Latin Amerika’da sol dalganın ikinci perdesi: Bölgeyi nasıl bir gelecek bekliyor?

Latin Amerika’da sol dalganın ikinci perdesi: Bölgeyi nasıl bir gelecek bekliyor?
Latin Amerika'da yükselişe geçen sol dalganın Pembe Dalga’dan farkı ne? İlerici/solcu hükümetleri ne gibi zorluklar bekliyor? Latin Amerika’daki sol hareketler üzerine çalışmaları bulunan Coimbra Üniversitesi öğretim üyesi Boaventura de Sousa Santos anlattı.

Kavel Alpaslan

Latin Amerika bir süredir, sol kanadın seçim zaferlerine ve neoliberal politikalara karşı patlak veren halk ayaklanmalarına sahne oluyor. Bu sonbaharda Brezilya’da düzenlenecek seçimlerle birlikte sol kanadın zaferlerine bir yenisinin eklenmesi bekleniyor.

Tüm bu gelişmeler 1990’lı yılların sonunda, özellikle Venezuela’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesiyle ivme kazanan 'Pembe Dalga’yı anımsatıyor. Kıtadaki bir dizi sol kanat zaferi ifade eden Pembe Dalga, 2010’larda karşı kanadın yükselişe geçmesiyle birlikte daha az gündeme gelir oldu. Şimdi ise yeniden karşımızda duruyor.

Peki ama bugün yükselişe geçen sol dalganın Pembe Dalga’dan farkı ne? İlerici/solcu hükümetleri ne gibi zorluklar bekliyor? Bölgede tartışmasız etki alanına sahip ABD’nin bu gelişmelere tepkisi ne olacak? Sol içi tartışmalar konunun neresinde duruyor? Latin Amerika’da ‘ilerici’ adı verilen her yönetimi sol kanat olarak adlandırabilir miyiz? Kıtayı nasıl bir gelecek bekliyor? Dünyada artan gerilim Latin Amerika’yı nasıl etkileyecek?

Tüm bu sorulara yanıt almak üzere Latin Amerika’daki sol hareketler üzerine çalışmaları bulunan Coimbra Üniversitesi Ekonomi Fakültesi Sosyoloji Departmanı'ndan Boaventura de Sousa Santos ile konuştuk.

'ABD’NİN İLK DARBE PLANLAMASI ARTIK DAHA ZOR OLACAK’

Son zamanlarda Latin Amerika’da sol kanadın pek çok seçim zaferine rastladık. Öncelikle karşımızda duran tablonun kıta için yeni bir ‘pembe dalga’ olduğunu söyleyebilir miyiz?

Latin Amerika’da genel anlamda kullanılan terimin ‘yeni ilerici dalga’ olduğunu belirtebiliriz. Bu, başlangıçta ilericiliği solculuktan ayırmayı hedefleyen bir terimdi. Çünkü ilk dalganın sonuna gelindiğinde, ilk dalgada yer alan hükümetlerin gerçek doğasına dair sol içerisinde ciddi bölünmeler yaşandı. Fakat zaman içerisinde bu terim üzerinde neredeyse uzlaşıya varıldı. Bugün gerçekten de yeni dalga Arjantin’den (2019), Bolivya’dan (2020) Peru’ya (2021), Şili’ye (2021), Honduras’a (2022) ve Kolombiya’ya (2022) kadar görünür halde.

Bu yeni dalganın bir adım ötesine geçecek olursak, kimileri “her daim ABD’nin ‘arka bahçesi’ olarak görülen Latin Amerika’da jeopolitik rüzgârın farklı yönde esmeye başlayabileceğini” öne sürüyor. Siz böylesi bir yorumu gerçekçi buluyor musunuz? ABD’nin kıtadaki konumunu korumak adına atması muhtemel adımlar ne olabilir?

