Koronavirüs Güncesi -2

Koronavirüs Güncesi -2
Çin’i ekonomik olarak bile zor duruma sokan Covid19 virüsünden korunmak için ne yapmalıyız? Maske ne kadar işe yarar? Çin’den ithal edilen eşyaları kullanmak güvenli mi? Tarihte en çok ölüm hangi salgın hastalık yüzünden oldu? Peki Osmanlı’yı kasıp kavuran ve Saray’a sıçrayıp şehzadenin bile ölümüne sebep olan salgın neydi? İklim, insan, hayvan ve çevre bir arada düşünülmezse başımıza daha neler gelecek? Hadi, başlıyoruz.

NAZAN ÖZCAN “Çin’de bir şehirde birisinin hastalandığı tespit edildi mesela. Onun yaşadığı site karantina altına alınıyor, o sitede yaşayan herkes kontrol altına alınıyor, onlara bir şekilde ulaşılıyor. Sağlık durumu soruluyor. O kişinin çalıştığı kişilere ulaşılıyor, takip ediliyor o sırada ciddi bir takip sistemi var yani.” “İnsanlar birbirine şüpheyle yaklaşıyor mu mesela? Ben çok şüpheyle yaklaştıklarını söyleyemem.” “Normalde de Çinliler maske takıyor, maske aslında Çin’de çok yabancı bir eşya ya da görüntü değil, insanlar kışın hava soğuk olunca takıyorlar. Tabii eskiden takmayan da oluyordu. Ama koronavirüsten sonra, şimdi maskesi olmayan yok. Tek fark bu olabilir. İnsanlar şimdi maskesiz çıkanlara baskı uyguluyor, bunu söylemek mümkün. Bir arkadaşım anlattı, sokağa maskesiz çıkmış ve resmen terörist muamelesi gördüm diyor. Taksi kabul etmiyor, insanlar garip garip bakıyor vs. Maskeniz yoksa AVM’ye bile girmenize izin vermiyorlar. Yani böyle bir durumda neden önlemini almıyorsun diye insanlara bir tepki var.” Koronavirüs Güncesi dosyamızın birinci bölümde de konuğumuz olan Sıdal Utkucu, koronavirüs karantinası altındaki Pekin’deki yaşamdan böyle örnekler anlatıyor. Gazeteci Sıdal Utkucu, beş yıldır Çin’in başkenti Pekin’de yaşıyor. Maske meselesine geleceğiz elbette ama önce şu sosyal medyada insanlara dehşet senaryosu anlatanlara bir bakalım. Evet durum ciddi ama serinkanlı olmakta fayda var. En azından uzmanlar öyle diyor. Bu arada hemen bir iki güncelleme de yapalım. Koronavirüs nedeniyle ölümler 1500’e yaklaştı, enfekte olanlar 160 bini çoktan geçti. Ayrıca daha önce ismi olmayan virüsün artık bir adı var: Covid-19. Bir de umut dolu bir haber olsun: Covid-19 taşıyan hamile kadın, sağlıklı bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Dönelim sosyal medyada yayılan dehşet senaryolarına. Söz birinci bölümde de bilgisine başvurduğumuz Başkent Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları bölümünden Prof. Dr. Özlem Azap’ta: “Yeni korona virüs konuşuyoruz ama influenza mesela yılda 300 ila 500 bin kişinin dünyada ölümüne yol açan bir hastalık.

