"Maden İliç’e geldikten sonra biz şirkete karşı ölü taklidi yapıyoruz"
FİLİZ GAZİ
Kısa Dalga - Son moda tabirle bir tatil köyü gibi İliç. İlçeye girer girmez ilk dikkat çeken lüks araçlar. Belediye MHP’de. Bundan önce AK Parti’li Belediye Başkanı vardı. Gördüğüm kadarıyla şimdilerde revaçta olan ülkücü bıyıklar. Adım başı, her yerde. Bir de Özel Harekât polisler.
İlçenin tek ve en işlek caddesinde olan “Anagold Maden İş Sendikası’na” ait çay ocağı İliç’le ilgili ilk işareti veriyor. Maden şirketi, sendikaya kendi adını verecek kadar oraların sahibi. Sendika’nın hemen yanında AKP İlçe Başkanlığı var. Onun yanında da Gold Safety. Sahibi taşeronlardan Çetin Buran. Aynı zamanda İliç’te okul aile birliği başkanı. Başkanı olduğu okul, Anagold Madencilik Ortaokulu.
Çay ocağına girdiğimde bardakları yıkayan 17’li yaşlardaki bir çocukla birkaç saniyelik bir iletişimimiz oluyor. “Babam” lafını zar zor duyabiliyorum. Babası liç yığının altında kalanlardan. Kısa süre sonra amcası geliyor yanımıza. Yani burayı işleten kişi ölen işçinin abisi. Konuşuyor muyuz? Evet ama bu kadarını yazabiliyorum. Diğerleri gibi, biraz sonra okuyacaksınız.
İliç’te kiralar 10- 13 bin arasında. Toplam nüfusu 10 bin. Buranın bir maden öncesi bir de maden sonrası var. Paranın büyüsü; uluslararası şirketin, yerel işbirlikçilerinin tezgahını kurmasını kolaylaştırdı. Zamanla herkesin birbiriyle yarışması köyü yutacak canavarın ekmeğine yağ sürdü. Madenin köye girmesiyle para etrafında kümeleşen taşra eşrafı, bürokratlar, yerel siyaset, bölgenin ileri gelen aşiret üyeleri fareli köyün kavalcısı gibi hayvancılık yapan, tarımla uğraşan köylüyü peşine takar. Konuştuğum bir kadın bunu “Değneği bırakıp, jeeplere bindiler” diye anlattı. Yerel oligarşide tablo böyle iken ana sermaye ABD’den Avustralya’ya, İsviçre’den Kanada’ya uzanıyor.
‘Belki de kalemi elime verip derler, al sen yaz’
Toprak altında kalan başka bir işçinin yakınıyla konuşuyorum. Bırakın ismini, yaşını, çocuğu olup olmadığını, madende ne kadardır çalıştığını dahi yazamıyorum. Konuşmamız boyunca kısık sesle konuştu. Kimse duymasın diye ayrı bir yere çekildik. Şunları söyledi:
“… yaşındaydı. (…) Ben ne istiyorum? İşletmenin kapanmasını istiyorum. Konuşamam ama belki konuşacağım gün var. Bu insanlar yargılanmazsa konuşurum. Şey gibi değil ama şehri yakarım. Bu iş kazası değil, göz göre göre geldi.
Çalışma koşulları iyiydi, maaşı iyiydi. Doğru. Başka çalışacak yer yok. Şirket buraya girdiğinde verdiği parayla bir Vali maaşı kadar maaş veriyordu. Büyüdükçe, iyice oturdukça arsızlaştılar. İlçede kim güçlüyse onlarla iyiler. O parti bu parti değil. Adam senin içinde kala kala seni çok güzel okuyor. Her yerde böyle. Siz bir yere müdür olsanız önce oranın yerel hiyerarşisine bakarsınız, kim burada güçlü? Değil mi?
