jandarma komandoları geliyor. Sanıkların oturduğu alanın etrafında, art arda tek sıra dizilen sandalyelere oturuyorlar. 50-60 arası komando var. Sanıkları çevreliyorlar. Tek tutuklu sanık Osman Kavala jandarma görevlileri eşliğinde geliyor. Sayıyorum tam 6 jandarma var onu getiren. En öne oturtuyorlar. Arkasına dönüyor ve tanıdıklarına el sallıyor. Herkes burada ve tiyatro, pardon duruşma başlayabilir. Mahkeme heyeti girip yerlerini alıyor. Başkan, Helenistik sütunların önünde, yüzü bilgisayar monitörünün ardında kaybolmuş, monoton bir sesle talepleri okuyor. Neredeyse oflayarak sözü savcıya veriyor. Savcı, mütalaasını ve talep ettiği suçları tekrar ediyor, o sırada sanıklardan Can Atalay’ın “2 bin yıl, 2 bin” diyen sesini duyuyorum. Mahkeme heyetinin acelesi var. Bir an önce duruşmayı bitirmek için elinden geleni yapıyor.

Avukat Turgut Kazan dosyaya 9 yeni dilekçe sunduğunu belirtiyor ve bu dilekçelerin her birini açıklamakta ısrar ediyor. Mahkeme başkanı sanıklara mütalaaya ilişkin beyanlarını sormak istiyor ama avukatlar diretiyor.  Önce delil incelenmesi ve tanık dinletilmesi talepleri var. Hatta bazı sanık avukatları tanıklarının duruşma salonunun dışında hazır beklediklerini, mahkemenin onay vermesi halinde hemen dinletebileceklerini söylüyor. Kanuna göre de mahkeme bu tanıkları dinlemek zorunda. Mahkeme başkanı sürekli avukatların lafını kesiyor, özellikle de kadın avukatların: “Avukat Hanım talebiniz varsa alalım”. Oysa avukatların anlatmaya çalıştıkları tek bir şey var. Bu davada henüz delil inceleme aşamasına gelinmedi. Bu aşamaya gelinmesiyse, ancak avukatların inceleme taleplerinin kabulüyle mümkün. Bir de avukatlar taleplerini tamamlarken “evet, tamam, hadi” gibi kelimelerle lafı ağızlarına tıkıyor. Savcı bütün bu taleplerin yargılamayı uzatacağı görüşündü. Talepler reddedilsin diyor, mahkeme savcıya uyuyor. Ve tüm talepler, topluca, reddediliyor. 15 dakika ara veriliyor. Sigara odasında sanıklardan Mücella Yapıcı’ya rastlıyorum. Arkadaşları onunla dayanışmaya gelmiş. Ağırlaştırılmış müebbetin sertliği ve dayanışmanın yumuşaklığı arasında bir yerlerde, duygulanıyor, “Gezi işte bu” diyor. Molada herkesin kanaati neredeyse ortak: Ceza çıkacak. Ve yeniden duruşmadayız. Osman Kavala tutukluluğunun haksızlığına odaklanan bir savunma yapıyor. Sakin. Sesinde iniş çıkışlar yok, net. “Olaylara ve olgulara siyasi açıdan değil, tarafsız bir gözlemci gözüyle bakmaya davet ediyorum” diyor. Mahkemenin sertliği karşısında naif… Mücella Yapıcı, daha önce yargılandığı ve beraat ettiği davada verilen kararı mahkemeye sunuyor: “Savunma buydu, Gezi bu toplumun yüz akıdır, yargılanamaz. Sizindir karar. Ben burada sözlerime canlarını kaybeden 8 çocuğu ve gözlerinin nurunu kaybedenleri selamlayarak sonlandırıyorum” diyor. Gezi ile ilgili her söz heyecan uyandırıyor. İzleyiciler bu sözleri alkışlıyor ve mahkeme başkanı “bir daha alkış olursa, izleyicileri salondan atmakla” tehdit ediyor. Kürsüye Mine Özerden çıkıyor ve savunmasındaki bazı tespitler izleyicileri gülümsetiyor.