Onu çok konuşmayıp biz şu anda yeni koronavirüsü konuşuyoruz. Çünkü bilinmezlikler panik olmamıza yol açıyor.” O bilinmezlik Çin’e ve dünyaya yayıldığı için bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de elbette bir tedirginlik yaratıyor. Hatta insanlar çekik gözlü birini bile görünce bile tuhaf ve hatta bazen ırkçı tepkiler verir oldular. Oysa Özlem Azap, şu an Türkiye’de endişe edilecek bir durum olmadığının altına çiziyor. Evet Çin’deki Türkiyeliler getirildi ama kimsede virüse rastlanmadı. Özlem Hoca da Türkiye’nin aldığı önlemlerin yeterli olduğu kanaatinde. “Yeni koronavirüs hastalığına geçirmesi için bir kişinin hastalık bulgularının yanı sıra son iki hafta içinde Çin’de bulunması gerekiyor. Ya da Çin’den gelen bir hastayla temas etmesi lazım. Başka türlü bu virüs ortaya çıkamaz. Yanlış bilgi bazen paniğe sevk edebiliyor. Şu anda bizim solunum yolu virüsleri için de yeni koronavirüs, Türkiye’de yaşayanlar için bir risk oluşturmuyor.” Peki Türkiye’de tanı konabilmesi mümkün mü? Özlem Azap şöyle anlatıyor: “Tanı konulabilir mi yeni koronavirüs enfeksiyonuna Türkiye’de? Evet tanı konabilir. Testler yapılabiliyor. Nitekim Çin’den gelenlere yapıldı ve negatif bulundu.” İşte bu yüzden sakin kalmak önemli. Fakat tedbir almak şart. Hele de her türlü virüse açık olduğumuz düşünüldüğünde. Hocamız anlatsın: “Yeni koronavirüsten korunmak için ayrıca bir önlem almaya gerek yok. Virüslerden korunmak için aldığımız önlemler yeterli. Nedir onlar? Hastalarla temas etmemeye çalışmak, sarılıp öpüşmemek, ki Türkiye’de bu çok yaygın, hapşırırken, öksürürken tek kullanımlık kâğıt mendil kullanmak. Mesela direk yüzümüze öksürüldüğünde değil de bazen bilgisayar klavyesinden de geçiyor. Bulaştırabilir. Bu indirek temaslar önemli. Bu yüzden el yıkama önemli. El yıkamanız mümkün değilse el antiseptikleri kullanılabilir.” Peki maske? Çin’de mesela maske sıkıntısı yaşanıyor, hatta bazı tıbbi firmalar Çin’den ithal ettikleri maskeleri Çin’e geri sattılar. Esnafların verdiği bilgiye göre Türkiye’de son bir haftada bir yıllık maske satıldı.

İşin uzmanı olan Prof. Dr. Özlem Azap şöyle diyor: “Normalde hasta olmayan kişilerin maske kullanmasının hiçbir şekilde önerilmiyor. Hasta olan kişiler cerrahi maskeleri takacaklar, çevreye bulaştırmamak için takacaklar. Ama ben seyahate gidiyorum, uçağa binerken maske takayım uygulaması yanlış bir uygulama.” Onun yerine yapılacak şey çok daha basit. Gereksiz yere panik olmayıp kaynakları doğru kullanmak. Özlem Azap tekrar ediyor: “Elimizi yıkamak, hastayken dışarı çıkmamak, öksürürken hapşırırken korumaya çalışmak. Dolayısıyla maskeyle gereksiz. Türkiye’de yeni koronavirüs hastalığı yok. Bu konuşulan önlemler daha çok tüm virüslerden korunmaya yönelik önlemler.” Öte yandan bir de Çin’den gelen eşyalar meselesi var, birçok insan Çin malına dokunmaktan bile korkar hale geldi. Hocamız durumu açıklıyor: “Virüsler canlı hücrelerde yaşayabilir. Kargo malzemeleriyle taşınma olasılığı yok. Dolayısıyla aldığımız ürünleri kullanabiliriz, bu konuda sıkıntı yok. Çin lokantalarında yemek yiyebiliriz. Pişirilerek yenilen etlerden, yemeklerden bulaşma olasılığı yok. Bunlar ağız yoluyla değil de hazırlanan etlerin çiğken solunum yoluyla bulaşmasıyla hastalığa yol açtı. Yani besinlerle bulaşmıyor, solunum yoluyla bulaşıyor.” Bu noktada uzmanların tek sağlık dediği yaklaşım önem kazanıyor. Yani insan, hayvan ve çevreyi kapsayan anlayış. Durumu yine yeni koronavirüsle ilişkilendirerek Prof. Azap anlatsın: “Buradaki muhtemel sorumlular yarasalar gibi görünüyor. Çünkü SARS ve MERS’te de aynı şey olmuştu. SARS’ta misk kedilerine yarasalardan bulaşmıştı, Misk kedilerinden de insanlara bulaşmıştı. Maalesef ki misk kedilerini yiyenler tarafından. MERS’te de develere yarasalardan bulaşması söz konusuydu. MERS’in de insanlara develerden geçtiği anlaşıldı.” Azap devam ediyor: “Tek sağlık yaklaşımında insan, hayvan ve çevre sağlığını bir arada değerlendirmek gerekli. Genel olarak tüm enfeksiyon hastalıklarının yüzde 60’ının hayvan kaynaklı olduğunu söylemek mümkün. Her yıl da ortalama üç tane yeni enfeksiyon hastalığı ortaya çıkıyor. Hayvanlara ilişkili olup insanlara geçebilen hastalıklar bunlar, hepsi yeni hastalık.” Böyle bakılınca insanın bencilliğinin bitmesi gerektiği ayan beyan ortada. Yani kendi sağlığımızı korumak için doğayı ve hayvanları da korumalıyız. Korumalıyız çünkü tarih bize çok şey söylüyor. Tabii ders almasını bilene. O zaman dünyadaki gerçek anlamda insanlığı kırıp geçirmiş salgınlara bir göz atalım. Ama önce salgın neye tekabül eder onu öğrenelim. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden emekli halk sağlıkçı Profesör Necati Dedeoğlu, salgını şöyle tanımlıyor: “Salgın bir hastalığın beklenenden fazla görülmesi demek. Mesela geçen yıl bu mevsim 500 tane kızamık gözükmüş, bu sene 1000-2000 tane varsa salgındır. Ama mesela Türkiye’de bir zamandır çocuk felci görmüyoruz, dünyada çiçek hastalıkları yok ama 2-3 tane görülmesi salgındır. Beklenenden iki üç misli fazla görülmesi salgındır. Bazen de aynı yerde yığılıyorsa, onlara da salgın diyebiliyoruz.” Şimdi anlatacağımız biraz trajik bir tarih, ölümler, yoksulluk, hastalık ve çaresizlik var.

