Koronavirüs Güncesi 7: Korona günlerinde ruh sağlığımız
“Tabii ki bu salgın nedeniyle özellikle son üç haftadır çok endişeliyim, korkuyorum, yakınlarımdan birinin hasta olmasından korkuyorum. Hepimizin ekonomik endişeleri var. Bir taraftan da bu endişelerin doğal olduğunu ve bizi koruduğunu düşünüyorum. Çünkü biz endişe ettiğimiz için annemi çok hızlı bir şekilde izole ettik, hiçbirimiz 70 yaşındaki annemle görüşmüyoruz. Bir tane kardeşimizi seçtik ve iki üç günde bir annemin market alışverişini yapıp kapıdan bırakıyor, eğer biz korkmasaydık, annemle görüşmeye devem edecektik, belki de ona bulaştıracaktık. Onun dışında gün içerisinde özellikle vaka sayıları, ölü sayıları açıklandığında, bu korkularım çok yükseliyor, hatta birkaç gece uykum kaçtı. Ben de mümkün mertebe sosyal medyadan uzak kalmaya karar verdim. Akşam rakamlar açıkladıktan sonra yorumları okumamaya çalışıyorum, onun yerine vaktimi başka şeylerle doldurmaya kitap okumaya mesela çalışıyorum. Film izliyorum, arkadaşlarımla daha fazla konuşuyorum, karar aldık birbirimize daha iyi günlerin geleceğini söylüyoruz, karamsar olmamaya çalışıyoruz, korkularımızdan bahsetmemeye çalışıyoruz, anca bu şekilde bu günleri aşabileceğimizi düşünüyorum.”
“15 gündür kapat dediler, kapattık, ne kadar kalacağımızı da bilmiyoruz, ruh halimiz şöyle. Aslında yaşam savaşı veriyoruz. Yani kastım şu, sağlık değil faturalar, sağlık, geçim, kaygısı diğer olup bitenler yanında. Daha ne olduğunu yeni yeni anlıyoruz gibi, aniden çöktü üstümüze, ama dükkanını kapamış bir esnaf olarak sürekli temel duygu kaygı. Sağlık ödemeler nasıl sürdürülecek kaygısı. Onun ötesinde denildiği gibi evde kalmış olmanın iyi yanlarından faydalanmaya yapmaya çalışıyoruz. Öyle durum bu. Birbiri ardına aynı günleri geçiyoruz. Bol bol açıklama içliyoruz, bunlar da insanı rahatlatmak bir yana insanı geriyor ve sinirlendiriyor, öyle…
“Karantinada günler korkunç geçiyor, yani ben evlenecektim, salgın nedeniyle evlenemedim, evimi boşaltmıştım şimdi erkek arkadaşım ve ben anne babamın yanına geldik. Burada bugünlerin bitmesini bekliyorum, evimizi boşaltmıştık, şu anda evsiz kaldık. Zaten işsizdim, ama full time işim yok, yaptığımız bütün planlar yerle bir oldu. Kimseyi suçlayamam ama önleminin alınabileceğini bildiğim için çok öfkeliyim. Yurtdışı, umreden dönenlerin karantinaya alınmaması, hala bir sokağa çıkma yasağı ilan etmemesi kafası azıcık çalışan birine daha kötü günlerin geleceğini gösteriyor. Çünkü akşama evlerinizde kalın diyorlar, insanları hala çalıştırmaya devam ediyorlar. Biz şanslıyız herkes evden işlerini yürüyebiliyor, hala toplu taşımada insanlar hala dip dibe seyahat ediyorlar, böyle salgının önüne geçilmez, ekranlara çıkıp gözyaşı dökerek de bu olmaz. Her şeyimizi iptal etmişten bize umut verecek tek şey o oyumuzu verdiğimiz ya da vermediğimiz yönetimin bize düşünerek bir şey yapmasıydı, önceliğe ekonomiye değil bizi koymasıydı, açıkçası Cumhurbaşkanını maaşlarını başlamalarını bana hiçbir ümit vermiyor, ben her şeye vergi ödüyorum ve bu günler için ödemiştim. Dolayısıyla salgından ziyade bu ülkede yönetime güvenemeyeceğimizi bilmek kendimizi eve kapatmışken en mutsuzluk sebebimiz. Her şey bittiğinde ne olacağıyla ilgili hiçbir fikrimiz yok. Ve bu bütün ülkenin en büyük umutsuzluk nedeni. Ailemin, çevremin kaynağı bu. Evet bir gün her şey bitecek, salgın gidecek, umarım en az ölümle biter, umarım sevdiklerime bir şey olmadan biter, ama bütün bunlar bittiğinde her şey güzel olacak diyemiyorum ve dört duvar arasında en çok soluksuz bırakan şey de bu umutsuzluk.”