Mesela FETÖ’cü savcıların yaptıkları yasadışı dinlemelerin savcılık tarafından “yeniden kıymetlendirme yaptık” diyerek mahkemede delil olarak kullanılmasını eleştiriyor. “Ne demekse tapeler yeniden kıymetlendirilmişti. Alenen kıymet kelimesine hakaret.” “Kendi adıma bu saçmalıklara kızıp üzülemiyorum. Eskiden Uzay Yolu filmi vardı. Mr Spock karakteri, "Bu mantıklı değil" diyerek mantıklı yapmaya çalışırdı. Kurtar beni Mr. Spack diye bağırasım var.” “Eski heyetten bir hâkimin bana karşı bakışını yakaladım” diyor. “Bana bir pisliğe bakar gibi baktı. O güne kadar kimse bana böyle bakmadı. Ne anlatılıyor bu arkadaşlara? diye soruyor. Ve bu durumun mahkeme heyetini reddetme gerekçesi olduğunu belirtiyor. Sanık Can Atalay oldukça ateşli bir konuşma yapıyor. Öyle ki o ana kadar uyuklayan jandarma komandoları silkinip kendilerine geliyorlar. Mahkeme başkanının yüzü ekranın arkasından çıkıyor, Can Atalay’ı dinlediğini görebiliyorum. Atalay mahkemeyi ceza usulüyle bağı kalmamakla suçluyor ve iddianameyi “kirli yalan bohçası” olarak tanımlıyor. Atalay, savcı makamının mütalaasının kendisine 11 Şubat’ta, yani 7 gün önce tebliğ edildiğini, savunma için süre istediğini söylüyor ve soruyor: İddianameyi tebliğden 4 ay sonrasına duruşma vermiştiniz. Şimdi, nedir bu aceleniz? Can Atalay savcılık makamını kopyala yapıştır bir mütalaa hazırlamakla itham ediyor. Öyle ki, diyor Atalay, bize iddianamede sanık yerine şüpheli demişler. Şüpheli ne zaman sanık olur? Hukuk fakültesi 2, bilemedin 3. Sınıf öğrencisi bile bilir. İmzacı savcılar çok gördük. Fethullahçı hâkim ve savcılar da imzacıydı. Konuştukça sinirleniyor, bir ara soluğu kesiliyor, çok mu bağırıyorum diye avukatlara soruyor. Gezi’ye darbe derseniz, 15 Temmuzcuların, 12 Eylülcülerin işini kolaylaştırırsınız, diyor Atalay, belki de istediğiniz budur diye de ekliyor. Bu duygusal konuşma onu kan ter içinde bırakıyor.

Oturunca Çiğdem Mater ona bir mendil uzatıyor. Bir diğer sanık, şehir planlamacısı Tayfun Kahraman. Aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi Kentsel İyileştirme Daire Başkanı. Bir zamanlar Gezi Parkı’na yapılacak Kışla ve AVM’ye itiraz ettiğimiz için bugün yargılandığımız gibi, belki ileride de Kanal İstanbul’a itiraz ettiğimiz için yargılanacağız, diyor. Mahkeme, mütalaanın esasına ilişkin beyanda bulunmak için ek süre taleplerini reddediyor. Mahkeme başkanı “Oy birliğiyle reddedildi” diyor, oysa yanındaki hakimlere görüşlerini sorduğunu göremiyorum. Avukatlardan bir itiraz uğultusu yükseliyor. Gerginlik tırmandıkça tırmanıyor. Kavala’nın avukatı Köksal Bayraktar tahliye üzerine taleplerini açıklıyor. Mahkeme başkanı birden Osman Kavala’ya son sözünü soruyor. İşte o an, avukatlar artık kendilerini tutamıyor ve isyan ediyorlar. Mahkeme başkanı, sanıkların son sözünden sonra avukatlara söz vereceğini söylüyor. Oysa bu hukuk fakültesi okuyan değil, herhangi bir filmde duruşma sahnesi izleyen herkesin söyleyeceği gibi usule aykırı. Son söz sanığındır. Avukatlar kanunsuz, usulsüz diye itirazlarını yükseltmeye başlıyor. Bir avukat “nasıl bir oyunsa bu, dekor bile değiliz” diye söyleniyor. 70 klasörlük bir iddianame, bir hafta önce tebliğ edilmiş bir mütalaa ve mahkeme heyeti savunma almadan hükme gidiyor. Mahkeme başkanı izleyicileri ve avukatları dışarı atacağını söyleyip kürsüden iniyor. Jandarma robocopları salona giriyor. Robocop yarı robot yarı insan bir bilimkurgu karakteri, biliyorsunuz. İşte bu robocoplar da donanımları ile o bilimkurgu karakterlerini andırıyor. Ellerinde kalkanlar ve coplar, dizlik ve kasklarını takmış jandarma erleri. Bir binbaşı geliyor ve iki avukatın salondan çıkmalarını istiyor. Ama avukatlar çıkmıyor. Milletvekilleri araya giriyor ve robocoplarla avukatları salondan atamazsınız diye bağırıyor. Duruşma salonları devletin soft-powerla iş gördüğü yerlerdir genelde. Bu defa iş sertleşiyor. Devlet hard-powerını da göstermek istiyor sanki. Gezi davasına da Gezi direnişindeki gibi bir son yakışır diye düşünüyorum. Salondan atılacağız ve mahkeme sanıklara ceza yağdıracak…Sanırım sadece ben değil, salondaki herkesin aklından geçen bu. Umutsuzluk, çaresizlik ve öfke… Osman Kavala, o karmaşada jandarmaların arasından, avukatıyla iletişim kurmaya çalışıyor.

