Gözden çıkarılanlar: İnfaz Yasasından sonra cezaevleri

Gözden çıkarılanlar: İnfaz Yasasından sonra cezaevleri
Mecliste infaz yasaları sırasında yaşanan o unutulmaz tartışma. Bir grup AKP’li milletvekili, HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş’ın sorusuna “Ölsün” dedi ve bu ifade, meclis tutanaklarına geçti. Yaşananlar karşısında şaşkınlığını ve hayal kırıklığını gizleyemeyen CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel şunları söyledi:

Meral Danış Beştaş: “Şu anda diyorlar ki yok PKK çıksın mı, yok şu çıksın mı? Ben de bütün kamuoyunun gözü önünde şunu söylüyorum: İdris Baluken cezaevinde ölsün mü? Figen Yüksekdağ ölsün mü? …

Meclis Başkanı: Değerli Arkadaşlarım. Peki peki. Teşekkür ederim. Değerli arkadaşlarım, değerli arkadaşlarım, lütfen. Lütfen. Peki. Kayıtlara geçmiştir değerli arkadaşlarım. Kayıtlara geçmiştir.”

Mecliste infaz yasaları sırasında yaşanan o unutulmaz tartışma. Bir grup AKP’li milletvekili, HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş’ın sorusuna “Ölsün” dedi ve bu ifade, meclis tutanaklarına geçti. Yaşananlar karşısında şaşkınlığını ve hayal kırıklığını gizleyemeyen CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel, şunları söyledi:

İdris Baluken’in şu anda içeride olmasına, hangi siyasi diye sorunca, ya da ‘içeride ölsün mü?’ deyince bugün arkadan birisi ‘ölsün’ dedi, tutanaklara bakacağım. Yani kim demiş hakikaten o vicdansızlık bu meclisten nasıl çıktı ben inanamıyorum. Ama bir hakkı teslim etmek için söylüyorum ki, ben İdris Baluken’le aylarca yıllarca çalıştık. Ve İdris Baluken’in dosyasını görünce bütün grup başkan vekilleri ağzımız açık kaldık. İçeride siyasi yok falan filan sakın demeyin.”

Bu acımasızlığı ortaya çıkaran tartışma, resmi adıyla infaz kanununda değişiklik yasası, gayrı resmi adıyla af yasası görüşmeleri sırasında yaşandı. Koronavirüs nedeniyle hızla gündeme alınan aftan 90 bin hükümlü yararlanabilecek. Ama suçlunun arz ettiği tehlikeye göre değil, suçun arz ettiği tehlikeye göre düzenlenen bu af yasasının en büyük sorunu “ayrımcı” olması. CİSST’ten Cansu Şekerci, yasanın yarattığı ayrımcılığı şöyle anlatıyor:

“Tahliyeye ilişkin yapılan düzenlemelerin bir eşitlik içermemesi. Aslında kişilerin yaşam hakkı üzerinden alması gereken ciddi bir reaksiyon varken, bu koşullu salıverilme sürelerinin hesaplanmasıyla ve koşullu salıverilme sürelerinin suç tiplerine göre farklılaştırılmasıyla karşımıza çıktı. Halbuki salgın karşısında alınan önlem herhangi bir ayrım gözetmeksizin tüm mahpuslara karşı alınması gereken, tüm mahpuslar için alınması gereken bir önlemdi. Fakat biz bugün koşullu salıverilme süreleri üzerinden, ki tutuklu mahpuslar için koşullu salıverilme sürelerinin hesaplanması mümkün değil, hükümlü mahpuslar için bu geçerli hem tutuklu hükümlü ayrımına giderek hem de aslında suç tipi ayrımına giderek insanların yaşam hakkını tartışmaya başladık.”