“Salgının herkeste yarattığı bir karamsarlık duygusu bir umutsuzluk duygusu mevcut. Bir ümitsizlik endişe var, ama evde kalma şansı olanlar kendilerini kısmen güvende hissediyorlar Salgın öyle bir şey ki, sadece kendinizi güvende hissetmekle kalmıyor, bunun bireysel yönü yok, ben dışarı çıktığımda düşünüyorum, yakın bir döneme kadar ailemle birlikteydim, sırf bu endişeden dolayı, anne babamı memlekete gönderdim, çünkü bir yerden sonra evet ben bir kahramanlık yapıyorum, işimi yapıyorum, dışarı çıkıyorum fakat bu hastalık kaparsam sadece bundan etkilenecek olan ben değilim. Yani benim yaptığım iş neticesinde hastalığı kapmam hayatta en çok sevdiğin insanlara da zarar verebilir. Buradaki korku ve tedirginlik, sadece kişisel değil, çünkü bazen öyle bir nokta da olur ki insan kendinizden geçersiniz, ama başkasından geçemezsiniz, anne babanızın ölümüne ya da hastalığa yakalanmasına sebep olmak düşünsenize, bir an düşünmeniz dahi sizin bütün yaşam sevincinizi alt üst edebilir, bütün moralinizi berbat edebilir.”
“Esas mesele, bir de işinizi kaybetme riski var. Benim gibi çalışmak zorunda olan, anne baba kız kardeşim, bakmakla yükümlü olduğum insanlar var. Kira, gaz, elektrik ödüyorum, iş yerini kapanma riskini arttırıyor, daha fazla çalışıyorum, belki iş yerimi kurtarabilirim, belki kapanmaz, ailemi kendimi düşünüyorum, büyük bir çıkmaz, bilemiyorum yani.”
Korku, endişe, kaygı, öfke ve diğer duygular. Tıpkı anlatanlar gibi koronavirüs salgını başladığından beri herkesin ruh sağlığı da gidip geliyor. Bazen delirecek gibi hissediyoruz, bazen ağlamaklı, bazen öfkeli, bazen kayıtsız, hiçbir şey olmamış gibi, bazen de aşırı neşeli. Ama kiminle konuşsak tırlatmaya az kaldı diyor. İyi kalmaya, umudumuzu diri tutmaya çalışın diyenlere kulak veriyoruz evet ama hem evde kalmanın verdiği sıkışıklık hissi, hem sevdiklerimize bir şey olacağı korkusu hem de olan biten karşısındaki çaresizlik duygusuyla nasıl baş edeceğiz, tam olarak kimse bilmiyor gibi. Yaşadığımızı adlandıramıyoruz bile. Neyse ki profesyoneller var. Hem şu anda yaşadığımızı hem de neler yapabileceğimizi bilmek istiyoruz. Bilgi, bilmek, belirsizlikten kurtulmak ve önlem almak için de önemli. Biz de bu yüzden delirmeye ramak kala ruh sağlığı profesyonellerine başvuruyoruz. Hepimizin selameti için ne yaşadığımızı, toplum olarak neler yaşayabileceğimizi, bütün bunlar karşısında nasıl ruh halimizi iyi tutacağımızı Psikiyatrist Prof. Dr. Sibel Çakır ve Psikolog İbrahim Eke’ye sorduk. Ben Kısa Dalga’dan Nazan Özcan.