Avukat tutmadık, bekliyoruz. Biz davacı olacağız. Süreci bekliyoruz. Elimize geçen bilgileri tekrar dosyaya atıyoruz. Çalışan kesim, acaba ben ne olurum diye düşünüyor. Ben direk kapanmasından yanayım. Bir şey de istemiyorum, paraya ihtiyacımız yok. (Kişisel bilgiler veriyor.) Buradan çıksınlar istiyorum. Hepimiz BMW’ye biniyorduk. O işte bunun parasıydı. Ha belki konuşacağımız gün gelecek. Biz şimdi ölü taklidi yapıyoruz şirkete karşı. Daha iddianame hazırlanmadı. Para da istemiyorum. O para bizi bozar. Belki de kalemi elime verip derler, al sen yaz. Bak bunu derler, samimi söylüyorum. O bana yaramaz. Bu bana vicdan azabı verir, kalan ömrümü de onla mı yaşayacağım? Hiç gerek yok.”
Bunları anlatırken iki kez ismini sordum, hitap etmek için. Yanıt vermedi. Konuşmamız bittikten sonra telefon numaralarımızı kaydedeceğimiz anda “İsminiz” dedim. “Erzincan, İliç yaz” dedi. Onu ölen işçinin adıyla kaydettim.
‘Değneği bıraktılar, jeeplere bindiler’
Bir başka göçük altında kalan işçinin evindeyim. Onun da kimliğini yazamıyorum. Keza kimliğini açık edecek hiçbir bilgiyi de. Yarım saate yakın bir bahçede oturduk. Sessizlik olunca masadaki kayısıların, elmaların lezzetinden söz ettim. Nerdeyse hiç konuşmadı. Göz göze dahi gelmedik. Elindeki çiçekle meşgul olmaya çalışıyordu. “Konuşmayı şu anda düşünmüyorum. Bir sebebi de yok. Şu an bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.” İki üç defa buna benzer şeyler söyledi. ‘Ne kadardır orda çalışıyordu?’ sorum dahi “Gerçekten konuşmak istemiyorum” diye yanıtlandı. Bunlar olurken komşu teyze yanımızdaydı. Yarım saat boyunca konunun değişmesine müsaade etmedi diyebilirim. Sanırım benden önce işçi yakınını rahatsız eden oydu. Hevesle anlattı. O ve ben birlikte dinledik:
“Maden olmadan insanlar yaşıyordu, aç değildik, herkes bir şekil geçimini götürüyordu. Ne yaptılar? Koyun güden insan değneği bıraktı, geldi madende mühendis oldu. Böyle bir şey olabilir mi? Şef yaptı, bilmem ne yaptı.
İki üç gün sonra maden açılır. 'Benim oğlum oradan ekmek yiyor, Ayşe’nin oğlu ölmüş bana ne’ diyor. Değneği bıraktılar, jeeplere bindiler. En çok da Şavaklar. (İliç’teki güçlü aşiret) Gelini, kızını, oğlu, torunu madende… Şu İliç’in halkından madende olan yok, Şavaklılar hep. Şu kız mesela kaç sefer sınava girdi. (Orada olan bir genci göstererek) Formalite icabı sokuyorlar ama hep kendilerinden. Geçen sene 60 eleman alınmış, 52’si onlardan. Başkanımız sağolsun Şavaklı! Ne mi yaptılar burada? Diyelim, sen kafanı kaldırdın mı cebine para sokuldu. Onlar da sustu.”
Yerel oligarşide Şavak aşiretinden Koçgiri aşiretine
Burada bir paranteze lüzum oldu. Erzincan’da olduğum süre boyunca Şavaklar’ı hemen her görüşmemde duydum. Köylerin ağırlıklı bölümü Şavaklar aşiretinin mensupları. Fakat oranın yerlisi olarak kabul edilmiyorlar. Türkiye-İran-Irak gibi geniş bir coğrafyaya yayılmış aşiret, yıllar boyu başta Elazığ ve Erzincan olmak üzere Konya, Adıyaman, Sivas gibi illere göç etmiş. Çöpler ve İliç’te olanlar ise Keban Barajı’nın sular altında kalmasıyla yerleri istimlak edilenler.