HDP Kocaeli milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, yasanın mecliste tartışıldığı süreç boyunca, yaşam hakkı gereği, tüm tutukluların serbest bırakılması ve suçluların cezalarının ertelenmesi gerektiğini savundu:

“Siyasi mahpusa da eşit indirim olması gerektiğini söylüyoruz. Ve anayasanın 10. maddesine uygun bir infaz yasasının, siyasi kaygılardan uzak bir şekilde, ortak bir metotla çıkarılması gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca, koronavirüs salgını dolayısıyla tüm tutukluların serbest bırakılması ve mahkumların da infaz erteleme alması gerektiğini söylüyoruz çünkü tüm siyasi kaygıların üstünde, tüm suçların üstünde yaşam hakkı gibi insan hakları kavramının birinci sırasındaki bir hak geliyor. Bundan dolayı cezaevlerinin bir an evvel boşaltılması gerektiğini söylüyoruz.”

Ancak hırsızlar, gaspçılar, taksirle adam öldürenler bırakılırken, hiçbir şekilde şiddete başvurmayan gazeteciler, avukatlar, muhalifler ve siyasiler içeride kalmaya devam ediyor.

Peki cezaevlerinde şu an durum nedir? Virüs ne kadar yayıldı? Bu salgın günlerince nasıl önlemler alınıyor? Yakınları cezaevinde olanlar, yaşadıkları endişeyle nasıl baş ediyor?

“Aslında ben de tıpkı diğer mahpus yakınları gibi, iyi değilim bu aralar. Gözümüz kulağımız cezaevlerinden gelen haberlerde. Kaygılı bir şekilde, bütün olan biteni takip etmeye, öğrenmeye çalışıyoruz. Tabii ki çok kısıtlı bilgilerle yapmaya çalışıyoruz bunu. Sevdiklerimiz ölüm riskiyle bir hücrede tutulmaya devam ediliyorken bizler de iyi olamayız, iyi değiliz maalesef.”

Başak Demirtaş, Kasım 2016’dan bu yana tutuklu olan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın eşi. Koronavirüs sebebiyle eşini en son 13 Mart’ta yüz yüze görmüş. Haftada bir telefonda görüşebiliyorlar ama Başak Demirtaş, eşi için, özellikle de risk grubunda olması nedeniyle, oldukça endişeli:

“Selahattin’in uzun süredir devam eden sağlık sorunları vardı. Üzerine bir de cezaevi koşulları da eklenince maalesef her geçen gün daha da kötü oldu. Selahattin daha önce hem kalp damar rahatsızlığı hem de solunum yolu rahatsızlıkları nedeniyle iki operasyon geçirmişti ve maalesef rahatsızlıkları halen devam ediyor. Üç buçuk yıldır da Edirne Trakya Üniversitesi Hastanesi tarafından hipertansiyon tanısı konuldu. Bunlarla da ilgili ilaçları kullanmaya devam ediyor. Bakın Beril Hanım, Çin’de açıklanan verilere göre korona virüse yakalanan ve yaşamını yitirenlerde ilk sırada kalp damar rahatsızlığı olan kişiler geliyor. İkinci sırada solunum yolu rahatsızlığı olanlar geliyor. Yine, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da yaşamını yitirenlerin %69’unun, yoğun bakımda olanların da yüzde 63’ünün hipertansiyon hastaları olduğunu söyledi. Maalesef ki, Selahattin’de bu üç hastalık da mevcut. Yani hem kalp rahatsızlığı hem solunum yolu rahatsızlığı var hem de hipertansiyon hastası. Yani Selahattin şu anda dışarıda olsaydı bile, risk grubunda olduğundan dışarı çıkamayacaktı aslında.”

Başak Demirtaş, eşine dair kaygılarının, sürecin şeffaf yürütülmemesi sebebiyle de arttığını söylüyor:

“Bakın, cezaevleri şu anda kapalı bir kutu. Ne oluyor ne bitiyor bilmiyoruz. Sadece önlem alındığı söyleniyor, o kadar. Ama ne kadar önlem alırsanız alın, sonuçta hapishane koşulları itibariyle, en üst düzeyde önlem alsanız bile koronavirüs için yeterli olmaz. Maalesef ki, bunu ölümlerden ve pozitif vakalardan da görebiliyoruz. Oysaki, Adalet Bakanı önlem alındığını söylemişti. Madem önlem alındı, 3 kişi neden yaşamını yitirdi? Bu kadar pozitif vaka neden görüldü?”