İyi haber şu, bu yaşadığımız henüz travma değilmiş. Kötü haber ise şöyle: Sonrasındaki travma olacakmış. İbrahim Eke süreci şöyle tanımlıyor:
“Bir süreci, travmatik etkileri oldu diye tanımlayabilmek için, bitmiş ve üstünden zaman geçmiş olması gerekiyor. Şu anda biz zor alışmadık, olağanüstü, kriz gibi tanımlayabileceğimiz gibi bir süreçteyiz ama içindeyiz henüz. Bir süre daha devam edecek gibi. Önümüzde beş hafta var gibi. Bu süreci bir akut dönem olarak tanımlıyor olmamız lazım. Verdiğimiz tepkileri anormal bir durum karşısında verdiğimiz normal tepkiler olarak düşünmeliyiz. Çünkü gerçekten anormal bir durum, hiçbirimizin bildiği bir durum değil bu. Bizler de dahil. Böyle bir pandemik süreç, ya da sağlıkla ilgili bir süreç ihtimali verilere baktığımızda geçen yüzyılın başında İspanyol gribi diye adlandırılan süreçte var. O dönemde bu kadar büyük bir kriz yaşanmış ondan sonra dünya savaşları var. 45’ten sonra da hiçbir bilgimiz yok.”
Evet bu bildiğimiz bir savaş değil. Çünkü ortada görebileceğimiz bir düşman yok. Virüsün ağzını burnunu kıramıyoruz yani. Psikiyatr Prof. Dr. Sibel Çakır şöyle diyor:
“Bir kere belirsizlik var ve düşmanın nerden geleceği, belli değil. Ve her şeyin bir sorumlusunu bulmak ve belirli hale getirmek bizi biraz rahatlatır. Düşmanı bilir ve çarpışırsak ve ona öfkemizi kusarsak rahatlarız. Haddini bildirmiş gibi oluyoruz. Ama şimdi ortada bir düşman bulamıyoruz. Dolasıyla birbirimize öfkeleniyor olabiliriz, toplumun bir kesimine kızıyor olabiliriz, Umrecilere, sokaktaki gençlere, yaşlılara kızdık, ki en masumlarıydı, onları aktardık öfkemizi, ama en çok kırdığımız hakikaten burada yaşlılar oldu.”
Savaş değilse, neyin içindeyiz peki? Söz tekrar Psikolog İbrahim Eke’de.
“Sorunuzun yanıtı basit yapmak yerine, bir sürecin içindeyiz ve bu sürecin içinde bakarak, verdiğimiz duygusal tepkilerin, korku, panik çaresizlik gibi hislerin, bu sürecin anormalitesi dahilinde normal olduğunu söyleyebilirim.”
Anormalin içindeki normallik. Yani hissettiklerimiz, artık onlar her neyse, sıkışmışlık, çaresizlik, öfke, panik, korku, kaygı, endişe hepsi normal. Neyse ki! Dans ederken ağlamak acayip değilmiş. Sakin olup kabul etmek gerek belli ki. Bir de bunu tek başımıza değil, hep beraber bütün toplum olarak yaşadığımızı. Pandemi psikolojisi bu ve bütün dünyayı sarmış durumda. Hocamız Sibel Çakır anlatıyor:
“Biz genellikle bilim dünyasında deneyler yaparız, deneyleri yaparken de örneklem sayısı küçük diye eleştiriler alırız. Bunları düşününce şimdi çok yoğun ve büyük kitleli, dünyada şimdiye kadar yapılmamış bir sosyal deney yapılmış gibi düşünüyorum. 1,5 milyar insanın eve kapandığı bir deney bu. Hem birbirimize çok yakın ve benzer koşullardayız ve çok uzağız. Kapatıldık, uzağız araya fiziksel mesafe koymak zorundayız. Ve buna karşın da birbirimize çok yakınız ve birbirimizi takip ediyoruz. Dünyanın her yerinde neler yapılıyor, kim ölüyor, kim nasıl savaşıyoruz, acıya da mutluluğa da şahit oluyoruz. Öfkeleniyoruz, hep beraber geriliyoruz. Birbirimize olumsuzluğu da bulaştırıyoruz ama olumlu ve pozitif şeyleri de bulaştırıyoruz.”