AKP’li Belediye Başkanı Mustafa Gürbüz ve şimdiki Milliyetçi Hareket Partisi’nden olan Belediye Başkanı Mehmet Elçi de Şavak aşiretinden. Bunun yanında Mustafa Gürbüz, madene taşeronluk yapan bazı şirketlerin de sahibi. Yeğeni de göçük altında kalanlardan. Anagold’un ağırlıkla taşeron işçi deposu ve çalışanları da bu ailelerle akrabalık bağı olanlar. Yeni zenginler birkaç çekirdek aile, geri kalanlar ise bu ailelerle kan bağı olduğu için sahada işçilik yapan ‘şanslı’ diye addedilenler.
Bir başka yerel oligark Anagold Altın Madeni şirketinin taşeronu Çiftay Madencilik'in sahibi Sivas İmranlı’nın Alevi beylerinden Ziya Aydın ise Koçgiri aşiretinden. Şirketi şimdilerde oğlu Serkan Aydın yönetiyor. Bu şirket ayrıca Soma ve Kazdağları’nı da kazıyan şirket.
Komşu teyze olanca ustalığıyla laf arasında ölen işçilerden birinin çocuğunun 5- 6 aydır işe gitmediğini ama maaşının yattığını söylüyor. Bilmeden söylermiş gibi ‘Devlette çalışıyor ondan herhalde’ dese de mesajını vermiş oluyor. Mağdurla ilgili bir sapma olduğundan gazeteciliğin duraksadığı nadir anlardan. Kim olduğunu ve nerde çalıştığını buraya yazamıyorum.
‘Orada yüzlerce genç arkadaş çalışıyor, kapanamaz’
Buradan çıktıktan sonra yolculuk boyunca bana eşlik eden Yılmaz Abi’nin olduğu çay bahçesine gidiyorum. Çay içiliyor. Masa kalabalık, tek kadınım. Gazeteci olduğumu bilmeyen, geçerken selam verip, heyecanla konuya dalış yapan eski muhtar önce şunları söylüyor:
"Siyanür falan yok, o kadar abarttıkları gibi değil. O dönemde ben muhtar değildim, keşke Amerika’ya gideydim. (Maden şirketi kurulmadan önce köyün muhtarları Amerika’ya gezmeye götürülmüş.) Bana ne ölen balıklardan, devlet düşünsün. (Köyde balıklar ölüyor.) Uluslararası şey düşünsün.”
Eski muhtar ilkin bunları söyledi. Sonra işin rengi değişti. Yukardaki sözler irkiltici gelebilir ama İliç’i en gerçekçi şekilde anlatanlardan biriydi. Kimseden korkumuz yok dese de o da ismini yazmamı istemedi. Şöyle anlattı İliç’i:
“Bizim köyden bakıldığında yapay dağ gözüküyordu. Kimse bugüne kadar sesini çıkarmadı. Bura açılmadan önce ben çok karşı çıktım. Bize 'siz komünistsiniz, zihniyetiniz bozuk’ dediler. Şimdi orada yüzlerce genç arkadaş çalışıyor. Oranın daha kapanma şansı yok. Kapanamaz. Burada başta hayvancılığı bitirdiler. Burada geldiğin zaman adım başı koyun gözükürdü. Şimdi bütün arkadaşlar orda çalışıyor. Sen şimdi onların ekmeğiyle nasıl oynayacaksın? Demek ki çalışan insanlar canı gider diye kabulleniyor. Eee ne diyeceksin?
Doğruya doğru… 15 yıl önceki İliç’le şimdiki İliç bir mi? Şuraya geldiğin zaman herkes herkesi tanırdı. Şimdi kim kimi tanıyor? Bir şehir görünümü kazandı. Sen şimdi burada madeni kapattığın zaman bura hayalet şehir olur.
Burada bir Alper Bey vardı, Halkla İlişkiler Müdürü’ydü. Şurada yerleri vardı. (Az ilerimizde olan, şimdilerde Anagold Sendika’ya ait çay ocağını işaret ediyor.) O zaman eleştirdiğim zaman ‘Ya muhtarım, bırak bunları, gel dedi seni ana firmaya alalım.’ Ben emperyalistlerle çalışmam dedim. Vallahi diyorum. Girmedik ne oldu, herkes istediğini aldı. Muhtarlığım döneminde muhtarlık toplantısı var, gittim. Madenden köylere pasta gidiyor, hizmet dağıtılıyor yani. Çıktım dedim: Kaymakam Bey, burada pasta yanlış dağıtılıyor, köyler arasında ayrımcılık yapıyorsunuz. Maden bizi zehirliyor, hizmetimizi de kesiyorsunuz. Bu pastanın eşit dağılmasını istiyoruz. Çöpler’in (Çöpler Köyü) Muhtarı Mahmut Öz çıktı dedi ki, sana ne lan, maden benim köyümden çıkıyor. Ona, ‘sen köyünü sattın, kes!’ dedim. Bir tane muhtar bana sahip çıkmadı.