İki kadın avukat mahkeme heyetiyle görüşüyor. Ortalık biraz sakinleşiyor. Mücella Yapıcı avukat Köksal Bayraktar’a “Hala tahliye diyorsunuz, hükme gidiyoruz, artık beraat deyin” diye takılıyor. Bir başka avukat “bu gerilimden sonra beraat şansınız kalmadı” diye Mücella Yapıcı’yla şakalaşıyor. Mizahla ayakta kalıyoruz, yoksa olan bitene dayanmak ne mümkün. Yanımdaki avukat bana bir muz veriyor. O zaman anlıyorum, öğle yemeği yememiştik ve saat neredeyse 3:00 olmuş. “Yok sağ olun” diyorum. “Ağız tadıyla yediğin son şey olabilir, ye” diyor. İnsanoğlu yaşamsal şeyleri devam ettirmek konusunda her koşulda maharetli. Haklı olduğunu düşünüyorum ve bana verdiği muzu yiyorum. Ortalık toz duman. Heyet dönüyor ve salon buz kesiyor. Salondan atılan kimse yok. Sırf kimseyi dışarı çıkaramadılar diye kızgınlıkla ceza verebilirler diye düşünüyorum. Her şey o kadar keyfi görünüyor. Avukatlara söz vermiyor başkan. Sanıklardan son sözleri soruluyor. Mücella Yapıcı kürsüye çıkınca “bana bağırmayın ama, ben şiddetten hoşlanmam” diyor. Avukatlar, itiraz uğultularıyla davayı takip etmeye çalışıyor. Çiğdem Mater Utku mahkemeye “siz bu iddianameyi okudunuz mu?” diye sorduğunda başkan “mahkemeye soru sorma” diyerek onu azarlıyor. Herkes, freni patlamış bir arabanın içinde, ağaca çarpmayı bekliyor gibi. Zaman hızlanıyor ve hiçbir şey onu durduramıyor. O an gelecek ve ceza kararıyla yıkılacağız. Sanıklar bu sonu geciktirmek için belki de ek süre istiyor. Mine Özerden “mahkeme duvarı, pardon heyeti” diyor. O da çarpmaya çok yakın hissediyor kendini diye düşünüyorum. Mahkeme hükmü açıklayacağını söylüyor ve herkesi ayağa kalkmaya davet ediyor. Bazı avukatların yerinden kımıldamıyor, bir tür sessiz protesto. Ve mahkeme başkanı kararı okumaya başlıyor. Nefesler tutulmuş. Kulaklarıma inanamıyorum, salondaki herkes gibi. Suçlamaları tek tek sayıyor ve ardından “beraatlerine” diyor başkan. Ülke dışındaki 6 sanık hakkındaki yakalama kararı da kaldırılıyor. Osman Kavala’nın tahliyesine diyor sonra... Sanırım, ya da bana öyle geldi, önce sanki bir saniyeliğine bütün sesler, nefesler bile susuyor ve ardından çığlıklar ve alkışlar… Göz yaşları, sinir boşalması, bir rahatlık anı. Osman Kavala gözlerini siliyor. Mutluluğu yaşlı gözlerinden parıldayarak akıyor salona. 2,5 yıllık bir esaretten sonra özgür olacak. Nasıl bir duygu acaba hem orada kalmaya katlanmak hem böyle bir anda özgür olacağını duymak? Duruşma binasının dışına çıkıyorum. Hınca hınç bir kalabalık.