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, 13 Nisan’da yaptığı açıklamada yalnızca açık cezaevlerinde koronavirüs vakası tespit edildiğini, 17 pozitif vaka olduğunu ve 3 kişinin öldüğünü açıkladı. Bakan, 79 ceza infaz personelinde de virüs tespit edildiğini belirtti.

Ancak HDP’li vekil Ömer Faruk Gergerlioğlu, cezaevindeki ilk koronavirüs vakasını kamuoyuna duyurduğu için hakkında “halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak” gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Ardından, Gergerlioğlu, Samsun Bafra cezaevinde hasta bir mahpusun korona sebebiyle hayatını kaybettiğini duyurdu. Ancak bu haberlere dair bakanlıktan hiçbir açıklama gelmedi. Gergerlioğlu, cezaevlerinde çok sayıda tespit edilmemiş vaka olduğu fikrinde:

“Biz birçok vakanın da tespit edilemediğini düşünüyoruz. Çünkü korona vakaları yani ateş daha doğrusu ateşli vakaların çoğu hastaneye götürülmüyor. Koğuşta hastalığının geçmesi bekleniyor. Birçok cezaevinden bu konuda haberler alıyoruz. Cezaevlerinde yeterli önlem yok. Hatta çoğunda su bile yok.”

Cezaevlerinde yaşanan ihlalleri raporlayan CİSST’ten Cansu Şekerci, cezaevleri koşullarının böyle bir salgın karşısında asla güvenli olmadığını söylüyor:

“Kalabalık koğuşlar nedeniyle yatakları bile dönüşümlü olarak kullandıkları bir ortamdan bahsediyoruz. Bunun dışında sağlık haklarından yeteri kadar faydalanamadıklarını biliyoruz. Hastaneye sevk edilmek istediklerinde ya da revire çıkmak istediklerinde yazdıkları dilekçelerin çok geç işleme alındığı, çoğu zaman işleme alınmadığı gibi başvurular ulaşıyor bize. Zaten sınırlı olarak eriştikleri sağlık hakkı, salgın şartları altında daha çok tehlikeye düşüyor. Özellikle hasta ve risk grubu mahpuslar için bu ciddi bir tehlike teşkil ediyor ve doğal olarak kalabalık, sosyal mesafenin mümkün olmamasına neden oluyor.”  

Cezaevinde asgari standartlarda var olmak bile aslında ciddi bir mali yük anlamına geliyor. Cansu Şeker şöyle açıklıyor:

“Öte yandan hapishanelerde içme suyu dahi paralı satılıyor. Özellikle ekonomik anlamda desteği olmayan mahpuslar için bu çok ciddi bir engel. Evet, hapishane dairelerinin kimi zaman dezenfeksiyon işlemini gerçekleştirdiğini de biliyoruz, bazı hapishanelerde. Bunun bir standardizasyonu olmasa da. Fakat, özellikle kişisel hijyenlerini sağlamak için mahpusların herhangi bir destek almadığını biliyoruz.”

Başak Demirtaş da cezaevindeki yetersiz koşullar nedeniyle eşi Selahattin Demirtaş’ın hayatının risk altında olduğunu vurguluyor:

“Selahattin Aralık 2019’da bir kalp rahatsızlığı nedeniyle bayılma atağı geçirmişti ve tüm çabalarımıza rağmen ancak bir hafta sonra hastaneye götürülmüştü. Yani cezaevleri koşulları sağlığa erişim açısından da çok sıkıntılı yerler. Koronavirüs o kadar hızlı ilerleyen bir hastalık ki, bırakın günleri saatlerin bile büyük önemi var tedavi için. Dolayısıyla en ufak bir ihmal bile maalesef ölüme neden olacak riskler taşıyor. Tüm bu duruma baktığımızda, Selahattin’in var olan kronik rahatsızlıkları hastalıklarını bütün bu koşullarla birlikte değerlendirdiğimizde, maalesef yaşamı tehdit altında diyebilirim.”