Ama neyse ki, bilim var, bulunan ilaçlar ve insanlığın devam etmesi de var. Tarihte kayda geçmiş en önemli salgınlardan biri MÖ 430 yılındaki Atina Veba Salgını. Tahmini ölüm bin civarı. Elbette o zamanki nüfusun da şimdiki gibi olduğunu hatırlatmaya gerek yok. 540’lardaki Jüstinyen Veba Salgını’nın ise on binlerce kişiyi öldürdüğü söyleniyor. 1350’lerdeki Kara Veba ise Kara Ölüm, Büyük Veba, Büyük Salgın ya da yalnızca Veba adıyla da anılıyor, insanlık tarihindeki en büyük salgınlardan biri. 75 ila 200 milyon kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Avrupa nüfusunun bu yıllarda yüzde 30 ila yüzde 60 oranda azaldığı belirtiliyor. Kara Ölüm, Avrupa’da birçok dinsel, toplumda ve ekonomik başkaldırıya da neden olmuş, mesela Rönesans’ı tetiklediği söyleniyor. 1665’teki Büyük Londra Vebası da tahminen 100 bin ölümü sebep olmuş. Sonrasında aralıklarla ortaya çıkan kolera salgınları var. Birinci Kolera Pandemisi ya da salgını, Kalküta’da ortaya çıkıp Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya kadar 110 bin insanın ölümüne sebep olmuş. İkinci Kolera Pandemisi ise daha fazla can aldı. Tahmini 200 bin kişi. Hindistan’dan Batı Asya’ya, Avrupa’dan Amerika kıtasına, hatta Çin ve Japonya’ya kadar sıçramış çok büyük bir salgındı. Dördüncü Kolera Salgını ise 1860’ta başlayıp 20 sene zarfında 750 bin ölümü sebep oldu. Beşinci Kolera Salgını ise yine Hindistan’dan çıkıp Avrupa ve Güney Amerika’ya kadar yaklaşık 1 milyon insanı canından etmiş. Yine takriben 1 milyon insanın ölümüne sebep olan başka bir salgın var aynı yıllarda: Rus Gribi. Kaynaklar Rus Gribi’nin, tarihte bilinen en eski grip salgını olduğunu kaydediyor. Ve rakamların ciddi yükseldiği bir salgın daha 1894’te başlayan Modern Veba. Rakamlar gerçekten korkunç. 10 milyon insanı yok etti. Daha önceki vebalardan farklı olarak ilerlemiş olan tıp bilimi bu hastalığın incelenmesine ve tedavi edici ilaçlar oluşturulmasına imkân sağladı. Bunların başında da antibiyotikler geldi.