O yüzden iyimser olmak, virüsü değil de iyimserliği bulaştırmak gerek. Peki toplumsal ruh halimizde neler yaşandı ya da yaşanacak, çünkü daha başlangıçtayız: Prof. Dr. Sibel Çakır şöyle anlatıyor:
“Önce bir şaşkınlık hali vardı, bir şoktu bu. Şok karşısında insanlar farklı tepkiler verebilir, hani bazısı inkâr edebilir, basit bir grip diyenler gibi, ya da korku senaryosu yazanlar gibi. Korku kişilik özelliklerine göre birbirinden farklıydı. Aksiyonlar da kişiden kişiye farklılaştı. Aslında insan psikolojisi verdiği tepkiler ve davranışlar belirleyici gibi. Anksiyete miktarımızı başlangıçta yoğundu. Ama yavaş yavaş ve belirsiz bir süreçte devam eden bir hale geldi. Bu devamlılık ne kadar sürecek bilmiyoruz, yüksek dozda anksiyeteye giderse o zaman riskli şiddetli ve uzun süreli bir anksiyete insanın fizyolojisini bozar, bağışıklık sistemini bozar, depresif bir ruh halini getirebilir. Ama başlangıçtaki anksiyeteyi biz bir miktar faydalı buluruz.”
Neden mi? Çünküsünü Prof. Çakır anlatsın:
“Aksiyon alır, uyandırır, yaşamak için davranışlarını düzeltir, uyum sağlamak için aksiyona geçer. Başlangıçtaki anksiyete faydalı ama sürekli hale gelmesi ve şiddetlenmesi hem fizyolojimizi hem de ruhsal sağlığımızı bozucu bir hale gelebiliyor.”
Memleket ahalisine bakınca görünen durumu Sibel Hoca açıklıyor:
“Bizde biraz güvensizlik ve kaygı hali fazla. Şeffaflıkla ilgili başlangıçta ciddi sorunlar vardı. Kısmen çözülmüş görünüyor. Birbirimize ve yöneticilere güvensizlik hali kaygılarımızı arttırıyor.”
Tüm güvensizliğimize rağmen hayatımıza ister evde olalım ister çalışıyor hayata devam etmek zorundayız. Çünkü bunun bir durdur tuşu yok. -O nedenle korkuyu da kaygıyı da endişeyi de kabul etmek zorundayız. Daha doğrusu belki de insan olduğumuzu ve her şeyi kontrol edemeyeceğimizi. Tabii ki rasyonel bir şekilde yapmalıyız bunu. Söz psikolog İbrahim Eke’de:
“Buradaki temel nokta, korku ve kaygıyı birbirinden ayırt edebiliyor olmamız. Korku arkanızdan ayı kovalıyorsa korkarız ya, ki korkmamız da lazım zaten, böyle bir durumda savaş kaç tepkisi devreye girer, fizyolojik ve duygusal tepkiler veririz. Hayatta kalmaya yöneliktir bu tepkimiz, donar kalırsak zaten yemek oluyoruz. Bütün evrimin gelişimi de böyle. Savaşabilenler aslında daha çok kaçabilenler, evrimin devamını sağladılar. Şimdi korkunun gerçekliği ile bunu zihinsel olarak değerlendirme şeklimizin ortaya çıkardığı kaygı birbirinden farklı şeyler. Endişe, kaygı. Ya olursa diye biz kaygılanırız. Şu anda evet bilinmezler çerçevesinde gidiyoruz. Yani neler olabileceğine dair en fazla iki üç ay öncesine kadar dünyanın gidişine bakıp yorum yapabilecek hale geliyoruz. Çin’e, Avrupa’ya, vs. Sosyal medya yüzünden çok kirli bilgilerin dolaştığı bir dönemdeyiz. Burada yapılabilecek şey, zihnimizin oynadığı oyunun biraz dışına çıkabilmek. Evet dışarı günde 4-5 kere çıkmak durumunda kaldıysak, 4 kez de eve girerken, hani evdeki hijyenle ilgili tutumları yapmak gerek, evet bunu dört kere yapmak zorunda kalacağız. Ama hiç dışarı çıkmıyorsak ama bunu hep yapıyorsak, işte orada ya yani kaygı devreye girmiş oluyor.”
Eke’nin de önemle belirttiği bir şey var. Bu hisleri yönetebilmek.