Türkiye koronavirüs salgınına karşı bir nevi “yarı sürü bağışıklığı” yöntemini uyguluyor. 65 yaş üstü ve 20 yaş altı gruplara sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Hafta sonları geçici sokağa çıkma yasakları getiriliyor. Ancak çalışan kesimlere ve iş yerlerine “gönüllü karantina” tavsiye ediliyor. Ancak bu durum, özellikle de cezaevlerindeki insanlar açısından riski artırıyor. Boston College Biyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Emrah Altındiş, bu durumu şöyle açıklıyor:

“Biz bu virüse karşı henüz bağışıklık kazanıp kazanmadığımızı bildiğimiz bir noktada değiliz, dolayısıyla biz eğer bugün o “herd immunity” üzerinden bir politika uygulasak bile, belki de insanların boşu boşuna enfekte olmasını göze alıyoruz demek.”

Ve virüsün sinsiliğine dikkat çekiyor:

“Ayrıyeten şu anda karşımızda sinsi bir virüs var. Bununla kastım, enfekte ettiğinde semptom oluşturmama özelliği olan bir virüs olduğu için, vakaları tespit etmekte ya da asemptomik kişileri izole etmekte geç kalıyoruz. Onları yakalayabilmemizin tek yöntemi karantina olacaktır, bunu uygulamıyoruz.”

Altındiş, mecliste kabul edilen af yasasının insanların taşıdığı hayati riske göre değil, işlediği suça göre yapılmasının kabul edilemez olduğunu belirtiyor:

“Düzenleme suça göre yapıldı, oysa riske göre yapılmalıydı. Yani bir insan işlediği suçtan değil yaşam hakkı üzerinden taşıdığı riske göre yasal düzenleme yapılmalıydı. 60 yaşın üzerinde bireyler, kronik hastalığı olan bireyler bundan faydalanmalıydı. Suç gözetmeksizin. Ve devletin şimdi mesela aslında bu bir affa dönüştü bu pek çok insan için. Hapishanelerde bulunan çok ağır hastalıkları olan yüzlerce hasta içeride kaldı. Hiçbir şiddet eylemine karışmamış binlerce düşünce suçlusu ki bunlar avukatları, gazetecileri, belediye başkanlarını ve milletvekillerini içeriyor, bunlar da hapishanede kaldılar.”

Nitekim af yasasına tutukluların dahil edilmemesi de “yeni bir hukuksuzluk” olarak açıklanıyor. Sivil toplumun bilinen ve tanınan isimlerinden Osman Kavala, 900 günü aşkın zamandır tutuklu olarak cezaevinde. Eşi Ayşe Buğra da tutukluların böyle bir durumda bile serbest bırakılmamasını bir türlü anlayamadığını söylüyor:

“Bu salgının esas salgının oluşturduğu bir ortamda – ki hukukçular buna mücbir sebep diyorlar – böyle bir mücbir sebep varlığında, insanların can güvenliğinin korunmasının söz konusu olduğu bir durumda tutukluların cezaevinde bulunmasını kesinlikle anlayamıyorum.”

Ayşe Buğra, bu yaşananlara “Olacak şey değil” diyor.

“Şimdi bunu gerçekten çok tuhaf buluyorum. Olacak şey değilmiş gibi geliyor bana. Tutukluluk biliyorsunuz bir tedbirdir. Kaçma şüphesi ya da delil karartma şüphesi olduğu durumda o bir tedbirdir. Şimdi bir kere, böyle bir ortamda, kimin kaçıp nasıl delil karartacağını düşünmek zaten çok zor. O bir sorun. Ayrıca şu da var, tutuklular suçlu değildirler. Dolayısıyla masumiyet karinesi altındadırlar. Hüküm giyinceye kadar masumdur herkes. Dolayısıyla bu masumiyet karinesine göre değerlendirilmesi gereken durumda insanların cezaevinde tutulup, mahkumların bırakılmış olması, bu pek mantıklı bir şey değil.”