O tarihte mezarlıklar dahi, çürümüş kemikler için para aldılar. Sen hangi mücadeleden bahsediyorsun ya? (Birlikte oturduğumuz birine yanıt veriyor.)
İlk maden kurulmadan önce bura ve çevre köylerinin muhtarları, AKP İlçe Başkanları Amerika’ya götürüldü. 20- 25 gün orada kaldılar. 10 bin dolar ceplerine harçlık da konuldu. Bugün 9 kişinin ölümü… Buranın ileri gelenleri kendi çocuklarının mezarlarını eştiler. Burada maddiyatı olmayan insanları hacca götürdüler. Burada öyle bir sistem kurdular ki, üç beş kişiye şirket kurdurdular. İnsanlar bir araya gelmemesi için yaptılar. Çevre köylerde de şirket kurdurdular. İnşaat, gıda, taşıma ne sayarsan say. Adamın bürosu yok, şirketi var. Adam tankerle rafineriden mazotu getirip veriyordu, faturayı kesip veriyordu. Adam tankeri bile görmüyordu. Misal su ihtiyacı, şirketi var ama yeri yurdu belli değil. Su direk geliyordu, faturayı kesiyordu, parasını alıyordu.”
Eski muhtarın söylediklerini somutlaştıralım. Anagold Maden sahasında irili ufaklı yaklaşık 36 taşeron şirket çalışıyor. Bunun dışında sipariş usulü iş gören 100’e yakın şirket daha bulunuyor. Bahadır Özgür, “Altın-siyaset-ticaret: İliç’teki yerel oligarşi” başlıklı yazısında 10 bin nüfuslu İliç’te 2010’lardan sonraki şirket patlamasını şu yazıda detaylı bir şekilde anlatmıştı:
‘Tutuklanan ilkokul mezunu adamın teknik sorumluluğu ne olabilir?’
Metin Doğan, serbest muhasebeci. İliç’te yaşıyor. Toprak altında kalan iki işçi yakın akrabası. Ölen işçilerin aileleri niçin konuşmak istemiyor diye soruyorum. Yanıtlıyor ve dahasını anlatıyor:
“Korku ve menfaat. Ölen ikisi benim akrabam. Şirketle net konuştukları kanaatinde değilim. Belli, büyük rakamlar konuşuluyor. Ha yapacaklardır, üst rakamlardan atıyorlardır, bilemem. Buradaki insanlar o beklentiyle konuşmak istemiyor. Olumlu olumsuz ayaklarına bir şey dolaşmasın istiyorlar. Belki olur, bir umut karar veremiyorlar. Ben böyle tahmin ediyorum.
Burada en düşük maaş 30 bin TL’nin üzerinde. İstimlak için de ciddi paralar ödendi. Teknik kadro dışardan geldi ama onun haricinde ilkokul mezunu insanlar.
Tutuklananlardan biri benim amcamın oğlu. İlkokul mezunu bu adam. Bir müddet sonra bıraktılar ama ilkokul mezunu adamın burada teknik sorumluluğu ne olabilir? Yine akrabam olan bir mühendis çocuk vardı. Burası kayıyor, çatladı, çok tehlikeli diye defalarca söylemişler. Buranın göçeceğini orda çalışan herkes biliyordu. Buna rağmen tedbir alınmadı.
Şu an maden çalışmıyor. Hiçbir bilgi de verilmiyor. Çalışanların büyük kısmının borçları var. Firmada çalışanlar halen daha maaş alıyor ama taşeron firmada çalışanların durumu belirsiz.