“Korkuyla kaygıyı ayırt edebildiğimizde kaygı da eğer korkuyla birlikte sarmal yaratıp bizi ele geçirmiyorsa, sağlıklı tırnak içinde, olması gerektiği kadar tepkilerle bu dönemi yönetebiliriz. Yani hiçbirimiz sıfır korku, sıfır kaygıyla bu dönemi yaşayamayız. Gerçekçi değil. Tabii ki kaygılanacağız, tabii ki korkacağız. Burası net. Böyle olduğunda kaygımız arttığında birazcık kendimizin içinden, yani zihnimizin içinden çıkabiliyor olmamız, günlük evin içinde yapmamız gerekenlerle, basit ana odaklanarak çıkıyor olabilmemiz, birazcık daha efektif değerlendirmemizi sağlayabilir. 08.03 Yani kaygıyı gerçekçi olarak tanımlamak. Sanki bir geri vitesmiş, kaygıyı da kabul etmekmiş gibi anlaşılabilir ama burada mesele kaygının kendi zihnimizde nasıl yükseldiğini fark edebiliyorsak, bunun azalabileceğini de fark etmemiz olması lazım.”
Burada Sibel Çakır hocamız önemli bir hatırlatma yapıyor.
“Ruh sağlığı açısından riskli bir grup var. Mesela daha önce psikiyatrik tedavi görmüş olanlar, yaşlılar, sağlık çalışanları, azınlıklar, bağımlılıkları olanlar psikolojik sorun yaşamak açısından da riskli ve bunlar toplumun yüzde 20-30’una tekabül ediyor. Belki daha büyük bir grubuna ve bunların yaşadığı kaygı, stres, uykusuzluk ve depresif belirtiler çok yüksek. Belki bu risk grubuna daha çok ulaşıp daha çok izlememiz gerekiyor. Bununla ilgili birtakım önlemler almaya çalışıyor TPD’nin çalışma birimi, son dönemde.”
Riskli gruplara dikkat edeceğiz bu tamam, bir de tabii kendimize. Hele de bugünlerde. Diyelim ki, küçük çaplı bir kriz de biz yaşıyoruz. O zaman ne yapmak lazım? Sözü İbrahim Eke’ye bırakalım:
“Hani paniğe doğru gitmeden önce bizi tetikleyen şeyin ne olduğunu, hangi düşünce akışı olduğunu ya da gelen hangi dış bilgiler olduğunu görüyor olursak, üçüncü adıma, yani farkındalığa doğru gidebiliriz. Yani farkındalık dediğimiz şey de o zihinsel anafordan çıkabileceğimiz ana güne odaklanmakla yapabileceklerimizdir. Kendimize, çocuğumuza, evde kimle yaşıyorsak, bir diziye artık neyse, odaklanmak bu adımı atmayı kolaylaştırır.”
Şimdi de Sibel Çakır’a kulak verelim:
“Bununla ilgili yapabilecekler belli. Herkesin yararlanabileceği önerileri şöyle söylemeli. Eğer bir psikiyatrik tedavi görüyorsanız, ya da başka bir hastalıktan dolayı hipertansiyon, kronik immün sistem hastalığınız varsa, ilaçlarınıza ara vermeden devam etmeniz gerekiyor. Bakanlık bu konuda iyi olumlu bir karar aldı. Hastalar ilaç raporlarıyla alabiliyorlar. Dolayısıyla tedavilerine devam etmek gerekiyor. Bunun dışında uyku önemli, iyi uyumaya çalışın, gece yarılarına kadar oturmayın. Günlük rutini devam ettirmek, düzenli beslenmek, iyi uyumak, hareket etmekle ilgili zorluklar olabilir ama yapabildiğiniz kadar hareket edin. Evden çalışanlar masa başı çalışanlar, kalkıp ara sıra dolaşsınlar. Gençlere sokağa çıkma yasağı yok ama yalnız tenha sosyal mesafeyi koruyabildiğiniz saatlerde kısa yürüyüşler yapılabilir. İmkânı olanlar, kimseyi ve kendinizi riske etmeden. Bunun dışında yalnız yaşayanlar, önemli bir nokta. Özellikle 65 yaşı özeri için. Sosyal mesafe demek izolasyon demek olmamalı. Çünkü biz biliyoruz ki, yalnızlık insanı gerçekten öldürür. Çok rahatsız edici ağır bir yük. Elimizde olduğunca elimizdeki ulaşım ve iletişim araçları neyse telefon, görüntülü konuşma, bilgisayar, sürekli konuşmayı sürdürelim. Yalnız olmadığını bilmek, birileri tarafından düşünülmek, insana çok iyi hissettiren bir durum.”