Öncelikle 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında karşımıza çıkan birinci dalga, aslında aynı faktörlerin bir ürünüdür. Bana kalırsa şu noktalara öncelik vermek gerekiyor: 1- Neoliberalizmin dayattığı kemer sıkma politikaları nüfusun büyük bir çoğunluğunun yoksullaşmasına neden oldu. 2- Büyük birader ABD, geleneksel olarak ülkesinin bölgedeki ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını tehlikeye atabilecek siyasi hareketleri kontrol altına alma ve etkisiz hale getirmekle meşgul olurken, özellikle Irak işgaliyle birlikte Ortadoğu’da ‘dikkatinin dağılması’ söz konusu oldu. 3- Çin’in etkileyici ve devamlı olarak ekonomik büyümesiyle birlikte, doğal kaynaklara yönelik yeni bir talep oluştu, bu da toplumsal yeniden dağıtım için gereken büyük gelirlerin sağlanmasını mümkün kıldı. Bolivya’nın eski başkan yardımcısı Alvaro Garcia Linera'ya göre, ilk dalga sırasında (2000-2015) 70 milyon insan yoksulluk sınırının üzerine çıktı.

Böylece, ilk dalganın yaşayabilirliğinin ana faktörleri arasında ABD emperyalizmin nispi devamsızlığı da vardı. Elbette bu devamsızlık, demokratik olarak seçilmiş sol tandanslı hükümetlere yönelik başlatılan bir dizi ‘kurumsal darbeyle’ birlikte sona erdi: Önce 2009’da Honduras’ta yaşananları 2012’de Paraguay ve 2016’da Brezilya izledi. ABD'nin ikinci dalgayla nasıl yüzleşeceğini zaman gösterecek. Geçtiğimiz yılın sonuna doğru ABD bir ‘Demokrasi Zirvesi’ düzenledi. Demokratik olarak (hatta canlı demokratik süreçlerin sonunda) seçilen hükümetlerce yönetilen iki ülke davet edilmedi: Arjantin ve Bolivya. Temel olarak, ekonomik politikaları emperyalist tasarıma uymadığı için. Buna karşılık üç ‘sorunlu demokratik’ ülke (Ukrayna, Filipinler ve Pakistan) ‘Rus yayılmasını kontroldeki rolleri’ dolayısıyla zirveye davet edildi.

ABD’nin ilk dalgadaki ilerici hükümetlere karşı yaptığı gibi, aynı tip darbeleri planlaması artık daha zor olacak. Küresel finans sermayesi, belirleyici etki alanına sahip tek sektör olduğu için ‘finansal disiplini’ deneyeceklerdir. Öte yandan Çin’in alt-kıtadaki devasa ekonomik varlığı ve ABD’nin Pekin ile artan rekabeti, hatta karşı karşıya gelişi göz önüne alındığında gerilimin biraz daha yoğunlaşması beklenebilir. Arjantin, Nikaragua ve Venezuela örneğinde bu halihazırda görünür durumda. ABD, ilerici hükümetlere yönelik bir destek kaybını ya da bu hükümetlerin herhangi bir hatasını yakaladığında, onları daha da istikrarsızlaştırmak için kullanacaktır.

'BOLİVYA KENDİ BAŞARISININ KURBANI OLDU’

Tekrar birinci dalgaya geri dönecek olursak, 2000’li yıllarda çeşitli ülkelerde iktidara gelen sol/ilerici hükümetler için durum bir süre sonra tersine döndü. Sizce bu değişimdeki ‘iç’ nedenler hakkında neler söyleyebiliriz? Neden ‘heyecan kaybı’ yaşandı? İlk dalga hakkında sol/ilerici cepheden yapılan özeleştirileri okuyabilir miyiz?