Burayı mahvettiler. Türkiye’ye buradan bir şey kalmıyor. Bugün yeraltı kaynaklarımızı çıkarabiliyorsak çıkartırız, çıkartamıyorsak gelecek nesillerimiz çıkarsın. Bu zenginlik bize, onlara ait. Bu memlekette 250 bin baş koyun vardı. Tulum peynirinin Türkiye’deki kalbiydi bu ilçe. Şimdi bu insanlar kendi malını, işini bıraktı, madende işçiler.”
Doğan’ın madende çalışan birçok tanıdığı var. Çünkü o da Şavaklardan. Fakat soy bağının görüşlerinde izi yoktu. Diğer taraftan gazeteci olarak bana en çok yardımcı olan kişilerden biriydi.
‘Karşı çıktığımızda bize terörist dediler’
Metin Delen, köyde madene ilk itiraz edenlerden. Yıllar öncesinde bir grupla altın arayan şirkete hayır dediklerini ama terörist olarak damgalandıklarını anlatıyor:
“Buranın günahı vebali muhtarlarla, ona yandaşlık yapanların boynuna. MHP’nin Belediye Başkanı Muhlis Doğan Belediye Başkanı’ydı. (Doğan da Şavak aşiretine mensuptu. 2016’de Erzincan’da, Fethullahçı Terör Örgütü ilişkin dava kapsamında tutuklandı. 2018’de Ankara’da beyin tümörü nedeniyle tedavi gördüğü Ankara’da hastanede öldü.)
Muhlis Doğan bize İliç’te yüzde 80 kanser vakalarının arttığını söyledi. Elinde bir dosya varmış, valiliğe verdim dedi. Bir ay sonra makamında ziyaret ettik. Valilikten bir sonuç çıktı mı diye kendisine sorduk. Bir şey çıkmadı, MHP’den ayrıldım, AKP’ye geçtim dedi. Bir şeyler olmuş artık. (Metin Delen bunları anlatırken Muhlis Doğan’ın kardeşi de masadaydı, dinliyordu.)
O gün bana terörist diyen, burayı karıştırmaya geldiniz diyenlerin hepsi kanser. Şimdi onlar yürüyüş yapıyor, protesto etmeye çalışıyorlar. 9 canımız gitti. Bunla ilgili bir tane istifa yok. Murat Kurum’u mükafatlandırdılar. Ülkenin durumu bu, burada edenin yanına kâr kalıyor.”
‘Bu kafaların siyanür tankını nehire uçurmamaları mucize’
Bir ara uzun saçlı, gür bıyıklı 76 yaşındaki Jeoloji Mühendisi Nusret Timurlenk aramıza katıldı. Saatler geçmiş, yine çay bahçesindeyiz. Malum taşradayız; çay içilir ve beklenen bir şey varmış gibi saatlerce durulabilir.
Konudan bağımsız, hikayesi ve karakteriyle belgeseli olur diyeceğimiz türden biri Nusret abi. O gelince, beri yanımızdakiler, ordudan ve üniversiteden atılmış olduğunu söylüyorlar. Neden diyorum ona.
"Anarşiye yatkınlık ve anarşinin sırtını sıvazlamaktan. Devrimci Yolcuyum. Ordudan atıldım. Üniversite hocalığından atıldım. Hayvanlarla gezerim, devletle çok işim olmaz.”
Onun olanlara bakışı ise şöyle:
"Mühendislik Türkiye’ye girmedi. Fakülteler var ama kafalar kaldırmamış. Bu olacak bir şey değil. Malzemenin davranışını bilmiyorlar. Yığma biçimleri de yanlıştı. Çünkü çok ince bir tane boyu. 38 mikron. Şu kağıt hemen hemen onun kalınlığında Filiz. O malzemeyi yığmışlar. Nasıl bir kafadır? Açıldığından bu yana madenciler aleyhine konuşurum. Mühendislere de, bu kafa bu gidişat doğru değil dedim. Buradaki mühendis rüşvet alıyor ama mühendislik de bilmiyor. Sadece para alıyorlar ve kuru kuruya maden övüyorlar. Biz müdahale ediyoruz, yahu ayıp! Çevre Bakanlığı’nın gönderdiği mühendisler, şirketin mühendislerinden daha çok madeni savunuyor. Bilirkişi heyetlerini mühendis olarak buraya getir, yine aynı hata çıkar. Bu hatayı yapanları oraya götür bilirkişi diye oraya koy, onlar da aynı raporu yazar. Konuyu anlatabildim mi? Bu kafaların siyanür tankını buralarda nehire uçurmamaları da ayrı bir mucize.