Yaşadığımız toplumsal salgın olduğuna göre, topluma destek olmak da bu noktada önemli. Prof. Dr. Sibel Çakır şöyle diyor:
Birileri için bir şey yapabilmek. Gençlerin mesela ulaşabildikleri yaşlıların kapısını çalıp fiziksel mesafeyi koruyarak, hâl hatır sorması, bir şeye ihtiyaçları var mı demek çevremizde birileri için bir şeyler yapabilir miyiz diye bu duyguya çok ihtiyacımız var. Bunu şu anda zorunlu halde yapmak zorunda kaldık ama bunu yeniden keşfetmek çok önemli. Sosyal dayanışmaya ihtiyacımız vardı. Yani virüs salgınından önce bir takım unuttuğumuz insani değerlerden işimize yarayacak ve en önemlilerden biri bu sosyal dayanışma haliydi. Fiziksel olarak şartlar bizi uzak gibi tutsa da biz daha yakın olabiliriz.”
Yani fiziki mesafemizi korurken, ruhi mesafeyi kısaltmak önemli. Anlayışlı ve sakin kalabilmek de. İbrahim Eke şöyle diyor:
“Mümkün olduğunca kendi kişisel kaynaklarımızın farkına varmamız lazım. Esneklik ve becerilerimizi görürüz, her zaman bloke olmayız, büyüyerek ve esneyerek çıkabiliriz böyle süreçlerden. Çok uzun zamandır aynı evin içinde yaşayıp teması olmayan çok insan aslında gerçekten temas ettiği bir dönemi de yaşıyor olacak. Bu süreç eğer sağlıkla yönetilemezse ciddi çatışmaların aile içi çatışmaların oluğu bir şey de söz konusu olabilir. Ama tekrar birbirimizi keşfettiğimiz ilişkimizi hayatımızı keşfettiğimiz farklı biçimde elimizdeki telefonlardan, ipadlerden kurtulduğumuz birbirimize değdiğimiz bir süreç de olabilir. Birlikte göreceğiz. Kendinizle olun, esnekliğinizi kaybetmeyin, yeni beceriler bulun, becerilerinize bakın.”
İçinizden söylemesi kolay, gel de sen yap diyeninizi olmuştur. Ama kestirip atmayın, lütfen. Diyelim ki kalabalık bir evdesiniz ve tartışma çıktı. Prof. Dr. Sibel Çakır’a mesela bunu soruyoruz. Cevap şöyle geliyor.
“En fazla yapılabilecek, tabii ki odayı değiştirmek. Balkona çıkmak olabilir. Birbirimize daha fazla tahammül etmemiz, öfkelendiğimizde öfkemizi kontrol edebilmemiz gerekiyor. Bunu biz yapmasak da yavaş yavaş öğrenmemiz gerekiyor. Öfkenin yükseldiği anda, yani gerginliği fark ettiğiniz anda hemen o diyaloğu kesmek ve bunu daha sakin bir anımızda ertelemek oldukça önemli. Birimimizi tolore etmek ve destek olmak zorundayız. Nefes alma delikleri olmalı. Aynı şeyden hoşlanmayanlar varsa sırayla yapılmalı. Evde tek televizyon varsa birbirinin sevdiği birbirini sevdiği izlenir. Sıraya konulabilir. Yemekte uyumsuzluk varsa. Ev için demokrasiyi geliştirmemiz zorunlu hale geldi. Belki ev içinde demokrasiyi öğrenirsek, toplumsal demokrasiyi de öğreniriz. Biri birimize tahammül etmek, dayanışma ve birbirimizi anlayabilmek açısından çok da önemli ve kritik bir zaman bu. Öğretici türe dönüştürmemizde fayda var.”