Özeleştiri, günümüz politikacıları arasında yaygın değil. Ne de olsa ilk dalga çeşitli nedenler dolayısıyla sona erdi ve bunların bazıları dış kaynaklıydı. Aynı zamanda nedenler ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyordu. Brezilya’da, Çin’in göreli yavaşlaması, finansal elitlerin ağır basan gücü ve onların kontrolündeki anaakım medya ile birleşince toplumsal krizi büyütüp halkın huzursuzluğunu manipüle etme süreci başarıldı. ABD, yolsuzluğa karşı savaşı mazeret göstererek muhafazakâr yargı sistemini İşçi Partisi ve onun önde gelen ismi Lula da Silva’yı etkisiz hale getirmek için kullandı. Dahası, genellikle bazı evanjelik kiliselerle ilişkili olan küresel aşırı sağ, sahada sol politikaları ve ilerici değerleri itibarsızlaştırmaya çalışarak siyasi sınıfın sağına keskin ve şiddetli dönüşe zorluyordu.

Diğer ülkelerde daha başka koşullar etkili oldu. Evo Morales yönetiminde sürekli bir ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınmanın rastlandığı Bolivya’da yaşanan olağanüstü bir örnektir. Garcia Linera, Bolivya’daki ilerici hükümetin ‘kendi başarısının kurbanı olduğunu’ öne sürüyor ve ‘temel ihtiyaçların karşılanmasından sonra nüfusun yeni toplumsal hedefler ve projeler için seferberlik için harekete geçmediğini’ söylüyor.

Son 30 yılda Latin Amerika’daki ilerici hükümetlerin kendi sol muhalefetleriyle inişli çıkışlı bir ilişkiye sahip olduğunu görüyoruz. Venezuela’yı örnek vermek gerekirse iktidardaki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV), Venezuela Komünist Partisi (PCV) gibi komünist/Chavezci kimi örgütlerle artık iyi ilişkilere sahip değil. Ya da daha farklı bir örnek olsa da Nikaragua’da ‘sosyalizme giden yolun’ oldukça farklı bir istikamette ilerlediğine dair kimi değişiklere de rastladık. Bu inişli çıkışlı ilişkiyi nasıl değerlendirebiliriz?

Portekiz ve İspanya deneyiminden yola çıkarak birkaç yıl önce yazdığım küçük kitap Lefts of the World, unite! (Dünyanın solları, birleşin!), farklı ülkelerden kimi tarihsel, kimi ise yakın dönemden solun farklı akımlarını, en azından pragmatik amaçlar için bile olsa bir araya gelme hedefinin zorluluklarına dair analizlerimi içeriyordu. Brezilya, Kolombiya ve Meksika örneklerini de analize dahil ettim. En son örnek, ilerici güçler arasında sınırlı bir ittifakın seçimleri kazanmaya yetebileceği Ekvador’du. Bunun yerine bölünmeye devam ettiler ve sonuç olarak en muhafazakar kanattaki bir yolsuz banker seçimleri kazandı.

Bahsettiğiniz ülkeler daha farklı zorlukları göstermekte. Nikaragua’da Ortega-Murillo ikilisi Sandinist hareketin hedeflerini artık tanınmayacak derecede çarpıttı. Nikaragua otokratik bir rejimdir. ABD tarafından düşmanlaştırmalarının nedeni demokrasi eksikliğinden değil (ki bu zaten ABD için nadiren bir seferberlik nedeni olmuştur), daha çok Çin yatırımlarının varlığından kaynaklanıyor.

Venezuela’nın Küba ile birlikte durumu farklı. Bu ülkeler, ABD’nin acımasız ambargolarının ve ekonomik yaptırımlarının kurbanı oldular. Sağlık krizi devam ederken bile uygulamada olana ambargo ve yaptırımlar… Bu nedenle bahsettiğimiz ülkelerde sistemlerin imkanlarını ve rejimlerin dinçliğini değerlendirmek zordur. Takdire değer olan güçlüklere ve kıtlığa rağmen halkın cesareti ve direncidir. Venezuela demokratik sistemini yeniden inşa ediyor ve Meksika'da muhalefetle müzakereler sürüyor. Bu ülkeler de ambargo ve yaptırımların, yoktan siyasi rejimler meydana getirmede etkili olmadığını göstermiştir.