Neden konuşmuyorlar Filiz? Parayı tanıyan bir insana hayatta başka bir şey anlatma şansınız olmaz. Öyle bir dünya yok. Bana para dediğin zaman düşünüyorum, ne yapacağım diyorum. Köylülerin öyle bir dünyaları, bakışı yok.”
‘Burası şimdilik ‘Altın Şehir’ sonra ‘Hayalet Şehir’ olacak’
Haberi yazarken önce İliç’ten başladım. Oysa İliç’e gitmeden önce Erzincan’dan trenle daha doğrusu raybüsle önce Bağıştaş köyüne gitmiştim. Bana yolculuğum boyunca eşlik edecek Yılmaz abinin köyüne. Bağıştaş ile İliç arası araçla 10 dakika var yok. Raybüsü beklediğim istasyonda bebeği kucağında genç bir kadınla kısa bir sohbetimiz oldu. Eşi Anagold’da çalışıyordu. Maaşlar iyiymiş deyince “İyi olsa ne olur, 9 can gittikten sonra… Sonuçta canın gitmiş. Benim canım gitse şikayetçi olurum, hakkımı savunurum” dedi. Birkaç dakika sonra gazeteci olduğumu söyledim ve eşiyle konuşmak istediğimi. Sonrasında aynı kompartımana binmemek üzere yanımdan ayrıldı. Aslında sonraki günler ilk günden anlaşılmıştı.
Yılmaz abi demişken… Onun İliç’e ilişkin sözleri kısa ve net:
“İliç’in şimdiki adı ‘Altın şehir.’ Ben öyle diyorum. Evler değişti, kiralar arttı. Burada işleri bittikten sonra çekip gidecekler. O zaman burası hayalet şehir olacak. Burada hayvancılık yapan insanlar vardı. Dağda bayırda koyunları görürdünüz. Hayvancılık yapanlar şimdi müteahhit, taşeron şirket sahibi, bilmem ne… Hızlı bir para dönüşümüyle ahlak da çöktü.”
‘Eğer sosyal devlet olsaydı darmadağın olmazdı burası’
Bağıştaş Köyü’nden Ünal Ertürk, Elektrik Mühendisi. İstanbul’da yaşıyor. Yazları ise köyüne geliyor. Bu kez Bağıştaş Köyü’nün kahvesinde sohbet ediyoruz. Çıkar birliğini, birden zenginleşenleri, borçlandığı için madene mecbur olmayı, alternatifsizliği şu sözlerle anlatıyor:
“Altın madenine karşı bir yığın gayret etmemize rağmen sonuç buraya kadar geldi. Burada 9 kişi ölmesine rağmen insanlar inanılmaz duyarsız. Sadece şunu düşünüyorlar, maden ne zaman açılacak? Büyük bir para akımının gelmesiyle burada bazı değerler kayboldu.
Bunları suçlayarak söylemiyorum. Devlet şimdiye kadar bu insanlara sosyal bir yaşantı sunmamış. Bura mahrumiyet bölgesiyken; ev, araba derken bir düzen sağlandı. Bunca yıl devletin onları ötelemiş olmalarından dolayı böyle bir imkân onların hayal edemedikleri bir atlama noktasına getirdi. İnsanlar burada hipnoz durumda, o verilen ekonomik gücü kaybetmek istemiyorlar.