Evlerde bunlar yaşanırken, bir de dışarda çalışmak zorunda olanlar var ki, onların baş etmesi gereken durumlar daha da fazla. Söz tekrar Sibel Çakır’da:“Evdeki grup çalışmak zorunda olan gruba göre daha tuzu kuru. En yoğun ve sıkıntılı durum her gün işe gitmek, toplu taşımaya binmek zorunda kalanların. Bir taraftan yoğun biçimde evde kalın propagandası yapılırken, sokakta olmak zorunda kalan insana bu çok kötü hissettiriyor. Kaygısını arttıran bir nokta. Bunla ilgili enfeksiyon hastalıkları uzmanları da tartışıyor. Maske kullanımı. Ama dışarı çıkmak zorunda olanlar ellerinden geldiğinde bu fiziksel mesafeyi uymaya çalışsınlar, kalabalık yerlere gitmeye çalışsınlar. Maskenin belki uzmanların itiraz ettiği önermediği nokta doğru kullanılmaması. Enfekte ellerle takıp çıkarmak gibi kaygıları var. Ama buna dair maske kullanımı nasıl olmalıya dair çok fazla bir paylaşım görmedim. Uzmanlardan bunu rica etmek lazım.”
Onlarla da dayanışmak herkesin boynunun borcu. Çünkü şu anda bütün yükü çeken onlar, stres seviyeleri oldukça yüksek. Her iki hocamız da özellikle bu dönemde çalışmak zorunda olanları ve daha da özellikle sağlık çalışanlarının ruh sağlıklarını koruması için de destek verilmesi gerektiğinin altını kalın kalın çiziyorlar. İbrahim Eke, şu hatırlatmada bulunuyor:
“Çünkü yardım edenlere yardım etmek bu dönemin en önemli kavramıdır, eğer onlar düşerse, toplum da düşer.”
Ve sonrasında şöyle devam ediyor:
“Bizim alana girdiğimizde, psikodestek için bir felaket alanına girdiğimizde, erken dönemde yardım edene yardımdır. Yani yine felaket bölgeleri enkazda mesela depremde, arama kurtarmada olanlar, oradaki sağlık çalışanları, itfaiye, ilk dönem özellikle onların sağlığını her açıdan korumaya çalışırız ki, yardımın sürekliliği sağlansın. Bu bakımdan bakınca, en başta bütün sağlık personeli olmak üzere, tedarik zincirinde olan işçi arkadaşlarımızı kastediyorum, mutlak olarak kamusal olarak onların sağlığını en önde tutmak zorundayız.”
Sibel Çakır da psikiyatrların da kendi derneklerinde sağlık çalışanlarına destek hattı oluşturduklarını belirtiyor:
“Türkiye Psikiyatri Derneği sağlık çalışanlarına gönüllü danışmanlık yapan bir gönüllü grup kurdu. Telefonla bir meslek ağı oluşturduk. Sağlık çalışanları çok sıkıntı ve kaygılı oldukları zamanlarda Türkiye Psikiyatri sayfasında bu ağlara ulaşabilirler. Destek alabileceği ağlara.”
İnternetten psikiyatri.org.tr’den ulaşabilirsiniz. Elbette bu dönemde ruhsal sıkıntı yaşayanlar için de Türkiye Psikologlar Derneği bir dayanışma ağı kurmuş durumda. Onların da internet adresi şöyle, pskikolog.org.tr, girip yardım isteyebilirsiniz.
Bu noktadan bakılınca aslında salgın bir yandan da dayanışma salgınına dönüşüyor, ne güzel. Ama şu ihtimal de var. Sibel Çakır’a bu salgın arkasından bir depresyon salgınına sebep olur mu diye soruyoruz. Cevap şöyle geliyor:
“Olabilir. Aslında hiç istemediğimiz ve özellikle korktuğumuz tablo bu. Bu biraz salgın sırası ve kayıplarımızla da ilişkili. Umarım olmaz ve daha kötü tablolara yol açmaz ama salgında yakınlarını ve sevdiklerini kaybedenlerin ciddi bir yas süreci ve arkasından bir depresyon geliştirme tablolarından korkuyoruz. En önemli neden ekonomik kayıplar ve kriz. Ekonomistler bunu üzerine basa basa söylüyorlar. İşini kaybetme, ekonomik kriz umarım bir sosyal patlamaya ve krize neden olmaz. Ama biz biliyoruz ki, dünyada ekonomik krizler sonrası depresyon ve intihar oranları çok yükseliyor. En çok korktuğumuz tablo da bu.”
Sonra da bir hatırlatmada bulunuyor. Sürekli şikâyet ettiğimiz modern ve kapitalist hayata dair bir hatırlatma bu: İçinde umut da olan bir hatırlatma.