Latin Amerika’daki ilerici ülkelerinin, birinci dalgada elde edilenin ötesine geçerek ikinci dalgada bölgesel iş birliğini yoğunlaştırmaya hazırlandıklarını düşünüyorum.

'TEK ALTERNATİF BÖLGESEL İŞBİRLİĞİ’

Kapitalizmin küresel krizi ile birlikte dünyadaki siyasi gerilim artıyor. Az önce kabaca değindik ancak neoliberal politikalara karşı harekete geçmek isteyen Latin Amerika’daki hükümetleri daha sert bir atmosfer mı bekliyor? Eğer öyleyse bunu biraz daha açabilir miyiz?

Evet. Bahsettiğimiz yeni ilerici hükümetler dalgasının ortaya çıktığı dönem, ciddi şekilde durumu ağırlaşan bir uluslararası atmosfer yaratıyor: Pandeminin sonuçları, Ukrayna'daki anlamsız savaşın küresel etkisi ve ABD ile Çin arasındaki yoğun rekabetin sonuçlarıyla karşı karşıya… Manevra yapma ve egemenliğin bazı kısımlarını ele geçirme alanı daralırken aşırı sağ güçler küresel anlamda yükselişe geçti. Şili’de tanık olduğumuz üzere yüz günlük başkanlık süresi, genç Gabriel Boric’in popülerliğini ciddi manada düşürmeye yetti. İlerici hükümetlerin ikilemi şöyle özetlenebilir: Marjinal fazlalığın toplumsal olarak yeniden dağıtılmasından yararlanma umuduyla -ilk dalgada olduğu gibi- neoliberalizme güvenemezler. Diğer yandan uluslararası bağlam, bugün hükümetlerin kabul etmek isteyebileceği -mesela Samir Amin’in teorize ettiği gibi bir göreceli kopuş gibi- herhangi bir alternatif çözüme karşı çok daha düşmanca yaklaşıyor. Onlara sunulan tek alternatifin gerçek ve anlamlı bir bölgesel iş birliği olabileceği kanısındayım.

Geçtiğimiz yıl, Latin Amerika’nın hemen hemen her yerine neoliberal politikalara karşı çeşitli sokak hareketlerine tanıklık ettik. Şili’de Boric’i ve Kolombiya’da Petro’yu bu sokak hareketlerinin enerjisini arkasına alarak iktidara gelen liderler arasında görebiliriz. Ancak bu yeni seçilmiş başkanların sokağın taleplerini yerine getirebileceğini mi düşünüyorsunuz? Yoksa aynı enerjiyi 'absorbe’ etmeleri de ihtimal dahilinde mi?

Şili’de tanık hali hazırda tanık olmaya başladıklarımız düşünüldüğünde bundan oldukça şüpheliyim. Solun sokakları kendi tekeline aldığına inanılan bir dönem vardı, çünkü aslında solun siyasi güçleri, sokakları zapt etmek için emekçi kitleleri, yoksul sınıfları seferber edebilecek tek güçtü. Bugün artık bu doğru değil. Pek çok ülkede sağcı ve hatta aşırı sağcı siyasi güçlerin sokakları harekete geçirme konusunda kayda değer bir güç sergilediğini görüyoruz. Solun ilerici hükümetleri, nihayetinde kendi politikalarına karşı yapıcı gösteriler düzenleyen destekçilerini, sokakları canlı tutma yönünde cesaretlendirmesi gerekiyor. Gelecek on yıllarda demokratik kurumlar ilerici politikaları ve hatta demokrasiyi savunmakta yetersiz kalacaktır. Hem ilerici politikaların hem de demokrasinin kurumlarda ve sokaklarda aynı anda savunulması gerekecektir.

Özel Haber