Biz şirkete bir miktar karşılığında çalışıyoruz. Yüzde 97’si dışarıya gidiyor. Çok azı devletimize kalıyor. Arılarını, davarlarını, tarlalarını sattılar. Sonuç; her biri orada çalışıyor. Arazinin kendilerine ait olduğunu, binlerce yıldır ekildiğini, binlerce yıldır arıcılık yapıldığını farkında değil. Ne kaybettiğini farkında değil. Cebine giren para, aldığı araba ona yetiyor. Bize ait topraklarda kazan biz, taşıyan biz, siyanürden geçiren biz, her şeyini yapan biz, parayı onlar alıp götürüyor. Devlet burada zamanında hayvancılığa sigorta şartı getirseydi, hastane, tiyatro, sinema koysaydı, bu insanlar çoluğunu çocuğunu alıp bir yerlere gidebilseydi, sosyal hakları olsaydı bu kadar darmadağın olmazdı burası. Çoluğu çocuğu Anagold’da çalışanlar zaten ortada gözükmüyor.
Olayın olduğu gün iki yıldır evimde asılı olan maden pankartlarım indirilmeye çalışıldı. Jandarma, bir gün olsa çıkartabilir misiniz dediler, bir gün çıkarıp ertesi gün yeniden taktık.
Burası öyle bir mahrumiyet bölgesi ki, şimdi ise insanlar şu noktadan buraya gelmişler. Ev, araba gibi birtakım şeylerle borçlanmışlar. Bu bir düzen sağlamış.
Biliyor musunuz burada balıklar öldü. Ölen balıkları biz almayalım diye Jandarma’ya toplattılar. Jandarma, ölü balıkların fotoğrafını çeken insanlara hakaret etti. Jandarma’nın görevi nedir? Halkın emniyetini, güvenliğini sağlamak. Jandarmaya öyle bir görev veriliyor ki görevini yapamıyor.
Bu işin devamı gelir. Su, toprak ne kadar zehirlendi, bakan yok. Burada çok vefat eden insan oldu. Hastalıktan deniliyor. Bu köyde iki kişi bağırsaktan hastalandı. Peş peşe kanserden ölen insanlar var. Bağıştaş’ta hiçbir şekilde köyün suyu içilmiyor, içmiyoruz. İneklerimiz, mallarımız o sudan içiyor. Haliyle süt, peynir onlardan yapılıyor. Köyümüzde, kendi topraklarımızda yaşadıklarımıza bakın.”
***
Son söz
İliç gibi bir yerde o parti bu parti fark etmiyor. Karmaşık gibi gözüken bir çıkar ağı örülü. Yerel teşkilatların hemen hepsinin birbiriyle dirsek teması var. İstihdam paylaşımlarından, ticari ilişkilere ortak arzu kabaran iştahları doyurmak olunca bir düzen tutturulmuş. Patronaj ilişkilerini belirleyen onlarca dinamik var. Bazen aşiret, bazen milliyetçi damar, bazen köylüye tamah ettirilenler. Anlaşılan o ki, başlarda İliç’te herkes kazanıyor gibi görünüyordu. Anakronik bir yanılgıydı bu, yerel oligarşide olsa kazanan her zaman piramidin en tepesindekiler olur.
Madenin etrafında şekillenen siyaset, bürokrasi, yerel sermaye çemberi birkaç ailenin elinde. Görünürde madenden “dağıtılan pasta”, bu aileler tarafından pay ediliyor. Böylece sömürü düzeni kendiliğinden işleyen bir mekanizmaya dönüşmüş. Geçmişi yüz yıllara dayanan kan bağları ise bu mekanizmanın daha iyi çalışması için yeniden dizayn edilmiş. Öyle muntazam bir düzen ki, oluşan şema özünde ana sermayeye ABD, Avustralya, İsviçre, Kanada’ya hizmet ediyor.
İliç’ten ayrılmadan kısa süre önce bir dükkânda tahnit edilmiş ceylanı incelerken, 35’li yaşlarda bir beyefendi alaycı bir ifadeyle “Şimdi hayvanlar katlediliyor yazarsınız. Avcılık tamamen yasal. Yasak değil, cezası yok. O da işte usta bir abimizin bize hediyesi.” dedi. Evet, anladım gibi bir şeyler geveledim. Sanki bu küçücük diyalogda İliç’e dair bütün unsurlar mıknatıs gibi zihnimde toplanmıştı. Kuvvetli bir metafora denk gelmiştim. (Haber Merkezi)
Abone Ol
İyi gazetecilik posta kutunda!
Güncel haberler, haftalık ekonomi bülteni ve Pazar derginiz Plus’ı email olarak almak için abone olun.