“Dönem öyle bir dönem ki, ekmeği bölüşme dönemi ve sosyal desteğin her zaman olduğundan daha fazla gerekli olduğu bir dönem. İşverenlerin ve yönetimlerin çok yoğun bir bu konuda önlem ve tedbir almaları gerekiyor. Dünya başka bir yere gidiyor ve bir süre kar etmek yerine çalışanın yanında olmak ve onları ayakta tutmak zorundayız. Virüsten sağ kalmışın bundan sonra da ekonomik zorluklardan kurtulup ayakta kalması için topyekûn bir seferberlik ve birbirine destek ve dayanışma gerekiyor.”
Sibel Hocamız çok önemli bir noktayı daha işaret ediyor: Şu anda sokağa çıkması da yasaklanan 60 yaş üstü. Gerçekten onların yaşadığı birçoğumuzun yaşadığı ruhsal sıkıntılardan daha fazla. Çünkü her uzman, her kişi sürekli koronadan yaşlıların öleceğini söyleyip duruyor. Yani bir anlamda her birine her gün defalarca sen öleceksin diyoruz. İnsan bununla yaşamak zorunda kalmamalı. Yaptığımız ayrımcılığı anlatması için sözü Prof. Dr. Sibel Çakır’a bırakalım:
“Bu gerçekten çok üzücü bir tablo. Bence dile getirilmesi ve uygulamasında sorun oldu. Evet yaşlıları koruyalım derken, evet yaşlılar enfeksiyona karşı daha kırılganlar. Onları koruyalım derken, onları yaptığımız uygulamalarla ve söyleyiş biçimiyle onları kırdık. Yani kırılganı kırdık. Kırılganı koruyamadık. Yaşlılık zaten kendi içinde bir takım yalnızlık, ölüme yaklaşmışlık, işe yaramazlık gibi bir takım olumsuz psikolojiler barındırırken bir de biz onları iyice yalnızlığa mahkûm ettik. Bugün yaşlıların yüzde 98’inin emekli maaşıyla yaşadığını biliyoruz. Böyle bir kesime hem fiziksel hem ekonomik dezavantajlar yaşayan birilerine kültürümüzün aslında tersi yaşlılar başımızın tacı derken tam tersi onları biraz yalnızlığa ittik. Bu biraz toplumda üstü kapalı yaşçılık. Yaşlılara istenmiyor, ayak altında dolaşma gibi bir tavırla yaklaştık, bu virüs salgını içimizde bir öfke, gerginlik ve suçlu ve sorumlu bulma, işte düşmanı belirleme ama görünmez bir düşmanla savaşıyoruz, hani biz bir sorumlu bulup rahatlayalım diye, onlara öfkemizi de aktarmış olabiliriz. Halbuki yaşlılar da gençler de virüsü yayanlar onlar. Yanlış yere öfkeyi yönlendirdik.”
Hocamızın bu anlattığından sonra aklıma kendi apartmanımdaki yaşlılarla yaşadığımız korona yardımlaşması geliyor. Markete giderken her seferinde kapıları çaldığım iki yaşlı genç hanımın, kapıda paraları kolonyaya bulayıp bana vermeleri, siparişleri alırken bu sefer beni baştan aşağı kolonyalamaları ve iki dakika sohbetten, tabii ki mesafeli, sonra çay içmeye davet edemedikleri için onların üzgün benimse bütün bu çaresiz günler içinde evime daha mutlu döndüğümü hatırlıyorum. Haa tabii elimde sanki 10 yaşındaymışım gibi çikolatalarla!
İşte bu dayanışma, birliktelik, iyilik bizi kurtaracak olan belli ki. “Himmet denilen kültür ötekini aşağılamaktır, dayanışma ise toplumun bir bütün olarak ayakta hayatta kalmasıdır” diyen İbrahim Eke’den gelsin son söz:
“Hani uzak doğuluların bir sözü vardır, ilginç zamanlarda yaşayasın diye. Beddua varmış. Demek bizim şansımıza da bu çıktı, ilginç zamanlarda yaşıyoruz. İlginç zamanlarda evimizde tek başımızda değiliz, hep birlikteyiz, bu dayanışmayı gösterdiğimizde, kamusal aklın gereğini omuz omuza daha iyi bir sürece gidebilme olasılığımızın olacağını düşünüyorum.”
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.