Peki tüm bu anlamsızlıkla nasıl başa çıkıyor? Şöyle yanıt veriyor:

“(İç çekiyor) Çok kolay değil tabii, çok kolay değil. Mümkün olduğu kadar sakin olmaya çalışıyorum. Mümkün olduğu kadar sakin olmaya çalışıyorum çünkü alternatifi yok sakin olmanın. Bağırıp çağırmanın bir faydası yok. Akılla mantıkla düşünüp bir şeyler söylediğiniz zaman onun da bir etkisi olmuyor, 2,5 yıldır bunu da gördüm. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar sakin durup, Osman’a olabildiğince destek olmaya çalışarak, bir de benim endişelerim, benim üzüntülerimle meşgul olmasın diye uğraşarak ve biraz da işimi yapmaya çalışarak dayanıyorum.”

Korona sürecinde cezaevleri bazı önlemler alındı. Ziyaretçiler yasaklandı, infaz memurları 14 günlük sürelerle dönüşümlü çalışıyorlar ve dışarı çıkmıyorlar. Avukat görüşleri kapalı görüş olarak düzenlendi. Telefon hakkı haftada 10 dakikadan 20 dakikaya çıktı. Ama tüm bunlar, mahpusların iyice tecrit edilerek psikolojik sorunlar yaşamasına yol açtığı gibi, cezaevindeki hak ihlallerinin izlenmesini de iyice zorlaştırıyor.

Mart ayı başında tutuklanan Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu ile muhabiri Hülya Kılınç’ın avukatlığını yürüten Serkan Günel, alınan önlemlerin başka ihlallere neden olabileceğini belirtiyor:

“Avukat görüşü cam arkasından yani eskiden aileleriyle yaptığı görüşler gibi oluyor. Bu her şeyden önce savunmanın gizliliğine vurulmuş bir darbe çünkü bu telefonların her ne kadar dinlenmiyor dense de dinleniyor olma ihtimali de çok yüksek. Evrak alışverişimiz asla mümkün değil. Sadece infaz koruma memurları aracılığıyla mümkün. Az sayıda infaz koruma memuru çalıştırılıyor. Gene korona nedeniyle. Bu az sayıdaki infaz koruma memuru yine korona sebebiyle 14 gün cezaevinde kalıp, daha sonra diğer dışarıda 14 gün süreyle karantinada tutulmuş koruma memuru içeriye alınıyor. Dolayısıyla bu infaz koruma memurlarının da psikolojisi, bu 14 günlük sürede, oldukça yıpranıyor.”

Avukat Günel, müvekkillerinin haftada 1 saat spor faaliyetinin kaldırıldığını, cezaevi berberinin kapatıldığını, gazetelerin bile bir gün geç teslim edildiğini söylüyor, adeta tecrit içinde tecrit yaşandığını ifade ediyor.

Yine mahpuslara maske ve dezenfektan dağıtılmazken, gardiyanların maske takmada keyfi davrandıkları belirtiliyor.

Kitap alıp vermenin zorlaştığı, doktora erişimin haftada iki güne indirildiği da söyleniyor. Ayrıca mahpusların giysi ve çamaşır alıp vermesi yasaklanmış. Çamaşırhane kullanılacak denilmiş ama şu an kullanılmıyormuş. Dolayısıyla mahpuslar çamaşırlarını kendileri yıkayıp kurutarak, idare ediyormuş.

Adalet Bakanlığı’ndan ziyaretlerin yasaklanması üzerine “mahpuslarla ailelerin görüntülü konuşabileceği” yönünde bir açıklama gelmişti ancak bu da henüz uygulamaya konmadı.