  1. yüzyıla gelindiğinde yine bir buçuk milyon insanın ölümüne sebep olan Altıncı Kolera Pandemisi var. Yine Hindistan’da ortaya çıkıp Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Avrupa ve Rusya’ya kadar ölüm saçmış. 20. yüzyılın başında Avrupa’yı kırıp geçiren İspanyol gribi sahneye çıkmış. Birinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda 500 milyon insana bulaşan virüs, dünyada 50 ila 100 milyon arasında insanın ölümüne neden oldu. Bu sayı I. ve II. Dünya Savaşlarında ölen insan sayısının toplamından kat kat daha fazla.
1950’lerin sonunda ise iki milyon insanın ölümüne sebep olan Asya Gribi var. Maymunlardan insana geçtiği anlaşılan HİV virüsü, günümüze kadar ciddi düzeyde ölümlere sebep olmuş. ABD’de ortaya çıkıp 40 milyon insanı yok eden HİV, hala tehlikeli bir hastalık. Yedinci Kolera Pandemisi ise 1961’lerden günümüze kadar devam eden bir salgın. 570 bin insanın yok olmasına neden olduğu düşünülüyor. 60’ların sonunda bir grip salgını daha var. 1 milyon kişiyi öldüren Hong Kong Gribi. Yakın zamanlarda ise Özlem Azap hocamızın anlattığı gibi SARS ve MERS sahnede. Ayrıca 300 bine yakın insanı öldüren domuz ve kuş gribi de yakın zamanlarda hatırladıklarımız. Tabii ki tıbbın ve teknolojinin ilerlemesiyle şimdi salgın hastalıklar daha kontrol altına alınabiliyor ve ölümcüllüğünü eski dönemlere göre yükseltemiyor. Mesela 2009’daki Batı Afrika Menenjit Salgını, 1,200 kişiyi öldürmüş. 2011’de başlayıp 2017’ye kadar devam eden Haiti Kolera Epidemisi ise 6,700 cana mal olmuş. 2011’den günümüze kadar devam eden Kongo Kızamık Epidemisi tahmini 4,600 ölümle sonuçlandı. 2014’ten beri devam eden Batı Afrika Ebola Epidemisi ise yaklaşık 4,900 ölüme neden olmuş. Türkiye’de de elbette salgınlar yaşandı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Recep Akdur şunları söylüyor: “Bundan 40-50 yıl önce bulaşıcı hastalıkları denildiğinde Türkiye’de difteri, boğmaca, tetanos, kızamık, kolera, dizanteri gibi hastalıklar akla geliyordu. Günümüzde bulaşıcı hastalıkları denildiğinde AIDS, Kırım Kongo Ateşi, Sars, kuş gribi gibi yeni enfeksiyon hastalıkları hâkim oluyor.” Prof. Dr. Necati Dedeoğlu ise şöyle anlatıyor: “Bir zamanlar yani Osmanlı döneminde Ortaçağa yakın dönemlerde en yaygın olan vebaydı. Osmanlı’da da büyük ölümlere yol açmıştır. Veba o yılların en korkunç hastalığıydı, çok ölümcüldü. Avrupa’yı kasıp kavurmuştur.

Sonra kolera, aynı şekilde. Osmanlı’da da vardı. Çok büyük salgınlardı. Çiçek salgınları vardı. Bir ara çok yaygındı. Yüzünde yara olan, körlük yaşayan insanlar vardı. Sıtma artık görülmüyor. Son yıllarda Avrupa’da bizim ülkemizde de kızamık salgını görülüyor.” İstanbul’daki ya da Osmanlı’daki salgınlar da birçok kitapta ya da filmde konu oldu, olmaya da devam edecek gibi. Mesela İstanbul tarihinde fetihten sonra ilk büyük salgın 1591 yılında görülen veba olmuş. Hastalıktan ölenlerin sayısının günde 500’ü aşması üzerine devrin padişahı III. Murat, sarayı terk ederek Edirne’ye gitmiş. Esnaf kepenk açmayınca halk açlık tehlikesiyle karşılaşmış. 1625’teki ikinci büyük veba salgını, ölü sayısı bakımından ilkinden daha büyük kayba yol açmış. Ölü sayısı günde bini bulmuş. Veba birkaç defa daha İstanbul’un üzerine karabasan gibi çökmüş. 1812’deki veba salgınında insanların bazen yollarda yürürken düşüp öldüğü anlatılır. Günde üç bine yakın ölüm olduğu söylenir. Üzerinden 10 yıl geçtikten sonra İstanbul’da bu kez çiçek salgını baş gösterir. Beş bine yakın kişinin ölümüne sebep olan çiçek salgınının saraya sıçradığı ve bir şehzade ve iki sultanın öldüğü kayıtlara geçer. Sultan II. Mahmud döneminde de kolera hortlamış, ilk aylar içinde dört bine yakın İstanbullu ölmüştü. 1800’lerin ikinci yarısında önce veba, sonra kolera salgını 25 binden fazla İstanbul sakininin ölümüne sebep olmuş. 1912’de bir başka kolera salgınında yine on binlerce insan ölmüş, devlet de kolerayla dükkanlara zorunlu kılınan antiseptik dolu kaplar ve sönmüş kireçle müdahale etmeye çalışmış. Hastalığa yakalananlar önce Sarayburnu’nda sonra da Yeşilköy’de karantinaya alınmış ama yine ciddi bir ölümler yaşanmış. Cumhuriyet’ten sonra ise bu denli büyük ölümler yok salgın nedeniyle. 1929’daki çiçek, 1937’deki tifo ve 1943’teki çiçek ve tifüs salgınları, geçmiş devirlerdeki salgınlara oranla daha küçük salgınlar.