Davayı izlemeye gelen yüzlerce kişi, jandarmanın “bekleme yapmayın”, “yolu açın” uyarılarına rağmen birbirlerine sarılıyor, gülümsüyor. Havada bir drone kalabalığı izliyor, güvenlik araçlarının rahatsız edici kornası duyuluyor. Ama kısa bir süre de olsa, insanlar, mutluluğu yakaladıklarını, hatta uzun bir süre sonra ilk defa “kazandıklarını” hissediyorlar. Bu coşkuyu Gezi’den tanıyoruz. Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan’a rastlıyorum. Acısını yüzünde taşıyan kadınlardandır Gülsüm ana ama bu defa, gülüyor: Gülsüm Elvan – 00:40 “Beklemiyorduk.  ... Ama son bize bir umut geldi.” 00:51 Uluslararası Af Örgütü Kampanyacısı Milena Büyüm ise göz yaşları içinde uzattığım mikrofona konuşuyor: Milena- 00:45 “Çok çok sevinçli ve mutlu ... daha da mutlu ediyor” 01:11 CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu da şaşkın: Sezgin T. – 00:02: “Tabii ki çok mutluyum ... Kimsenin de beklemediği bir karardı.” 00:09 Tanrıkulu, öte yandan da temkinli bir şekilde seviniyor çünkü Türkiye’de pek de bir şey değişmemişti: Sezgin Tanrıkulu 2:11 “Bu davadan beraat kararı çıkmış olması Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu veya diğer yargılamaların adil ve dürüst yapıldığını göstermez. Ama bu dava, dünyanın izlediği bir davadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, tarihinin en ağır kararlarından .... Hiç olmazsa AİHM önünde” 2:38 Peki gerilimin bu denli tırmandığı, adil yargılanma hakkının bu denli ihlal edildiği, apar topar hükme giden bir mahkeme, neden beraat kararı verdi? Sanık vekillerinden Tora Pekin şöyle diyor: Tora Pekin- 1:58 “Politikanın etkisiyle alınmış bir karar. Besbelli onun öyle olduğu.  ... Kalkmış olamazlar yani.” 2:11 Evet. Hiçbir şey olmadıysa bile bir şey oldu. Peki ne oldu? Hükümetin Gezi protestolarıyla hesabı kapandı mı? Milletvekili Sezgin Tanrıkulu yanıtlıyor: 2:58 “Bence, yani, en azından biz o defteri kapatmadık... onların bileceği iş.” Herkesin içinde bir kuşku… Karara jet hızıyla itiraz edilip Kavala’nın tahliyesi engellenir mi? Saatler geçtikçe itiraz edilmemesi umutları artırıyor, ama bir yandan da Kavala’nın tahliyesi gecikiyor. Sosyal medyada AKP’liler Gezi darbesi diye hashtag açtıklarını, yandaş kanallarda karara neredeyse ağladıklarını gördüğümde içimden bir şeyler olacak kaygısı geçiyor. AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan’ın tweetini okuyorum:

Gezi başarıya ulaşsaydı, hükümetlerin sokaklarda kurulacağı bir dönemi yaşayacaktık. Mahkemece delil yetersizliğinden beraat kararı verilse de kararın millet vicdanındaki yeri mahkumiyettir. Kaldı ki itiraz hakkı devam ediyor. Yaşanan vandalizmi, saldırganlığı, terörü unutmadık!”

Günün sevinci gölgeleniyor içimde. İlerleyen saatlerde basın açıklaması yapan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Gezi olayları ile ilgili bir kalkışma olarak ülkeye verdiği zararı unutmamak lazım” sözleri ayrı bir işaret. Cezaevi önünde Kavala’nın tahliyesini bekleyen insanlarla görüşüyorum. Bir karşı hamleden tedirgin herkes. Oysa hukuken bu o kadar olanaksız ki. Beraat kararı verilmiş ve savcı itiraz etse bile istinaftan bozma kararı çıkması, davanın yeniden görülmesi gerekiyor. Yeniden tutuklama mümkün değil. İşaretler iyi değil ama. Neredeyse bütün AKP’li belediye başkanları twitterdan karar aleyhinde tweet atıyor. Bir merkezden yönetildikleri o kadar açık ki… Yandaş gazeteciler ne alaka ise “darbe tehlikesi”ne dikkat çekiyor. Önce, savcının, karara itiraz etmek için mahkemeye süre tutum denilen bir ön dilekçe verdiği haberi düşüyor sitelere. Akşam 9:15 sularında, Anadolu Ajansı bir haber geçerek, Osman Kavala hakkında 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin soruşturma kapsamında gözaltı kararı alındığını duyuruyor. Kavala, tahliye olmadan, cezaevindeyken gözaltına alınarak emniyete götürülüyor. Yine, yeniden, kesinlikle bir şey oluyor yani…

Ertesi gün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gezi davasına dair ilk yorumunu yapıyor, Gezi protestolarını “sivil bir kalkışma” olarak tanımlıyor. Ve yargının, Osman Kavala’yı bir manevrayla beraat ettirmeye kalktığını söylüyor. Nitekim, Kavala, emniyette sorgusu bittikten sonra adliyeye sevk edildi ve nöbetçi mahkeme tarafından “suçun önemi” ve “kaçma şüphesi” nedeniyle tutuklandı. Oysa Kavala, bu soruşturma kapsamında 11 Ekim 2019’da re’sen tahliye edilmişti. Manevra yapanlar kim? Cumhurbaşkanının bahsettiği diğerleri kimler? Böyle bir açıklama yargıya müdahale sayılmaz mı? Erdoğan sık sık yargının ipini elinde tutmakla eleştiriliyor. Peki bu sözleri, yargının ipinin başka ellerde de olduğu anlamına mı geliyor? Beraat kararını mahkemenin hangi iradeyle, kimin iradesiyle aldığı düşünülüyor?

Gündem