Edirne’deki mültecileri haber yaparken gözaltına alınan ve 6 Mart’tan bu yana tutuklu olan Rudaw TV muhabiri Rawin Sterk’in arkadaşı Almila Yıldırım, salgın yüzünden neredeyse Sterk’in F tipi cezaevinde kalmasına sevinecek hale gelmiş:

“Ankara Sincan F tipinde. Trajikomik bir olay ki F tipinde kalıyor olması şu süreçte izole bakımından biraz olsun aklımızın çok kalmamasını sağlıyor. Kendisi de sık sık ateşlerinin ölçülmeye gelindiğinden bahsediyor mektuplarında.”

Almila Yıldırım her ne kadar endişeli olsa da Rawin Sterk’in mektuplarıyla kendisini motive edebilmiş:

“Endişe duygumla ilk defa bu kadar yakından tanışıyorum diyebilirim. Bu dalgın sürecinde ısrarla orada tutulmasının sebebini sorgularken insanlık adına defalarca kez utanıyorum. Fakat ben kendimi Ravin’in direncinin kuvvetiyle motive ediyorum. Onu tanıyorum yani. Bu adaletsizlik dönüp dolaşıp Ravin’i bulsa da onun nasıl savaşacağını biliyorum. Sanırım bu biraz içime su serpiyor. Sabahlara kadar sohbet etmek, yüzünü izlemek isterdim. Yüzünü çok özledim (gülüyor). Aklını çok özledim.”

Evin Jiyan Kışanak, annesi Gültan Kışanak’a özlemini bu sözlerle dile getiriyor.

Eski Diyarbakır Belediyesi Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak, şeker ve yüksek tansiyon hastası olduğundan, koronavirüs salgınında riskli grupta değerlendiriliyor. 3,5 yıldır cezaevinde tutuklu olan Kışanak, af yasasından yararlanamayan siyasi mahpuslardan biri.

Kızı Evin Jiyan Kışanak, yasanın daha çok insanı kapsaması için yapılan kampanyalarda gece gündüz çalışmış:

“Yaklaşık bir aydır uyumuyorum, nefes almıyorum, başka bir şeye konsantre olamıyorum. Sadece kişisel olarak annemin ve genel olarak da bütün siyasi tutukluların hatta mahpusların yaşam hakları için mücadele ediyorum. Annemi bırakamam içeride. Şu koşullarda sevdiğini eminim ki bırakamaz.”

Üstelik böyle bir salgın döneminde, risk grubunda olan annesinden yalnızca haftada bir haber almak onun için işkenceye dönüşmüş durumda:

“Şu an dışarıdaki herkes haklı olarak sevdiklerini, yakınlarını merak ediyor. Sürekli işte, sosyal mesafeyi koruyarak, telefonla, görüntülü aramayla birbiriyle iletişim kurmaya çalışıp iyi mi değil mi diye herkes birbirini kollarken ben annemden bir hafta boyunca haber alamıyorum. Bu çok korkunç bir şey. Akıl alır bir şey değil. Ve neden? Bu ülkeye barış gelsin dediği için. 8 Mart’ta kadınlara yönelik şiddet son bulsun dediği için annem yargılanıyor.”

Evin Jiyan Kışanak’a göre, pandemiye rağmen mahpusların serbest bırakılmaması, onların ölüme terk edilmesi, yakınlarının da cezalandırılması anlamına geliyor:

“Bunun adı açıkça cinayettir. Bile bile insanları ölüme terk etmektir. Bir karıncayı bile incitmemiş onlarca insandan biri benim annem de hapishanedeki. Dolayısıyla şu anda, şu kriz halinde bırakılmamasını ben kabul edemiyorum. Akla, vicdana, hiçbir yere oturtamıyorum, sığdıramıyorum. Çok korkunç bir şey. Büyük bir şiddet dalgası. Sadece hapishanedekiler değil onların yakınları, milyonlarca insan hepimiz şu anda cezalandırılıyoruz.”

Gündem