Ama velakin Necati Dedeoğlu hocamız bu salgınların artabileceğini söylüyor. Durup dururken değil elbette. İklim değişikliği nedeniyle. Yani dünyamızı bile isteye tüketmemiz sebebiyle. Söz Prof. Dr. Dedeoğlu’nda: “Bu iklim değişikliği ile hayvanlarla olan ilişkilerimizle, çünkü o hayvanları yiyoruz, elbette yeni virüslerle karşılaşacağız. Bunlara karşı direncimiz olmadığı için, korona virüs gibi, Zika gibi, Sars gibi salgınlar yapar, yapacaktır. Türkiye her türlü salgına açık. Hele önümüzdeki yıllarda iklim değişikliği beraber pek çok salgını beklemek de akılcı olur.”. Şöyle devam ediyor Dedeoğlu: “İklim değişikliğiyle artık Türkiye’de görmediğimiz sinekleri göreceğiz. Yeni mikroplar, sinekler vs. çıkabilir. Yani bazı mikroplar sıcak havada çok uzun yaşayıp dağılabilirler, sularımızı daha fazla kirlenebilir. İklim değişikliği birçok şeyi beraberinde getiriyor.” Bunun olmasına daha çok var diyorsanız, ki yok, alın size her gün hayatınız içinde olan başka bir salgın tehlikesi. Prof. Dr. Necati Dedeoğlu, özellikle Türkiye uyarısını şöyle yapıyor: “Türkiye’de ben hatırlıyorum, 80’lerde Ankara’da tifo salgını vardı. Binlerce kişi hastalandı. Su Türkiye’de önemlidir. Ama suyun tahlil sonuçlarını bilirsek onun için hem devleti hem de insanları uyarabiliriz. İnsanları uyarabiliriz ama yok, bilgi verilmiyor. Genelde Türkiye’de sularla ilgili hastalıklar yüksek boyutta. İnsanlar suyuna sahip çıkmalı. Çeşmeden akan suların sağlıklı olması lazım ama ne yazık ki öyle değil.”

Daha da ilginç ve aslında her birimizin sağlığı için tehlikeli bir durumun altını çiziyor Dedeoğlu: “Çok acı bir şey var. Sağlık Bakanlığı, bulaşıcı hastalık verilerini yayınlamıyor. Türkiye’de hangi hastalık arttı, hangisi azaldı, yeni hastalıklar nedir bilmiyorum. Böyle şey olur mu? Ben bu bilgiyi, hekim olacak öğrencilerime veremiyorum. Aynı şekilde Sağlık Bakanlığı aldığı su numune sonuçlarını da yayınlamıyor. Yasak. Sordum Cumhurbaşkanlığı’na, bilgi verilmedi. Neden saklanıyor, sonuçlar bu kadar mı kötü?” Bunun cevabı tabii ki yetkililerde. Tabii halkın yani bizim sağlığımızı önemsiyorlarsa. Ama şimdi biz tekrar Çin’e dönelim, son sözleri Pekin’den koronavirüsün etkili olduğu coğrafyadan Sidal Utkucu’ya bırakalım: “Burada insanların evet bu zor günler geçecek, iyi günler yakında psikolojisine sahip olduğunu söyleyebilirim. Bizler şimdilik Pekin’de iyiyiz. Soranlara sormayanlara.

Sağlık